Kıbrıslıtürk Şiirinde İki Sessiz Dize: Süleyman Uluçamgil ve Kaya Çanca*

Kıbrıslıtürk Şiirinde İki Sessiz Dize: Süleyman Uluçamgil ve Kaya Çanca*

Fatoş Avcısoyu Ruso

Her coğrafyada sessizliğini koruyan büyük şairler vardır. Onları duyabilmenin yolu içlerinden aynı göğe ya da aynı sokağa bakabilmektir. Bir yıl arayla doğan iki farklı şair Süleyman Uluçamgil ve Kaya Çanca. Peki nedir farkları ve neden önemlidirler Kıbrıslıtürk şiiri için? Hiç mi kesişmedi ya da kesişmeyecekti yolları ki şairler arasında bir akrabalık olduğunu varsayarsak, belki de bu soruları sormanın da hiçbir bir anlamı kalmayacaktır?

Süleyman Uluçamgil 28 Mart 1944’te Dağyolu’nda (Fota), Kaya Çanca 27 Ocak 1945’te Cihangir’de (Abohor) doğdu. Ölüm ne Uluçamgil’in yaşama sevinciyle karşılaştı, ne de yaşam Çanca’nın yağmurlu sokaklarıyla...

1964 Şubat’ında Ankara’daki üniversite eğitimini yarım bırakan Çanca, ‘Ben ovalarda dolaşıp,  kuyu kazacak, su arayacak biri değilim. Benim ilgi alanım başka...’ der annesine;  jeoloji ve maden mühendisliği bölümünü bırakıp, hayallerinin peşine düşer.

Durup dururken simitçi çığlığı gibi/ aklıma geldi ölüm/ oysa ki benim üniversite kapısında/ dökülen yapraklara şiir yazmaktı düşündüğüm, diyen Uluçamgil’e ölüm tam da Çanca’nın hayallerinin peşine düştüğü yılda 1964’te, Erenköy çarpışmalarında gülümseyecekti...

Kaya Çanca’nın yaşamını ve eserlerini kitaplaştıran Gürgenç Korkmazel çok doğru bir soru sorar, şairin yaşamını anlatırken: ‘İntihar etmesine neden olan sadece bireysel sorunları ve psikolojik durumu, hastalığı mıydı? O dönemdeki Türk – Rum çatışmasının, ölümlerin ve kaybolmaların, kuşatılmış ve kıstırılmışlığın bu kararı almasında hiç mi payı yoktu?’  Bu sorunun cevabını Süleyman Uluçamgil’in Erenköy çarpışmalarındaki ölümünde aramak hiç de yanlış olmaz bence!

İki şairin hayatlarında, şiirlerinde birbirlerinden bir iz aradım, şairler arasında gizli bir bağın olduğuna inanışım bunun en büyük sebebi. İkinci dünya savaşının son yıllarında doğan şairler, uzun yıllar sömürülen bir adada yaşadılar. Şiirlerine ve hayatlarına yansıyan temaların en güçlü sebebi buydu. Kaya’nın şizofrenik bir yaşam sürmesinin bir sebebi de çocukluğunun ve gençliğinin üzerine kuşatılmışlığın düşmesiydi.  Kendine kurduğu iç sokak başka nasıl açıklanabilir ki ve intiharı! Süleyman Uluçamgil’in milliyetçi kişiliğinin sebebi de aynıydı. İki şairin en büyük farkıydı siyasi görüşleri. Uluçamgil’in şiirlerini kitaplaştıran Orbay Deliceırmak’ın şu sözleri şairin değişecek olan siyasi görüşünü açıkça yansıtmaktadır: ‘Süleyman, antiemperyalizmi Deniz Gezmiş’le ipe gidecek kadar tutkuyla yaşardı’. İki şairin dikkat çeken en önemli özellikleri ise yazmadan duramayışları ve hayatlarıyla ilgili gerçekleşen öngörüleriydi. İkisi de ölümü hissetmiş ve yazmıştı!..

Kıbrıslıtürk şiirine getirdikleri yenilikler de iki şairi ortak noktada buluşturmaktadır. Kaya Çanca Kıbrıslıtürk şiirini -Fikret Demirağ ve M.Kansu ile birlikte- milliyetçi çizgiden uzaklaştırmış, ona ‘soyut’ bir kimlik kazandırmıştır. Süleyman Uluçamgil ise Kıbrıs ağzını, Kıbrıs insanının yaşam şekillerini şiirlerinde ve düz yazılarında ilk kez kullanan şairlerden biridir. İkisi de genç yaşlarına rağmen şiire kafa yormakta, şiir yazmak dışında onun oluşumunu, gelişimini ve değişimini anlamaya çalışmaktaydı. Bize düşense her şairi kendi dönemi içerisinde değerlendirmek, şiir dilini ve şiiri yeniden yapılandırırken kültür birikimimizi dolaşımda tutmaktır. Şu da gözardı edilmemelidir ki bir kültürün, bir dilin, bir edebiyatın varolabilmesinde geleneğin ve yeninin gücü aynıdır!

