İNSAN BU…

İNSAN BU…

 

Neriman CAHİT


Siz de duyar mısınız…
Ekin tarlalarının içinde…
Ekin kokan mutluluğu…
Ve, yastıkta dinlenirken başınız…
Tam uykuya dalacağınız sırada…
Şükreder misiniz insan olduğunuza…

***
Bir arkadaşım vardı: Saatleri dakikalara, dakikaları da saniyelere bölüştürür: “Şu kadar saniye geçti yaşamımdan… Şu kadar saniyede şu oldu, şu olacak…” diye, kocaman kocaman saat dilimleriyle oynar, çoğu kez beni ürkütürdü…
Yazdıkça öğrendim ki, zamanı ne saat ne de saniye ile ölçebiliyor insan… Daha çok, o süre zarfında yaşanan olaya bağlıdır zaman…
Nice saniyeler var yaşamımızda bir saat ağırlığıyla geçen ve nice saatler var ki, saniyeleri kanatlarına takıp bir kuş gibi uçup gidiverirler… Kuş dedim de aklıma geldi: Nedendir acaba, insanlar mutluluğu hep: “Zümrüd-ü Anka Kuşuna” benzetirler ve bir gün başlarına konması için bıkmadan usanmadan beklerler…
Oysa mutluluk, bir ‘Tarla Kuşunun Ötüşüne’ de bağlı olabilir. Yeter ki, onun getirdikleri doğru algılanabilsin…
Nedense insan yaşadığı anların önemini, getirdiği yoğun duyguları, belki de bin kez yaşar tüm yoğunluğuyla…
İnsan bu… Bugünleri – dünlere, dünleri – yarınlara karıştırmadan edemez. Karıştırır da birçok şeyi yok eder…
Belki istemeden… Ama, sonuçta ne değişir ki…

***
Geçen gün karşılaştığım ve çok saygı duyduğum bir Hocam: “Ne kadar isterdim, Başöğretmen olasın mesleğinde” diye mırıldandı… Hüznü bana çok dokundu… “Üzülmeyin Hocam,  Başöğretmen olmayı hiç istemedim ki…” Bugüne kadar elde edemediklerim, elde etmek istemediklerimdir… Biz halkımıza karşı, korkunç bir sorumluluk duygusu ile yetiştik…
“Ben” yerine hep “Halkı” koyduk… Ve, ondan çok şey öğrendik…
Ve, ben bunu hep öpüp başıma koymuşumdur…
Bugün az buçuk çalışkansam, bu huyum bana “Ondan” geçmiştir… Sevmesini az buçuk biliyorsam,  az buçuk vefalıysam, bunları da ‘Ondan’ öğrenmişimdir… Ayrıca, öfkeyi  ‘O’ öğretti bana… Kahretmeyi, küfretmeyi,  ‘O’ öğretti…
Ve de dayanmayı…
Bugün yaşıyorsam, bugün ayaktaysam, köküm ona bağlıdır da ondan… Ama…
Yaşadıkça da, ayakta kaldıkça da “Ona”, borçlanıyorum… Borçlarımı ödemek için de yaşamak, üretmek istiyorum…
Çok diyet ödememe karşın, yaşamımdan da pek öyle yakındığımı sanmam… Bütün çektiklerim helâl olsun… Çünkü, kendimi haklı bir yola adadığıma inanıyorum… Ve, geçtiğim yol – Mutlu azınlığın değil – Halkımın yoludur… Çektiklerim de… Çetin ve kahırlı bir yoldur…

***
Herkes gibi, benim de bazen arkama baktığım olur… Geçtiğim yollara şöyle uzun uzun bakarım… Ne de olsa taş değilim… Birden, sırtımın ürperdiğini duyarım… Yüreğim ağrır… Ama, gene de tam o anda bana: “Hayata yeniden başlasan, hangi yolda geçmesini istersin?” diye sorsalar şu yanıtı veririm. Gözümü hiç kırpmadan: AYNI YOLDAN…

**********************************************

NEDİR ONCA BİRİKEN…

Çocukluğumda, mahallemizde bir kuruşa oynatılan, sonra da orası burası çekiştirilen, itilen, yerlere düşürülerek alay edilen, uzaktan seyrettiğim ve haline gizli gizli ağladığım “Seydali” miydi…
Bizim sokaklara geldiğinde:
“Bunda pataniyassu” diye ilişip de bir sürü Rumca küfürler sıralayan saçı başı darmadağın, ‘Yaşlı Rum kadınının’ o acınası vahşi hali miydi…
*”Hasanoz bir kuruşa bir fanoz” diye alaya alındığında, yerden aldığı taşlarla çevredeki camları yere indiren… “Deli deli tepeli, kulakları küpeli…” dedikçe…  “Sizin O….u  analarınızı bilmem ne yaparım!” diye başlayıp, olanca küfürü sıralayan o genç adamın ‘Köpüklü öfkesi’ miydi…

***
Bir gece yarısı, çığlıkla uyandığımızda, gecelik entarilerimizle (evet, biz o günlerde gecelik falan bilmezdik.) koşup da, bulduğu her şeyi kıran ve kocasının boğazına sıkı sıkı sarılıp da elleri ve çenesi kilitlenen… Daha sonra, ‘Rum Akıl Hastanesi’ dediğimiz ‘Devlet Hastanesinde’, annem ve komşu kadınlarla ziyaret ettiğimizde zincirlere bağlı, ‘Genç Gelinin’ öfkeli çaresizliği miydi?
Yoksa, Bakırköy’e (İstanbul’da evlenip kaldığı) kocasının ‘deli’ diye tıktırdığı ve, (30-40) akıl hastasıyla aynı odayı paylaşmaya zorlanıp da, saçı başı yolunan, tek sağlam yeri kalmayan ‘sınıf arkadaşımın’ acınası hali miydi?..
***
Okuduklarım mı…
Gördüklerim mi…
Şuur altında depolananlar mı…
Yoksa yıllardır: “Demokrasi adına, Düzen adına, sözde: Milli Birlik ve Beraberliğimiz Adına: Küçük bir azınlığın yarattığı, ‘Yağma Hasan’ın Düzeni’nde… Her gün yeniden ve yeniden ırzına geçilen halkımızın, o korkunç tahammülü ve edilgenliğini…
Yaşadığımız onca sevgisizlik, hoşgörüsüzlük, birbirimizin gözünü çıkarmaya çalışan kedilere dönüşümüz mü !..
Yoksa, topluma gittikçe daha da sızan, bulaşan, kirleten o şizofren duygular mı…
Nedir?..

Nedir bilmiyorum…
Bende her gün ağırlığını artıran o taşınmaz yük… O ağrı, o utanç, o öfkelerin doruklarında katlanarak çoğalan…

Nedir… Nedir bilmiyorum…

Dergiler Haberleri