İnsan Olmanın Anlamı Üstüne

Yapay zekânın, makinelerin hâkimiyeti, küresel salgınla ortaya çıkan can korkusu, belirsizlik türünden sorunlar ve yine bunlarla at başı giden tüm insanlığı ilgilendiren etik problemlerle bir an önce yüzleşmek gerekmektedir.

 

Nügen Derman Duru

nugenduru@hotmail.com

 

 

 

“Kötülüklerin çoğu, hiçbir zaman iyilik ve kötülük hakkında kafa yormamış insanların işidir.”

                                                                                               Zihnin Yaşamı, Hannah Arendt

 

İnsan olmanın ne anlama geldiği sorusu zor, bir o kadar da karmaşık ve ucu açık bir sorudur. Ucu açık soruların tartışma alanı kuşkusuz felsefedir ve felsefenin böylesi bir konuda yapacağı şey nettir: İnsanın kendine yönelmesini ve kendi üzerinde düşünmesini sağlamak. Hâlihazırda olabildiğince izole olmuşken-yapacak daha iyi işlerimiz yokken!-kendimiz üzerine, insan olma üzerine düşünmeye çalışmak hepimize iyi gelebilir.

İnsan olma üzerine düşünmede aslolan, her şeyden önce kendine dönme, kendi üzerinde düşünmeye cesaret edebilmektir. Kökleri Antik Yunan’a varan insan nedir sorusu, 20. yüzyılda Felsefi Antropoloji adı verilen dalın temel konusu olur. Başka bir deyişle “İnsan nedir?” sorusu, felsefenin bir dalı olan Felsefi Antropolojinin ele aldığı bir konudur. Dilthey, Plessner, Scheler, Kant gibi düşünürler insanı, kısmi yönleri ile konu edinen bilimlerin (biyoloji, antropoloji, psikoloji vb.) aksine, tarihsel ve somut koşulları içinde bir bütün olarak ele alırlar. Özellikle Scheler insanı,  yaşadığı çevreyi anlamlandıran, ona yeni bir kategori yükleyen, hem varoluş hem de değerler üreten bir varlık olarak ele alır [1].  Bu açılım ile insanın dünya üzerindeki yerini belirlemeye yönelik çabalar belirginleşir. Felsefi Antropoloji, insanı anlamaya ve açıklamaya çalışırken tüm diğer felsefe dallarını, sanatı, edebiyatı ve bilimleri de hesaba katar; onlarla iletişim içinde olur. Çünkü insanın, yalnızca zekâsıyla ya da alet üretmesiyle varlıklar arasında yer alan bir tür olmadığını, aynı zamanda anlam üreten, sanat eseri yaratan ve daha pek çok üst düzey yaratımlar gerçekleştiren bir tür olduğu görüşünü benimser.

Takiyettin Mengüşoğlu İnsan Felsefesi adlı eserinde, insanın bilen, yapıp-eden, değerlerinin sesini duyan, tavır takınan, önceden gören ve önceden belirleyen, isteyen, özgür hareketleri olan, tarihsel olan, ideleştiren, kendisini bir şeye veren, seven, çalışan, eğiten, eğitilen, devlet kuran, sanat ve tekniğin yaratıcısı olan, konuşan, biyo-psişik bir varlık olduğunu söyler. Mengüşoğlu’na göre, insanın bu dünyadaki yerinin ne olduğunu belirleyebilmek için, onu bütün bu özellikleriyle bir bütün olarak ele almak gerekir [2]. İnsan,  birbiriyle bağlantılı bu özellikleriyle mevcut koşullar içinde kendini gerçekleştirmeye çalışır. İnsan olmanın gerekleri denilen özellikleri ile de artık, evrimleşen canlılar arasında sıradan bir tür olmaktan uzaklaşır.