Önce elimizde bir kadeh şarapla, şarabın en iyisi Kıbrıs şarabı diyen Uluçamgil’in; sonra da yağmuru  hissedebileceğimiz çıplaklıkta kötülük tanrısını intiharıyla yenen Çanca’ nın sokaklarında dolaşalım; sarhoş olalım bazen, bazen aşık, bazen yalnız, bazen de kendimiz olalım!..

***************************************

SÜLEYMAN  ULUÇAMGİL**

Şiirin köy ekmeği kadar güzel olduğunu düşünen Uluçamgil ‘Şiiri her şeyden önce düşüncede aramak gerekir.’ diyordu, Orbay Deliceırmak’a yazdığı 23 Mart 1963 tarihli mektubunda –yani ölümünden dört ay önce-... Bir de altını çiziyordu içtenliğin! Şiiri şiir yapan samimiyet, çıplaklık onun şiirinde baş köşede oturuyordu: Damda yatmaklığım vardır benim/ Geceler yorganım olur/Köyde yazları/ Her gece uyumadan/ Bir uzun yolculuk yaparım/ Bir yolculuk/ Göreceğim ateş düşlere gebe/.../ Girne’nin süt limanında/ Denizde karpuz yiyen güzel kadınların/ Süt liman bacaklarını/ Görür gibi olurum/ Dudaklarım karıncalanır 

Kadınlar, ada, Akdeniz, Türkiye, sömürge ve savaş iç içedir şiirinde Uluçamgil’in: Sevdiğim kız mektup yollar/ Belki Ankara’dan/ Belki Bursa/ Belki İzmir’den/.../ Bir avuç içi kadar adada sevgilim/ Ulu hem gerçek öykümüzden/ Bir döl bu / Dört yüz senenin/ Canına şanına karışır/.../Yollar/ Bir yön den deniz/ Bir yönden şarap/ Bir yönden barut kokar

İzmirli sevgilisine yazdığı mektupta yeni keşfettiği Japon şiirinden bahseder, haikudan. ‘Bu Japonlar hep kısa şiirler yazmışlar ama hep güzel yazmışlar.’ Şairin kısa şiirleri o mektubu hatırlatır adeta ve Japon şiirini: Bir nine gidiyorsa/ Anne toprağa/ Ve yoksa ağlıyacak torunu/ Bana haber verin/ Ağlarım
Kişi doğru söyle / Sana kendi vatanında/ Terin / Hatta ayak kokun bile/ Tatlı gelmez mi?

Şiirindeki ince mizah içten içe gülümsetir bizi: Bir rüzgar esse dedim/ Şu yeşil gözlü kızın giydiği/   Tül etek havalanıverse/ Tanrının sevgili kulu olacaktım/ Gözlerim toprak dolmasaydı

Siz gider gitmez Zelihanım/ Kızınız, kısrağınız, torununuz, dünürünüzle/ Ve iki aylık köpeğinizle/   Gece tam üç buçuktu/ Horozlar öttü/ Bir kere daha size misafirliğe gitmiyecekmiş diye/ Zühranım esneyerek yemin etti
 

Yenicami derler bir eski cami/ Varlığı ilk görünüşler kadar yeni/ Lefkoşa’nın içinde/ Minaresi başka mahallede/ Kendi başka/ Bu ne iştir ki Tanrım/ Sana yalvarmaya gitsem/ Benimle şaşırtmaca mı oynayacaksın

Aşık olduğu zamanlarda ellerini ayaklarına göre sallayamayan bir şairdi Uluçamgil... Nasıl yaşanması gerekiyorsa öyle yaşardı aşkı... Bazen sevgilim demek yeterdi, bazen özlemek en çok da ılıklığını hissetmek bir tenin...
Seni düşünüyorum sabahın ayazında/ Kaçmıştın/ Dudaklarının ılık ıslaklığını da alıp gitmiştin/.../  Öp Akdeniz’i öp/ Dikenli bir portakal ağacından Lefke’nin/ Bir portakal getir bana/ Soyuver küçü cük ellerinle/ Tırnaklarının arasında bulayım kokusunu/ Bul, bana getir bana sevgilim/ Bir görüşlük balıkçı gözü/ Bir öksüz dilim/ Seni düşünüyordum sevgilim/ Aceleci bir İstanbul sabahı/ Seni...  Bu   şiirde karşılaştığımız başka bir gerçeklik de şairin güçlü sezgisidir:  bul bana, getir bana sevgilim/  Lefke portakalı/ tırnaklarının arasında ... diyen ve Lefke’yle ‘yaşanmışlık anlamında’ somut bir ilgisi olmayan Uluçamgil’in, şu anda Lefke’de yatıyor olması!

