Kafka: ‘Görünmeden Varolmak.!’

‘Kafka görünen (sahte) hayatında yaşayarak tükenirken, görünmeyen (gerçek) hayatında yazarak yeniden doğmakta, yeniden varolmaktadır’.

Hakkı Yücel
hkyucel52@gmail.com

‘’İşinin başındaki yazar, evrendeki Tanrı gibi olmalıdır; hem her yerde vardır ama hiçbir yerde görünmez.’’

G.Flaubert

Birikim Dergisi’nin Temmuz-Ağustos 2025 sayısında, (Sayı: 435/436) Franz Kafka’nın ‘Dava’ romanının 100.yılı nedeniyle, geniş kapsamlı bir dosya yer alıyor. Romanın tematik yönden ziyade, bugünün Türkiye’sinin gerçekliğiyle de örtüştüğünden, ‘hukuk’u (öyle ya bugünün Türkiye’sinde hukuk adına yaşanan garabetin/saçmalıkların, ‘Dava’ romanı kahramanı Joseph K.’nın ‘hukuk’ adına başına gelen, izahtan vareste, saçmalıklarla neredeyse zerre farkı yok) ve evrensel ölçekte geçerliliği olan ‘belirsizlik’i önceleyen yazıların yer aldığı dosya, ‘Dava’ romanının 100 yıl sonra neden hâlâ konuşuluyor/tartışılıyor olduğunu da ortaya koyuyor. Hatırlayalım, kendi halinde yaşayan bir banka memuru olan Joseph K.’nın, bir sabah uyandığında, kapıya dayanan memurların hakkında açılan bir dava olduğunu söylemeleri ve kendini birdenbire suçlu konumunda bulmasıyla başlayan, suçunun ne olduğunu öğrenmek için çırpınırken sistem-hukuk adına yaşanan saçmalıklar/gerçekliklerle yüz yüze gelmesiyle devam eden ve de öyle miydi böyle miydi derken, idamı ile nihayetlenen hikâyesini anlatıyordu ‘Dava’ romanı. Günümüzün dünyasıyla, özellikle Türkiyesi ile evet örtüşüyor, ancak, onu bugün için geçerli/talep edilir kılan sadece bu yanı değil. Bunların neler olabileceğine dair fikir yürütmeden önce Kafka romanı/romancılığıyla (öykücülüğü de var şüphesiz) ilgili bir anekdot aktarmak istiyorum.

Ünlü Alman yazar Thomas Mann bilim insanı Einstein’a okuması için Kafka’nın bir romanını verir. Einstein birkaç gün sonra ‘’insan beyni bu kadar karmaşık olamaz’’ diyerek, okumaya tahammül edemediği/okunmaz bulduğu romanı Mann’a iade eder. Rölativizm/görelilik kuramını geliştiren bir bilim insanının, Kafka’nın romanı hakkında, muhtemelen ‘gerçeklikle’ olan ilişkisinden (gerçeklik algısından) yola çıkarak ve de abartarak dile getirdiği bu sözlerde, onun hanesine zayıf edebiyat karne notu olarak yazılabilecek olsa da, evet Kafka romanının insanı adeta bir labirent içine çeken ve yarattığı belirsizlik anaforunda, deyim yerindeyse, serseme çeviren mahiyetini olduğu da doğrudur.  Modern romanın öncü isimlerinden Kafka’nın romanları, 19.yüzyılın ‘somut gerçeklik’ algısından hareket eden ve ‘roman anlayışı’nı bu gerçeklik algısı üzerinden kuran romancıların, gerçekliği doğrudan yansıtan, kurgusu sağlam, karakterleri keskin, zamanın doğrusal akışı ile uyumlu, mekân bütünlüğü taşıyan, bir başka ifadeyle okuru zora sokmadan, adeta elinden tutarak gitmesi istenen yere götüren romanlarından farklıdır. Bu klasik düzeneği bozduğu, altüst ettiği için de hem çok sarsıcıdır hem de okurun özel ilgisine ve tahammülüne, Einstein’in bile gösteremediği tahammüle, -üslubu da bu anlamda zorluk çıkarmaktadır- ihtiyaç duymaktadır.

