Hayatımızdaki ilişkiler ve yansıtma…
Yansıtma dediğimizde, çoğumuzun aklına “ayna etkisi” gelir; yani ne verirsek onu alırız düşüncesi.
Bazılarımız için bu, karşılıklı etkileşimin doğal bir sonucu; bazılarımız içinse duyguların ve düşüncelerin karşımızdakine farkında olmadan aktarılmasıdır.
Peki, gerçekten nedir yansıtma?
Psikolojide yansıtma, kişinin kendi içinde kabul etmekte zorlandığı duygu, düşünce ya da özellikleri başka birine atfetmesidir.
Yani, bizde olanı karşımızdakinde görürüz.
Bazen bunu fark etmeyiz bile; bir davranışa tepki verirken, aslında kendi içimizde bastırdığımız bir duyguyla yüzleşiriz.
Ama yansıtma farkında olalım ya da olmayalım sadece bireysel ilişkilerde değil, hayatın her alanında karşımıza çıkmakta.
Nietzsche, “İnsan, en çok kendisinden kaçar,” der.
Ne kadar tanıdık, öyle değil mi?
Belki de bu yüzden, en çok kızdığımız, en çok yargıladığımız şeylerde kendimizi buluruz.
Freud’a göre yansıtma, benliğin savunma mekanizmasıdır; Jung’a göreyse, “Gölge” dediğimiz iç karanlığın dış dünyaya düşen yansımasıdır der.
Yani birini eleştirirken, aslında farkında olmadan kendi içimizde gizli kalan tarafımıza ayna tutarız.
Oysa Jung’un dediği gibi: “Başkalarında bizi rahatsız eden her şey, kendimizi anlamamıza götüren bir ipucudur.”
Sizce?
Peki iş yerinde...
İş yerinde yaşadığımız birçok çatışma da doğrudan duygusal yansıtmalardan beslenir.
Yöneticinin sert tavrı, çoğu zaman kendi baskı altında kalmışlığının bir yansımasıdır.
Peki bunun farkında mıdır?
Sanırım kocaman bir soru işareti dooğar bu noktadan.
Öte yandan bir çalışan, eleştiriyi kişisel bir saldırı gibi algıladığında, belki de içinde taşıdığı “yetersizlik korkusu” devreye girmiştir bile yaşamış olduğu bu döngüden sonra.
Bu döngü burada çoğu zaman bitmiyordu, tabii ki!
Devamında ise; kimi zaman bir ekip arkadaşının başarısı bile, insanın kendisinde kıskançlık değil, kendi potansiyeline olan inancını sorgulayan bir aynaya dönüşmekte çoğu zaman.
Kurum kültürü içinde bireyler, farkında olmadan kendi güvensizliklerini, beklentilerini ve bastırılmış öfkelerini birbirine yansıtmakta.
Bu da iş ortamında görünmez duvarlar örüp, devamını ise; soğuk tebessümler, yarım cümleler, içten içe kırgınlıklar getirmekte...
Sokrates, “Kendini bil,” demişti.
Aslında tüm ilişkiler bu çağrının etrafında döner.
Kendimizi tanımadıkça, her ilişkide aynı sahneyi, farklı yüzlerle yeniden oynarız.
Ve aşk?
Aşkın içinde de yansıtma derin bir şekilde işler.
Sevdiğimiz kişiye hayranlıkla baktığımızda, çoğu zaman aslında kendi içimizde var olan sevgi kapasitesini görürüz.
Ama bazen de, kırgınlıklarımızı, korkularımızı, geçmiş acılarımızı karşımızdakine yükleriz.
“Beni anlamıyor” dediğimizde, belki de aslında kendimizi anlamaya hazır değilizdir.
Sizce?
Aşk, iki kişinin birbirine değil, birbirinde kendine bakma hâliydi oysa…
Bu yüzden, en büyük çatışmalar bile bazen kendi iç sesimizi duymamıza vesile olur.
Rollo May’in dediği gibi: “Aşk, iki insanın birlikte büyümeye cesaret etmesidir ” der.
Peki ya çocukluk ve gençlik dönemlerimiz ve de içimizdeki o hiç büyümeyen çocuk…
Çocukluk ve gençlik dönemlerinde de yansıtma yoğun şekilde yaşanır.
Bir öğrenci, öğretmenine duyduğu tepkiyi aslında evde yaşadığı bir otorite figürüne yöneltmiş olabilir.
Akran gruplarında dışlanma ya da eleştiri, çoğu zaman bireylerin kendi güvensizliklerini başkalarına yansıtmalarıyla ilgilidir.
Zorbalık, küçümseme veya ötekileştirme davranışları bile, aslında kişinin kendi içinde bastırdığı değersizlik duygusunun dışa vurumudur.
Albert Camus’nün bir sözü vardır: “İnsan, başkalarını küçümseyerek kendini büyüttüğünü sanır; oysa sadece kendi eksikliğini açığa vurur.”
Aslında hepimiz, her gün yansıtmalara maruz kalıyoruz.
Birinin bizi yargılaması, küçümsemesi ya da suçlaması çoğu zaman bizimle değil, onun iç dünyasıyla ilgilidir.
Tıpkı bizim de bazen birine kızarken aslında kendimize kızdığımız gibi…
Her ne kadar tepkisiz kalınması zor bir durum ve belki de süreç olsa da!
Karşımızdakinin düşüncesi, bizi tanımlamaz; onun neye nasıl baktığını gösterir.
Ve biz, o aynada yansıyan bir figürden fazlasıyız.
Yansıtmayı fark etmek, olgunlaşmanın ve içsel farkındalığın en güçlü adımlarından biridir.
Çünkü artık her sözü kişisel algılamaz, her duyguyu sahiplenmeden gözlemleyebiliriz.
Epiktetos der ki: “Seni rahatsız eden şey, olan biten değil, senin o olana yüklediğin anlamdır.”
Belki de farkındalık tam olarak budur:
Kendimizi, duygularımızı ve yansımalarımızı izleyebilmek…
Biliriz ki, herkes kendi aynasından dünyayı görür.
Ve belki de en derin ilişki, önce kendi içimizle kurduğumuz ilişkidir.
Satırların yarenliğinde yeniden görüşmek dileğimle, hoşça kalın.