Antiemperyalizmi çok yoğun yaşardı içinde şair, dünyanın her yerinde yaşanan zorbalığa karşı dururdu şiiriyle:  şu anda evrenin her zerresinde/ topraktaki karınca misali/ yaşama çabası vardır/ küstahlığa karşı

Şiirlerinde yüzeysel okuma yapanlar Uluçamgil’in bir Rum düşmanı olduğunu söyleyebilirler. Oysa bir şairi kendi dönemi içerisinde değerlendirmek ve öyle yorumlamak gerekir. Rum düşmanı olsaydı sevgilisi Maria’ya yazdığı şiiri nasıl açıklayabilirdik, bilmiyorum: anadan doğma bir çırılçıplaklık var/ bu işin içinde/ sen on altı yaşında kadın/ ben on sekiz yaşında erkek/ senin saçların yatakta darmadağınık/ benim gözlerim unuğra sarhoş püskül/ zivanadan çıkarık... Sevişmenin kutsal boyutunda olan Uluçamgil sevdiği kadını her haliyle yaşamak ister, tatmin olmak değil!

Uluçamgil’in en büyük hayali adanın sömürüden kurtulduğunu görmekti. Bu sömürünün yansıması olan göç konusunu da işliyordu şiirinde: Tut ki Londra’dasın olanlar gibi/ Bu müsibet memlekette/  Vakit buldukça alpino karılardan/ Bir gurbetlik çöker içime/ Ekmek derdi bir yana/ Bir uçak biletini kesemedim/ Ağlamak senin için/ Ancak senin için yakışır erkekliğe/.../ Senin için Akdeniz

Savaştığı cephede bir silah kutusunun mukavvasına şu dizeleri karalamış  -ki İstanbul’u, kitaplarını, hiç düşünmeden bırakıp savaşmaya gelmişti, Uluçamgil-:
İstanbul’da izbe bir evin/ Tavan arasında/ Yarım kalmış şiirlerim/ Bir boğuk heyecan içinde/ Beni bekler
Şehit düştüğü gün oturduğu tahta sandalyeye yazdıkları ise, son şiiriydi:
Hoyrattır bu akşamlar/Akşamları dehşetle hissederim daima/ Ağaçlar uykuya dalınca

Şiirin içten ve yalın yazıldığı bir coğrafyadır Uluçamgil. Yalınlığının altında ise kat kat açılan düşünceler vardır. ‘Biz’ kavramını ustaca yerleştirir şiirine. Belki o hayal ettiği özgürlüğe ‘biz’ olarak ulaşılamamıştır ve ulaşılamayacaktır da; bunun bilincinde yazmış ve yaşamıştır hep ama umudunu hiç yitirmemiştir.  Cephede savaşırken yanlışlıkla bir çocuğu, bir kadını, bir yaşlıyı öldürme korkusuyla havancılığı reddetmesi onun insanî yönünün açık fotoğrafıdır. Özgürlüktür benim esrikliğim diyen ve 20 yaşında kendini kentin sokaklarına gülerek saçan şairin gülüşü de bence ciddi bir eleştiridir yaşadığı ve hiç  anlam veremediği emperyalist düzene!!!
Sana/ Tanrılar kadar insan diyeceğim/ Yurt sevgisi//Soluk soluğa seni/Sevişti anam babam/ Kopup geldiğinde ağlayaraktan/Adımı duvarına yazdılar/ Doğdu dediler// Büyüdüm/ Rüzgarın esti, gözlerime kaçtı toprağın/ Yetildikçe//Bir özgürlük yaptım kendimden/ Kentlerimin acı katran sokaklarına serptim/Gülerekten// Adımı taşına yazdılar/ Öldü dediler

*******************************

KAYA ÇANCA :***

Kendisiyle yapılan bir ropörtajda şiiri, şiir uğraşını şöyle tanımlar Kaya Çanca: ‘Dil ve işçilik işidir şiir. Dille bir görüntü yaratma işidir. Gerçekte olmayan, ozanın tilcikleriyle varlaşan bir görüntü. Usumuzun derinliğinde öyle bir dünya var, onu bulup ortaya dökmek istiyoruz. Bizi sıkan gündelik yaşamın dışına çıkarak bir yokülke yakalamak istiyoruz. Bir melankoli, yani modern bir delilik. Halkın konuştuğu kelime sıralamaları ile yetinmiyoruz. Bir şiir dili ile soluk alıyoruz.’