Bu parantezin ardından yeniden 100 yıl sonra ‘Dava’ romanını (ve bir bütün olarak Kafka romancılığını) bugün gündem yapan -başta belirtilen bugünün gerçekliğiyle neredeyse birebir örtüşüyor olmaktan başka- şey(ler)in ne(ler) olabileceğine dönecek olursak ilaveten şunlar söylenebilir: Kafka metinleri aynı anda çok farklı disipliner bakışları (felsefi, sosyolojik, psikolojik, teolojik) ve yorumları talep edecek/gerektirecek doğurgan muhteviyatı içkindir ve tam da bu yüzden, olayları-olguları anlamada/anlamlandırmada, bugün itibarıyla giderek daha çok öne çıkan ‘inter-disipliner/multi-disipliner’ çoklu yaklaşımların/arayışların ilgisini çekmektedir. (Düşünür/filozof Deleuze ‘Minör Edebiyat’ kavramını ‘Kafka/eserleri’ üzerinden yapar) Yine bir başka neden, Kafka’nın yazı(n)ın çilesini, mükemmeli arama dürtüsü nedeniyle yazarak-bozarak, çoğaltarak-azaltarak, ince eleyerek-sık dokuyarak sonuna kadar çekmesi ve de literatüre ‘Kafkaesk’ olarak geçecek bir özgünlüğün sahibi olması ve nihayet bütün bunların toplamı olarak, hayatı-hayata dair ilişkileri anlama/anlamlandırmada,  ‘edebiyatın gücü’nü göstermesi olsa gerektir. Ancak burada atlamadan şunu da belirtmeli: Kafka romancılığının okuru kendine çeken gücü yanında onu iten -Einstein örneğinde de görüldüğü üzere-bir yanı da var. Paradoksal gibi görünse de onu çekici kılan şeyle (okurunu, oluşturduğu labirent içine çekip yolunu kaybetmesine neden olurken aynı anda nasıl çıkacağı hususunda onu tahrik etmesi ve metinle olan ilgisini sürekli kılmasıyla) itici kılan  şey (o labirentte bunaltması ve vazgeçmesine, metni terk etmesine neden olması) aynıdır. Yine dilinin/üslubunun ‘şiire/şiirselliğe’ kapalı olması, onun metinlerine karşı uzak durmanın muhtemel bir başka sebebi olurken, aynı metinlerin, tam da onun söylediği ‘’bir kitap içimizdeki donmuş denize inen bir balta olmalıdır’’ (ve o buzları kırmalıdır) sözlerini doğrulayan ‘’donmuş denize inen (ve buzları kıran) balta’’ kıvamındaki vasfı, vazgeçilmezliğini sağlayan bir başka karakteristiğidir.

Bu konuyu daha fazla uzatmadan, şunu da belirterek, devam etmek istiyorum:

Bu yazı tek başına Kafka romancılığını/öykücülüğünü değerlendirme yazısı değildir; onu yazdıran bir başka dürtü, Kafka’nın yaşam biçiminden, ona yüklediği anlam/değerlerden hareketle, bugünün dünyasında artık pek esamesi okunmayan, ‘varoluşsal’ bazı tespitlerde bulunmaktır. Neden mi? Sonda söyleyeceğimi şimdi söyleyim: İnsan, ‘varolma’nın, değer yitimine ve nitelik zafiyetine yol açan ‘görünür olmak/gösteri’ çılgınlığı üzerinden anlam(sızlık) kazandığı bugünün dünyasında ‘tutunacak dal’ arıyor. Ne murad ettiğimi anlatmaya çalışayım. 

Kafka’nın 41 yıllık ömrü (1883-1924) , ondan ‘yaşaması istenen hayatla’ (bunu talep eden güçlü figür bir ticaret insanı olan -gölgesi bütün hayatının ve hayatı demek olan metinlerinin de üzerine düşecek olan-, otoriter babadır ve oğlunun kendisinin başlattığı işi geliştirerek devam ettirmesini istemekte, dahası bunu dayatmaktadır), kendinin ‘yaşamak istediği hayatın’ (onun derdi yazmaktır, edebiyattır; bir klasik olarak kabul edilecek kıvamdaki ‘Babaya mektup’ kitabı