İnsanı kendine konu edinen bir düşünür olarak Hannah Arendt, İnsanlık Durumu adlı eserinde insani varoluşun temel koşulu olarak vita aktiva (aktif yaşam) dediği emek, iş ve eylem üçlüsünü görür. İnsanın eylemlerle hayata katıldığını söyler.  Şu halde, özellikle dijital devrimin ve küresel salgının insan üzerindeki etkilerinin tartışmalarının sürdüğü çağımızda, bahsi geçen özellikleriyle insanın başarılarını ve başarısızlıklarını gözden geçirme zamanıdır. Çünkü insan, küresel dünyanın dayattığı sorunlar yüzünden an itibariyle köşeye sıkışmış durumdadır. Yapay zekânın, makinelerin hâkimiyeti, küresel salgınla ortaya çıkan can korkusu, belirsizlik türünden sorunlar ve yine bunlarla at başı giden tüm insanlığı ilgilendiren etik problemlerle bir an önce yüzleşmek gerekmektedir. Arendt’e atıf yaparak, hiçbir şey yaptıklarımızı düşünmekten daha önemli değildir demenin vakti çoktan gelmiştir.

İnsanın köşeye sıkışmışlıktan kurtulup, popüler söylemiyle yeni normal bir hayatı kurgulamak için, yapıp ettiklerinin, eylediklerinin sorgulanması yoluyla insan olmanın anlamını yeniden keşfetmesi gerekir. Öncelikle, dünyada etkisi giderek daha da çok hissedilen eşitsizliklerin, adaletsizliklerin, fırsatçılığın, ötekileştirmenin, ırkçılığın, şiddetin, fakirleşmenin ve çevre felaketlerinin kaynağının “insan” olduğunu kavramak gerekiyor.

Çağın temel probleminin “insan” olduğunu görmek için doğru perspektiften bakmak yeterli olacaktır.  İnsanın en başta değinilen özelliklerinin doğru ve ahlaki boyuttan yoksun olarak hayata müdahil olması, bugün karşı karşıya kaldığımız dünyanın nedenidir. Şu an tamamen dürtüsel ve muhakemesi yapılmamış bencil istekleriyle baş etmede zorlanan insan, kendi karanlığına hapsolmak gibi büyük bir tehlikenin eşiğinde. Korkuları ve yoğun kaygıları, doğru değerlendirme yapma gücünü elinden tamamen almak üzere. Yetmezmiş gibi, ilişkileri yozlaşmaya, çürümeye daha yatkın hale gelirken, aile hayatı, sorumluluk, etik davranış gibi konularda kafa karışıklıkları giderek daha da artıyor. Kötü olanın haber değeri taşıdığı bir sanal dünyada, insani değerlerinin sesini duyamaz oluyor. Potansiyel hastalık taşıyıcısı olduğunu düşündüğü kişiyi bir anda uzağına itebiliyor, sırf kökeninden dolayı iş arkadaşına öfke duyabiliyor, işine ortak olduğunu düşündüğü mülteciye düşman olabiliyor, köşe başındaki dilenciyi görmezden gelebiliyor. Daha da önemlisi yaptıklarının doğru olduğuna kendini inandıracak kanaatleri hep hazırda tutuyor. Hepsi için kendince haklı nedenleri vardır. Çok tanıdık gelen, kanıksanmış bu örnekler tam da insan olmanın anlamının keşfedileceği bir kırılma noktası oluşturur aslında. Bütün bu özellikleriyle günümüzün kanıksanmış insan portresi ister istemez bizi “insan olmanın anlamının ne olduğu” konusuna getiriyor.

Bugün gelinen noktadan insana bakıldığında tüm bu fenomenlerin, insan olmanın anlamına nasıl bir etki göstereceği önemlidir.  Zekâsı, duyguları, yapıp ettikleri karşısındaki tavırları, yaptığı değerlendirmeler ile dönüşürken, olmak istediği şeyle olduğu şey arasında gösterdiği gelişme en büyük başarılarından sayılacaktır. Hâlihazırda bugün kültür olarak anılan o birikim de, insanlık tarihinin topyekûn var ettiği ve etmeye devam ettiği bu sürecin hem sebebi hem de ürünüdür. Çünkü insan, hem doğal hem de sosyal çevresi ile giriştiği ilişkilerinde çevresini dönüştürmeye çalışırken, aynı zamanda kendisi de dönüşmektedir.  Bu dönüşüm süreci aynı zamanda onun insanlaşma serüvenidir.   