İlk kitabı – ki kendisi bu kitabını yok sayar- Eski Beste’de yayınladığı 1965 tarihli ‘Doğuştan’ şiirinde dünyayı bir tımarhane edişimizden yakınıyordu Kaya Çanca ve 20 yaşındaydı henüz: ...Evet... Zaten tımarhanedeki/ Gariplerin suçu yoktu/ Dünya bir tımarhaneydi/ Aslında / Kurulalı beri/ Biz insanlar zırdeli / Ta doğuştan
Bir çıkış yolu aramaktadır şair ve o yol aslında ‘yalnızlık’tır: İnsanlardan kaçarak/ Uzaklara/ Gitmek geçer aklımdan/ Yalnız kalmak bir başıma/ Deli gibi

Sevdiği kadının adını taşıyan Y. Sokağı ikinci kitabıdır Çanca’nın ama o ilk kitabı sayar Y. Sokağı’nı...  Yegane’ye duyduğu aşk ruhuna işler şiirinin. ‘Siz’ der her seferinde sevdiği kadına, belki de ulaşılmaz olduğunu kabul ettiği bir sözcüktür bu, aralarındaki uzaklığı çağrıştıran uzun bir yol: birbirimizin gözlerine bakarak konuşurduk/ gözlerimizi kaçırdığımız zamanlar olurdu/ konuşmanızın anlamı beni ilgilendirmezdi / ne konuşabileceğinizi bilirdim/ gözlerinizde tükenirdim

Her kızın güzelliğinde siz varsınız, derken bir şiirinde; sizden sonra ölüme gittim, der bir diğerinde.  Bilinçaltı bu aşkın imkansızlığını anlatıp duruyordu şaire: üç adım ötedeydim,  aramızda üç dünya vardı
Y. Sokağı aslında şairin içinde olan bir sokaktır. Y. Sokağı’na giden şair bundan pişmanlık duyar çünkü aslında krallığım dediği o sokakta yalnızdır: içimden geçiyordunuz, kendimden geçtim oralarda yoktunuz
Gözler önemli bir yer tutar Kaya Çanca’nın şiirinde ve eller. Anlatılamayan pek çok hikayeyi gizleyen gözler ve dokunmanın, dokunabilmenin, sevmenin diğer adı olan eller...  içimi taşırdım gözlerimden, size boşalttım/ gözlerde yalan olmadığını bilirsiniz
Y. Sokağı’nda yer almayan, gazetelerde yayınlanan son şiirlerinde büyüyen bir şiirle karşılaşırız. Önceki şiirlerinin izleri yavaş yavaş silinmeye başlar son şiirlerinde. Hem hayatında hem şiirinde ne yapmak istediğini çok iyi bilen güçlü bir şairdir Kaya Çanca.

Tanımadığı kıza yazdığı şiirlerinde de buluruz gözleri, elleri ve Y. Sokağı’nı... Tanımadığı kıza özrüdür  aslında bu şiir: yoluma çıkma seni göremem/ gözlerim Y. Sokağı’nda kaldı, göremem/ .../ uzatma ellerini uzansam da tutamam ... Sözcükleri tepetaklak eder bir diğer şiirinde: tutsam gözlerin ellerimi uzatacaktı

Çanca’nın şiirinin en belirgin özelliği de sözcüklerin, mekanların hep tanıdık gelmesidir. Şair aynı sözcükleri sık sık kullanarak adeta  o sokağı buldurtmaya çalışır okura. Onun içinden geçerken rastladığımız köşebaşları, tabelalardır bu sözcükler. Şizofren yaşantısının – ki bence şairlerin kaderidir bu- izlerini şiirinde sürüp ulaşabilirsiniz Y. Sokağı’na: doktor bey bakınız ellerim işte titriyor/ ayakta durduğuma bakmayınız doğaya direncimi kullanıyorum/ .../ bir yerde duramıyorum yer yok duracak/ ben hep o sokaktayım/ .../ düşüncemden çıkamıyorum/ doktor bey böyle şeylere alışık/ .../ sabah yarım öğlen yarım gece bir bu haptan alırsın/ usundan kurtulmak için uyursun/ bir de düşlerim var/ düşleri uykuma kim koyar/ bir hap da bunun için yazınız/ doktor bey de ama böyle bir hap yok/   doktor bey böyle şeylere alışık/ benim yağmurlara alışık olduğum kadar alışık

