Hayatımızdaki ALFRED HITCHCOCK ve ANDY PANDYler... (1)

Hayatımızdaki ALFRED HITCHCOCK ve ANDY PANDYler... (1)

 

Gülfidan Erhürman
gul_fidan_2@hotmail.com

Hayatıma yön veren adamlardan biri diyebilirim Alfred Hitcock için, korkutarak bir çocuğun hayatına yön verilmesine şiddetle karşı olamama rağmen. Çocukluğunu korumacı ebeveynden uzak yaşayanlar ne dediğimi anlar... Tüm tehlikelerden küçük yaşta kendi çabalarınızla korunmayı öğrenmek zorunda kalmışsanız sizi mutlu edecek şeylerden çok, doğru olacak şeylere odaklanırsınız. Bu mutsuzluk bahasına olsa da...  Çok az adam yön vermiştir hayatıma, belki babam olmadığından annem de çalıştığından kaynaklı... Babamı 5 günlükken yitirmişim, şanslı mı şansız mıydım bilmiyorum. Babası olanların ne kadar “erkek” ne kadar baba olduklarına dair şüphem olduğundan... Baba olanları tenzih ediyorum ama o kadar azlar ki...

Çok eskiden TV siyah beyazken her hafta “RIK TV” de dizisini izlerdim Hithcock’un. Sekizli yaşlarda başladı bu serüven TV tek kanaldı o zaman. Gecede 5-6 saat yayın yapardı. Yeni çıkmıştı ve devrimdi bana göre... Annem komşuya devamlı gidip rahatsızlık verdiğimizden ( Radyonun müdürüydü, tv ilk çıktığı gün almıştı evine) rahatsız edilmeyi göze alarak bir tane almak zorunda kalmıştı bize. Baba olmadığından yerini tutabileceğini sandığı her şeyi alırdı yerinmememiz için...  Süleyman tarih kitaplarındaydı hayatımıza girmemişti daha ben roman okuyordum tarih yerine, hayal kurmayı sevdiğimden. Onun da bir tür hayal ürünü olduğunu çok sonra öğrendim. Hayalle yaşarken, güne ve geleceğe bakmayı televizyon sayesinde  öğrendim, çocuk olsanız bile hep hayalle yaşayamaz yaşadıklarınızdan da kaçamazsınız... Geçmişi bugünle harmanlayıp geleceğiniz için kurduğunuz hayale sıkıca sarılmanız lazım. İnsanlar bunu bazı şeyleri kaybederek öğreniyor. Bu neyi ne kadar okuduğunuza bağlı, her insan önce kendine medyum olmalı kendini ve geleceğini iyi okumak ve yorumlamak zorunda çünkü kötüyle savaşıp iyiye ulaşmak istiyorsa.

Bizim çocukluğumuzda TV’de “Andy Pandy” diye bir kukla oynatıyorlardı çocuk saatinde ve berbattı... Çizgi filmler gibi herkesin anlayacağı bir dilde değildi Rumcaydı, bazen düşünüyorum da siyaset de sessiz bir çizgi film olsa belki insanları güldürür ağlatmazdı. Bir de cingılı vardı “Andy Pandy bezi ya sas lala lala lala” diye. Son lala la kısmına dikkatinizi çekerim alay eder gibiydi çünkü... Karton kutudan çıkan eli ayağı iple bağlı kağıttan bir kuklanın neşeyle lalala diye şarkı söylemesi  mümkün mü sizce... !? Devamı da şöyleydi, “O Andy Pandy filo sas...”  Sözleri anlamayanlara tercüme edeyim çünkü bizim ülkenin bir de bu belası var 3 dilli çıngıraklı yılan gibiyiz. “Andy Pandy sizin için oynuyor Andy Pandy arkadaşınız...” Küçük olmama ve aptal kutusuna alık alık hayranlıkla bakmama rağmen sevmiyordum o programı. Ne kadar bölüşmeyi, paylaşmayı, eşitliği öğretebilir ki eli ayağı bağlı olan ve sonunda da bir kutuya tıkılan kukla. O eskiyi hep güzelleyen arkadaşlara duyurulur biz Andy ile büyüdük ve Andy’nin ufku bir karton kutu kadardı.