-uzun mektubu- babasıyla bir bakıma hesaplaşmasıdır) gerilim hattında geçmiştir. Hukuk fakültesi mezunudur, pek ilgisi olmadığı halde doktora bile yapmıştır (ne büyük azap); ‘görünen hayatında’ (gündüz hayatı/sahte hayatı) gönülsüz de olsa zevahiri kurtarmak adına sigorta şirketi avukatlığı yapan bir memurdur; ‘görünmeyen hayatında’ (gece hayatında/gerçek hayatında) ise, uykusundan da zaman çalarak, sürekli yazmaktadır. Bir başka ifadeyle, ‘Kafka görünen (sahte) hayatında yaşayarak tükenirken, görünmeyen (gerçek) hayatında yazarak yeniden doğmakta, yeniden varolmaktadır’. Hayatta iken sadece birkaç öyküsü yayımlanan Kafka, görünmeyen (gerçek) hayatında, yazarken gösterdiği titizlik nedeniyle bir kısmını tamamlamadan yarım bıraktığı yazılarını -romanlarını, öykülerini- yakın arkadaşı, en sadık ve de tek okuru Max Brod’a teslim etmiş ve ölümünden sonra yakılmalarını istemiştir.  Ancak Brod arkadaşının bu vasiyetini yerine getirmemiş, bugün hâlâ üzerinde çok konuşulan/yazılan Kafka külliyatını gün yüzüne çıkarıp insanlığa armağan ederken, edebiyat adına büyük iş başaran kişi olmuştur. Bir başka ifadeyle Kafka ölümünden sonra doğmuş ve ölümsüzlük mertebesine ulaşmıştır. (Bu arada Kafka’nın eserlerini kendisinin yakmayıp bu işlemi arkadaşından talep etmesinin; keza Brod’un arkadaşına verdiği sözü yerine getirmeyip teslim aldığı eserleri yakmamasının, farklı görüşleri içeren tartışmalara yol açtığını da belirtmek gerekmektedir.)

İsmi ve romancılığı üzerine hâlâ yazılıp tartışıladursun, yaşamı göz önüne alındığında, gerçek (görünmeyen) hayatını daha çok kendi ‘tecrit hücresi’nde inzivada geçiren, yaşadığı/düşündüğü/hayal ettiği/duyumsadığı her anı ve de her şeyi yazan/edebiyata dönüştüren (romanları, hikâyeleri, binlerce sayfayı -3400- bulan günlükleri ve sonradan hepsi yayınlanmış 1500 civarındaki mektubu) Kafka’nın nefes alıp verdiği, kendisi olduğu dünyası burasıdır. Ülkesi dışında sadece 45 gün geçiren (gittiği şehirler: Berlin, Münih, Zürih, Paris, Milano, Venedik, Verona, Viyana ve Budapeşte), denizi hepi topu üç kez gören (Kuzey Denizi, Baltık Denizi ve İtalyan Adriya’sı) Kafka’nın dış dünyayla/gerçek hayatla olan uyumsuzluğu nedeniyle kendinden başka gidecek yeri olmadığı, ya da çok sınırlı olduğu, aşikârdır. Hiç gitmediği Amerika’yı, sanki gitmiş, orada yaşamış gibi, zihninde aslına uygun bir gerçeklik -salt ‘çıplak gerçeklik’ değil ‘romanesk gerçeklik’- olarak inşası ise onun hayallerle beslenen yazarlığının başarısıdır. (17 yaşında göçmen bir gencin -Karl Rosmann’ın- gözünden anlattığı, yarım kalan, Brod’un tamamladığı  ‘Amerika’ romanının,  Amerika’nın fiziki gerçekliğiyle de birebir örtüşen muhtevası, bu başarının somut örneğidir.) Yaşamı göz önüne alındığında Kafka için söylenecek/onu tarif edecek en gerçekçi tanımlama, muhtemelen, ‘ebedi bir yalnız’, kendi içinde tükenen değil kendini doğuran bir yalnız, olduğudur. Nitekim Marthe Robert’in, Kafka’nın yaşam biçiminden, kurduğu ilişkilerden ve külliyatından hareketle yazdığı kitabına ‘’Franz Kafka Gibi Yalnız’’ başlığını koyması, -bu başlık M.Robert’in  değil, Kafka’nın kendi sözlerinden alınmıştır- tam da bunu ifade etmektedir. M.Robert’in söz konusu kitabının başında, Kafka İle yapılan bir söyleşiden kısa bir bölüm yer alır:

-‘’Gerçekten o kadar yalnız mısın?’’ diye sordum.

Kafka başını sallayıp onayladı.

-‘’Kaspar Hauser kadar mı?’’

Kafka güldü ve yanıt verdi:

‘’Daha da kötü. Ben..

Franz Kafka kadar yalnızım.’’

