HER ŞEHİRDELER!

Hava soğuk. Üşüyorum. Sağına-soluna bakmadan yolu karşıdan karşıya geçiyorlar. Alışveriş merkezine, restoranlara ve sinemaya giriyorlar. Terliyorlar. Hep bir telaş içindeler.

Hüseyin Bahca

Mağusa’nın en işlek caddesinde dolaşıyorlar… İncecik bedenleri ve bedenlerine uyum sağlayan kıyafetleriyle… Yüzlerinde; mağduriyet, korku, örtük-isyan… Bakışlarında; müşteri arayan gizemli bir endişe… Kimisinin ayağında terlik var, kimisinin yırtık ayakkabıları… Yaşları on iki, on üç ve on dört… Ellerindekiler!, ellerindekileri söylemeye dilim varmıyor. İnsanlığımdan utanıyorum.

Şehrin en popüler kafeteryalarına giriyorlar… Onlardan başka herkes kahvesini içip, pastasını yiyor. Hava soğuk. Üşüyorum. Koşarak kaldırımları arşınlıyorlar, yoldan geçenlerin yolunu kesiyorlar… Hava soğuk. Üşüyorum. Sağına-soluna bakmadan yolu karşıdan karşıya geçiyorlar. Alışveriş merkezine, restoranlara ve sinemaya giriyorlar. Terliyorlar. Hep bir telaş içindeler. Yaşları on iki, on üç ve on dört. İnsanlığımdan utanıyorum. Kendi adıma konuşuyorum. Konuştukça batıyorum.

“Olmaz, olamaz, böyle olmamalı.” diyorum bir Avukat’a. “Onlar böyle mutlu, sıcak paraya alıştılar.” diyor… Haklardan bahsetmeye çalışıyorum. Avukat; “hayırdır hukukçu mu oldun?” diyor. Başımı eğiyorum. Anlatacaklarını dinlemek istiyorum, ama bi’şey anlatmıyor. Toplumsal adalet arayışındaki yenilgiyi bir kez daha hissediyorum. Bu hukukçu arkadaşımdan adalet beklediğim için herkesten özür diliyorum.

Aklımdan bir senaryo geçiyor: Elim telefona gidiyor. Şarjı bitmek üzere. Polisi aramak istiyorum. Sonra ince bir sızı iniyor midemden aşağıya. Sızının inceliğinde; sorular ve bilinmezlik… Sızının başlamasıyla bitmesi bir oluyor. Endişe-korku karışımı bi’şey bu… Tarif edemiyorum. Telefonu yerine bırakıyorum. 

Aniden olduğum yerden kalkıyorum. Ve onların düştüğü hataya düşüyorum; sağıma-soluma bakmadan yolun karşısına geçiyorum. Trafik umurumda bile değil. Basılacaksam, basılayım. En çok ölürüm. Ölürsem belki midemdeki yanma diner! Sert adımlarla yanlarına gidiyorum. Gülerek yaklaşıyorlar. Beni kendilerinden sanıyorlar. Ellerindekileri uzatıyorlar… Tam konuşacaklar, susturuyorum! “Ne yapıyorsunuz?” diye soruyorum. Şakaklarımda yanardağların patlayışı. Korkuyorlar (beni sivil-polis zannetmiş olmalılar). Bir iki adım geriliyorlar. Durumu fark edince; “durun!” diye sesleniyorum otoriter bir ses tonuyla… Duruyorlar. “Anlatın” diyorum. “Anlatın… Kimden aldınız bunları?! Sizi bu işe kim sürükledi?! Kendinize mi işliyorsunuz, başkasına mı?! Kaç kişisiniz? Hangi bölgelerdesiniz? Size zorla mı yaptırıyorlar bu işi?! Anlatın…”

İlk, on üç yaşındaki konuşuyor: “Ağbi, babam inşaat işçisidir. Kıbrıs’ta iş yok. Memlekete gitti… Tarlayı sulamaya, ekmeye, biçmeye… Bu ay 150TL yolladı… Mecburum… Affet.” On dört yaşındaki: “Benim babam ölüdür ağbi, annem evlere temizliğe gider, bu işi yapmazsam olmaz… Küçük kardeşlerim var… Bir büyüğüm de bu işi yapar, bir küçüğüm de… En büyüğümüz berber çırağı… Geceleri bazen o da gelir… On iki yaşındaki suskun. Hiçbir şey söylemiyor. Konuşmaya korkuyor. Kara gözlerinde yeşil bir nehir. Dokunsam ağlayacak. O ağlarsa hepsi birden ağlayacak. Bunu biliyorum ve susuyorum. Gözlerimi yumuyorum. Kendimden utanıyorum. “Yaşınız kaç? Siz daha çocuksunuz, çocukluğunuzu yaşamalısınız!” diyorum. Hepsi birden yaşlarını söylüyor. On dört yaşındaki: “Ben büyüdüm ağbi… İki yıl sonra lisede okuyacağım.” diye cevap veriyor sessizlik yüzlerimize çöktükten sonra… Hep birlikte gözlerini gözlerimden kaçırıyorlar. Ben de onların yüzlerine bakamıyorum. Hınçla arkamı dönüp çantamı bıraktığım mekâna doğru ilerliyorum. Üzerimde para yok, para alıp gelmeliyim, bu çocuklara para vermeliyim, bu gecelik bu işi yapmamalılar, nasıl olsa yarın bulunur bir çare gündüz gözüyle! Ağlayarak koşmak istiyorum. Sinirden tir tir titriyorum. Dişlerim birbirine çarpıyor. Ama ağlamıyorum. Koşturmuyorum. Titreyişimi ve dişlerimi sakinleştiriyorum. Sayısını hatırlamadığım kadar adım atıyorum; ya altı olmalı, ya yedi… Tanımadığım, ilk kez duyduğum cılız bir ses: “Ağbi! Ağbi…” dönüp bakıyorum. Karşımda on iki yaşındaki çocuk: “Bir gül alsaydın, güzel yengemize be ağbi…” 

Dünya başıma yıkılıyor. Ama ölmüyorum. Sadece kafamı toparlayıp bu yazıya başlayabiliyorum.

 

Dergiler Haberleri