İnsanlaşma serüveninin içeriğinin neler olduğu, insan olmanın anlamı ve derinliği,  doğum ile ölüm arasındaki o yolculukta saklıdır.  O yolculuk boyunca arzular, umutlar, düşler, hüzünler ve dertler insanı yoğurur… O yolculuk boyunca arananlar, bulunanlar, aranıp da bulunamayanlar,  rastgele karşılaşılanlar ve daha pek çok şey… Bütün bunlar, insanı insan yapan ayrıntılardır. Ancak insanı asıl olduran şey, yaşadığı koşullar içinde, olup bitenler karşısında yaptığı değerlendirmeler ve bunların sonucunda takındığı tavırlardır. Bir başka deyişle, Mengüşoğlu’nun insanın varlık koşulları olarak nitelendirdiği fenomenlerle bağlantısı içinde insanın tüm yapıp ettikleridir. Bu aynı zamanda,  Ioanna Kuçuradi’nin “insan olma bilinci” dediği şeydir. Yani insanın insan olduğunun farkında olması, insan onurunun tehlikede olduğunu görebilme becerisini kazanmasıdır [3].

Bahsi geçen “farkındalığın” oluşması demek, söz konusu yolculuğun başlaması demektir. Hatta ve hatta yolculuğun ta kendisidir. Nasıl ki her türden kötülüğün nedeni olabiliyorsa, dünyayı güzelleştiren iyiyi tercih etmenin de insanın kendi tasarrufunda olduğunu görebilmesi önemlidir. Güçlü ve zayıf yanları, iyi ve kötü özelliklerini kendi içine yönelerek keşfeden insan, aynı zamanda bu yolculuğun gerekliliğine de inanan insan olacaktır.

Öte yandan insan olmanın diğer bir anlamı, başka türlü davranma olasılığı üzerinde düşünebilme becerisini kazanmaktır. Bu, özne açısından kötüye karar verme gibi iyiye karar vermenin ve bunu eyleme dönüştürmenin olasılığını görmeyi sağlayacak bir düşünme becerisidir.   O nedenle, iki elimizi başımızın arasına alıp düşündüğümüzde vardığımız nokta, insan eylemlerinin ne kadar hayati olduğu yönündedir. İnsani eylemle anlatılmak istenen, düşünme, bilgi sahibi olma, doğru değerlendirme yapma ve doğru kararlar alabilmedir. Ancak o zaman insan evrensel değerler üreterek daha kaliteli, asil, insan onuruna yaraşır bir yaşam oluşturma başarısıyla gururlanabilecektir. Doğrunun ve yanlışın, güzelin ve çirkinin, iyinin ve kötünün özne kaynaklı değerlendirmenin bir tezahürü olduğunu bilmek, insanın bunu yapmaya muktedir olduğunu bize düşündürtüyor, bizi bir nebze rahatlatıyor ve umut aşılıyor.

İnsan olma yolculuğunun önemli bir kısmı insanın iradesindedir ve aydınlanmış bir akıl elinde olanla olmayanın ayırımındadır. Öyle ki dünyada, gerektiğinde onun da ötesinde, olup bitenler karşısında verdiği tepkiler, yüklediği anlamlar, ikilemler karşısında yaptığı tercihlerle insan olma bilincinin oluşmasını sağlar. Hele ki etik değer taşıyan eylemleri söz konusu olduğunda, ahlaki ikilemler karşısında aldığı kararlarla insan olma hamuru gerçek anlamda yoğrulmaya başlar.  Bu noktada ne yiyeceğine, ne giyeceğine karar verirken kendini aşamayan, tekrara düşen insan, esas sınavını soykırımlar, eşitsizlikler, açlıklar, salgınlar, soyu tükenen canlılar karşısında takındığı tutumlar ve eylemlerle verir. Eylemlerini belirleme sürecinde düşünme ve doğru bilgilerle doğru değerlendirme yapma bu dönüşümün anahtarıdır. Bu aynı zamanda bir oluş ve kendini yaratım sürecidir, varlık koşullarının sağladığı bir başarıdır.


Kaynaklar

[1] Türkiye’de Felsefi Antropoloji Çalışmaları, Takiyettin Mengüşoğlu ve Felsefi Antropoloji   Gelece- (ne)-ği, Yaylagül Ceran, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt 9, Sayı 17, 2011, 539-552.

[2] İnsan Felsefesi, Takiyettin Mengüşoğlu, Doğu Batı Yayınları, 2015.

[3] Etik, İoanna Kuçuradi,Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 2015.

 

 

 

 

Dergiler Haberleri