(Kaspar Hauser, hakkında çeşitli rivayetler bulunan, 19.yüzyılda yaşamış genç bir Almandır. Bazı sıkıntıları olduğu, izole bir hayat yaşadığı (hatta bir hücrede, 

tek başına -karanlık olduğunu yazanlar da var-, on üç yıl geçirdiği) anlatılırken, bugün psikolojik bir rahatsızlığın -Kaspar Hauser Sendromu- da isim babasıdır.)

200000 yıllık insanlık tarihi içinde 100 yıl (‘Dava’ romanı vesilesiyle hatırladığımız son 100 yıl) çok uzun bir zaman dilimi sayılmaz. Bu ‘kısa’ sürede insanlığın asırları kapsayan değişim/gelişim hızı kat be kat arttı, baş döndürücü,  gelişmeler yaşandı. Hızın belirleyiciliğinde, birbiriyle ilintili olarak teknolojik anlamda günden güne mucizevi yeni marifetleriyle karşı karşıya kalınan dijitalleşmenin; ekonomik anlamda hâkim sistem neoliberalizmin mantığına da uygun, ihtiyacın çok ötesinde aşırı tüketim; kültürel anlamda ise görselliğin/gösterinin, görünür olmanın, (Guy Debord’un herkesin bir biçimde sahnesinde rol aldığı ‘gösteri toplumu’nun öne çıktığı) öne çıktığı kendine özgü ‘yaşam biçim(ler)i’ ortaya çıktı. Özetle ‘hız-haz-gösteri/görünür olmak’ triviumu bu çağda hükmünü ilân etti. ‘’Anı yaşıyorum, tüketiyorum, görünüyorum o halde varım’’ mottosu ön aldı. Bunun ‘varoluşsal’ anlamda dramatik karşılığı ise derinlik kaybı, yüzeysellik, değer yitimi ve vasatın öne çıkması oldu.

Daha da uzatmadan sadede geleyim. ‘Dava’ romanının 100.yılı, Kafka, roman sanatı/edebiyat, yazarın varoluşsal koordinatlarını belirleyen yaşam biçimi derken gelmek istediğim yer burası. Soru şu: Belirgin özelliklerini sıraladığımız bugünün dünyasında, yaratıcı yeteneğin, özgünlüğün, yoğun düşünsel/kültürel birikimin, derinliğin ifadesi olan edebiyat (daha genişletilerek sanat ve daha da genişleterek düşünce dünyası) acaba ne âlemde? Ya da şöyle: görüntü/gösteri dünyasının az ya da çok musallat olduğu ve de kimileyin âlây-ı vâlâ ile kabul gördüğü (musallat olmadığını ve kabul görmediğini kim söyleyebilir) bugünün ’edebiyat’ dünyasından -daha da genişletelim ‘sanat-düşünce‘ dünyasından-  geriye, ‘’içimizdeki donmuş denize bir balta gibi’’ inen ve o buzları kıran kaç eser/yazar/sanatçı; ya da yerleşik düşünce düzlemini sarsan/değiştiren kaç düşünce insanı kalıyor. Yoksa ‘çilesi’ çekilmemiş edebiyat/sanat,  edebiyat/sanat değil mi; ya da ne kadar edebiyat/sanattır? (Aynı soru ‘çilesi’ çekilmemiş bilginin bilgi olup olmadığı ya da ne kadar olduğu, keza ‘çilesi’ çekilmemiş düşüncenin düşünce olmadığı ya da ne kadar düşünce olduğu şeklinde de sorulabilir/sorulmalıdır) Ve nihayet başta yanıtı verilmeye çalışılmış olsa da bir kez daha o büyük soru: Aradan geçen 100 yıla rağmen, evet farklı koşulların olduğu bir zaman dilimidir, görünmeden varolan Kafka’yı/eserlerini

-şüphesiz bu isimler çoğaltılabilir- bugün hâlâ aranılır/okunur kılan ne?

Soruların yarattığı boşluğu dolduracak yanıtlar verile dursun, sadık okuru olarak, bendeki nüshası Kamuran Şipal çevirisiyle Cem Yayınları’ndan çıkan, yapraklı biraz da solmuş ‘Dava’ romanını -‘Dava’ başka çevirmenler tarafından da çevrildi ve başka yayınevleri tarafından da yayınlandı- 100.yılında yeniden okuyorum. Aynı anda, ‘tecrit hücresi’nde yazısını yazan ‘’Franz Kafka gibi yalnız’’ Kafka’nın hayali bana eşlik ediyor.

Dergiler Haberleri