Alfredin dizilerinde “lalala” yoktu, buz gibi izlerdiniz en masum insanları bile zan altında tutmayı öğrenirdiniz de adam orada bile sizi şaşırtır kötü sandığınızı suçlu çıkarmazdı, ne kadar dikkatli olsanız yenilirdiniz... Hayat gibiydi adam darbe yiyerek bu hale geldiği de ortada, bir sürü film dizi yönetmiş ama en iyi yönetmen olamamış mesela, benim aklımda çok iyi bir yönetmen olarak kalmasına rağmen. Babası erken öldüğünden annesi tarafından baskı altında tutulduğundan bahsediliyor, belki de bu yüzden her seferinde hiç umulmayacak birileri tarafından öldürülen insanlar olmuş. Senaryolarında anneyi evlada öldürtecek kadar sürpriz sonuçlar vardı. İnsanları dizilerin nasıl etkilediğini bilmediğiniz gibi korumacı ebeveynlerin de nasıl etkilediğini hiç kestiremezsiniz. Kollama koruma bir yere kadar gerisi sıkar bunaltır ve bazen de nefrete döner... Biz yine iyiydik, kitaplardan yeknesaklıktan geçmişten erken çıkmış bir şekilde dünyaya atmıştık kapağı, bir ara antenler yetersiz kaldığında üzerine tencere kapağı koyanlar vardı benzetmeyi yadsımayın. Hiç unutmam gazetecinin biri gelmiş ve bizim için şöyle yazmıştı: “ Kıbrıs’ta gecekondu gibi evlerde yaşayan çok, ama üstünde tv anteni olmayan yok...” Ve haklıydı hâlâ öyle.

Türkiyede TV yoktu o zamanlar... Ne Alfred yaşıyordu onlar için ne Andy Pandy. Herkes kulaktan dolma yaşıyordu Kıbrısı, bazıları hala öyle. Yol da kolayına bağlanmıyordu, dolayısıyla hayaldi Kıbrıs’a gelmek, kız almak başa bela. Vizeyle girebiliyorlardı kızların kalbine o kadar yasaktılar yani. Tasvip ettiğimden söylemiyorum, hani başka bir memleket değişik bir kültürü anlatmak babında... Birilerini kendi kafanıza göre okuyup da 11inci il olarak tasarlamak yanlış. O birileri bizi Andy kendilerini de Alfred sanıyor sanki adayı da arka bahçe... Hani her tür oyun oynamayabilecekleri ve iplerle idare edilen insanların doldurulabileceği bir karton kutu... Kullandığımız dil aynı gibi görünse de aksan çarpıyor işte, hatta bazen korku salmak için de bile bile çarpıtılıyor insanların yüzüne tokat gibi... 

Alfred her dizinin başında en korkunç haline bürünür o soğuk sesiyle korku algınızı açmak için bir şey anlatırdı, dil İngilizce’ydi anlarsanız tabii... Bu ülkede 3 dil bilmek zorundasınız ana dile güvenemezsiniz sadece sonra size başkaları tercüman olur ve hiç hoşunuza gitmez çünkü hayatınızı kaydırabilirler... Buradaki savaşlar hep bu tercümanlardan çıkmıştır diyebilirim deneyimler konuşur. Kısaca dizileri izlerken bilmediğiniz kelimeleri öğrenmek zorundaydınız aslında bu aşkta da siyasette de her şeyde gerekli. Bilmediğiniz yanlış anladığınız bir kelime bazen korkunç bir son doğurabilir. Dünya bir alem ve öküzün boynuzunda değil, maazallah Ali ağanın öküzü bakar iki gözü olursunuz şimdiki gibi, yüreğinize de ülkenize de. Ben annemin öğrettiği Rumca alfabeyle İngiliz komşudan öğrendiğim İngilizceyi hasbelkader biraz sökmüşüm, alt yazıda geçen Rumcayı İngilizce denilen o soğuk lisanla karıştırıp Kıbrıslı Türkçesiyle anlıyordum konuşmaları. Bizde kurgu ve vakit sınırsız siesta ülkesiyiz çünkü,  güneş hiç başımızdan eksik olmuyor mayıştırıyor, doğru anlamıyor düşünemiyorsunuz. Sizi sevmeyeni bile körkütük aşık sanırsınız yüreğiniz sıcak olduğundan, ne de olmasa Afrodit’in çocuklarıyız... Bu 3 dil de başımıza çok iş açmıştır bu yüzden, dizinin sonunun korkunç olacağı da belliydi bu karmaşada. Hatta bana sorarsanız aynı dili konuşmak da yetmiyor, dedim ya yeni kelimeleri öğrenmek lazım ve aksan da önemli... “Entegrasyon” Kıbrıs halkına Cem Karaca’nın bir şarkısında bilinmeyen kelime gibi kaldı uzun süre, anlamını öğrenip kafalara drank edene kadar. Anlaşılmayan anlaşılınca da “Barra, has...” gibi sözler geçmişten gelip dile pelesenk oldu ve hoş olmadı tabii... Anlayana...