1967’de yazdığı Tanrı şiirinde ölümü bir iyilik olarak görür ve bu iyiliği yapacak olan da Tanrı’dır. Ama çok fazla da bekleyemez bu iyilik için: sen bana kötülüğü sevdirdin be tanrı/ ölümüme engel olmadın/ üçüncü ölümümü senden bekliyorum tanrı/ bana bir iyilik yap öldür beni
Küçük Kıza şiiri ‘keşke hayatını ölümle değiştirmeseydi’ dedirtir. Kaldırsak sözcükleri yaşama sevincini bulacakmış gibi hissederiz: şemsiyeni bırak git gir yağmuruna/ ya da şemsiyenin altına al onu/ her yanı mavi bir gökyüzü

Yaşadıkları onun cinsel hayatını da etkiler. Son şiirlerinde bu sorunun üzerine gittiğini görürüz: gözleriniz yüzümü kirletmiş/ yüzümü yıkayım derken ellerim kirlenmiş/ oğlankızoğlan/ ellerim bir kıza uzanamıyor  // her kadının yüz güzelliği olur/ yürüme güzelliği olur/ oysa hiç bilemiyoruz/  kadına  dokunma  yerlerini/ her kadının sevişme bölgelerini

Soyut şiirin öncü isimlerinden biridir Kaya Çanca. Soyut şiirin en başarılı yansımaları olan ikinci yeni şiiri kuşkusuz onu da etkilemişti. Yaşasaydı Kıbrıslıtürk şiirine daha güçlü bir soluk getireceği tartışmasızdır: yağmur yağıyordu, köpekler ürüyordu/ evlerin kapıları açıktı/ sokaklara çıkıyorduk/ çocukluğumuzdu/ .../ bir büyüklük duygusu/ içimde bir çiçek yürüdüm/ .../ çocuklar ağızlarını değişirdi/   uymalı mıydım değişkene/ ağzıma mavi yağıyordu... Yağmurlu sokaklardan vazgeçememesinin ruhsal durumu dışındaki diğer bir sebebi de kendisinin de etkisini kabul ettiği Attila İlhan’dır.

Yine son şiirlerinde dizelerin uzadığı görülür –tıpkı Y. Sokağı şiiri gibi- ama bu anlamı koparmasına engel değildir. Belli ki o da tıpkı etkisinde kaldığı diğer şairler gibi şiirin kemendini belirsizliğe attığını düşünmektedir: haberin yoktur, her gün uğrar, sana yönsemeli yollardan geçerim/ kullanmadığın bileklerinden bileklerimi yaptım, şaşarım/ nasıl, nasıl girer, kırar, ezer vurduğum, vurduğum/ ama vurduğum yerleri

Üzgünümün gece dallarına kuşlar yağıyor/ dediğin gibi lambamı yakıyordu/ yüreğimde bir deniz martısı, denizin üstünde/ martı- siyah beyaz- esmer yüzüne benzer/ esmer yüzüne yakın/.../ gezini-yorum, uçuyorum, odamın içinde, kendi/ yaşantımla, odanın içinde senden/ kalma martı çığlıkları

Yayınlanan son şiirinde iyilik tanrısıyla yaptığı konuşma insanlık adına oldukça düşündürücüdür: iyilik tanrısının kollarına sığınmıştım/ dinliyordum dedi/ beni böyle kral yaptın dedi/ yanımda böyle iki büklüm durma dedi/ ben bu göğü sana bırakıyorum/ bir yer bulursam bu evrenin dışında intihar edeceğim/ tanrının sözünü tuttum/ uzun tırnakları elime aldım/ masmavi bir gök çizdim/ tüm insanlar iyileşti/ gelip göğümün altına girdiler/ camilerde kiliselerde bana dua ettiler

ÖZEL BİR NOT:

Belki bir gün bir şiirin içinde rastlaşırız seninle... Kafka bu cümleyi Milena için kurmuş olsa da, yıllar önce Kaya Çanca’nın kitabına bu notu düşmüş olmamın nedeni olmalı bu yazı... Hiçbir şey rastgele değildir, der Birhan Keskin, hiçbir şey... Kim bilir belki şu anda bu yazıyı okuyor oluşunuz da!..

İlgili Haberler

Dergiler Haberleri