Alfredin dizilerindeki korkunç sonuçlara dayanabilmek için insanın kelimeleri erken öğrenmesi algısını açık tutması gerekti Andy gibi o tabut kutuya konmamak için. Dizinin veya filmin sonuncunu erkenden kavrayıp kendini buna hazırlaması için, hayat böyle... Aşktan tutun herşeye hatta siyasete, dilinizi iyi kullanmak zorundasınız, ha! Sizin yerinize başkasının konuşması hoşunuza gidiyorsa başka, artık başa geleni de çekersiniz... Alfred Hithcock inanılmaz korkunç sonlu senaryolar yazardı adam kuşları bile katil etti başımıza, kuşa bile güvenmeyin diyerek de Oscar aldı filmleriyle... Çok kıvrak bir zekası vardı, hala aynı fikirdeyim, o kadar ki diziyi izlerken korkmaya kendimi hazırladığım halde sonunda her zaman ödümü kopartmayı başarmıştır, katili veya kötüyü önceden belirleyemediğimden... Yeri hala doldurulmamıştır öyle düşünüyorum. Korkuya beni o kadar bilemiştir ki filmlerde, dizilerde hatta hayatta kötüyü hemen seçiyorum, izlemeye başladığım andan katilin kim olduğunu anladığımdan da tadı kaçıyor haliyle ama yaşadığım hayatta bu yeteneğime de şükrediyorum. 

Hayata bakan- kör gibi bakıp kendine hiç bir şey dokundurmadan başkalarına yevmeden çok, kendini her şeyin dışında tutarak iyiyi oynamak kötüyü de başkalarına yıkmak kolay çünkü. Hâlbuki bilmeden yaptığımız o kadar çok kötülük var ki Alfred’in senaryoları bunun yanında hiç kalır. Fark ettiğimizde inkâra kalkıştığımız, mazeretler ürettiğimiz, kendimizi akladığımız şeylerdir bunlar. Hele bize benzemeyenleri ahmak diye nitelendirdiğimiz o çıkar ilişkilerinin farkına varsak, kurguladığımız bu arkası yarın dizilerinin yalnızca kendimizi ve günü kurtarmak olduğunu ve bize ne kadar kötü bir son hazırladığını anlayacağız. Sadece kendimize değil, sevdiklerimize hatta çocuklarımıza bile. Hakkı olmayanı çocuğumuza dilenerek elde edip sevindiğimizde, böylesi bir durumda dizinin sonunda dayısı olmadığından işsiz kalıp aç boynu bükük kalan o gence nasıl ağlayabiliyoruz şaşıyorum... Çocuklarımıza eşitliği öğretmediğimizin geleceğimizi ganimete alıştırdığımızın ve bu halimizle ne kadar kötü olduğumuzun ne denli farkındayız, meraktayım.

Alfred her dizide ve filmde bir lâhza kendini oynatır ve sonra da oturup kedini dışarıdan izlerdi, keşke insan bunu hayatta, aşkta hatta siyasette yapabilse. Hep kendimize iyi rol biçtiğimiz ama çoğu kez bilerek bilmeyerek yazdığımız ve kötüyü oynadığımız o çirkin senaryolarda kendimize bir de dışardan bakabilsek ve yaptığımız yanlışları kötülükleri verdiğimiz zararı görebilsek  “utanma artık yorgan altında” demeyecektik eminim... Tabii kendimize mazeret uyduracak kadar açıkgöz değilsek ve Andy Pandy’i oynamıyorsak. Burada anlatmaya çalıştığım Alfred Hitchcok... Ve onun sonu belli olmayan kötüyü hiç bir zaman kestiremediğiniz korku dizileri. Hayatınızı anlattığınızda sizin nasıl bir kutuda yaşadığınızı bilmeyenler duygularınızı pazarladığınızı söyleyebilir. Acıdan söz gelmesinden sonucu olmayacağından korkarak severek yaşayacağınız arkadaşları, aşkları neden yaşamadığınızı anlamadıklarından... Hayatta yanlışlar yapmışınızdır,  gayeniz başkaları yapmasın. Korkmamak lazım sonunda muhakkak  kötü biri olacaktır evet,  ama kötüler  ve  yanlışlar sizi hayata karşı biler aksi hayatta sonu belli olmayan bitmeyen dizilerde  figüranı oynar hatta kötü siz olursunuz.

Biz Alfred’in dizilerindeki gibi kötünün kim olduğunu anlamadığımız sonu belli olmayan bir korku dizisinde yaşadık senelerce...  Alfred öldü eğer ölmeseydi her dizinin sonunda sizi korkutarak ummadığınız bir taşın başınızı nasıl yaracağını size gösterirdi... Hala o korkunç cıngılı kulağımda o soğuk hissiz konuşması ve korkunç profili... Beni arkası belli olmayan yaşadığım her olayda dikkatli olmaya çağırıyor ama korkunun ecele faydası olmayacağını da öğretti...  İnsanın bazen aşktan kör olabileceğini ve karşıdakinin niyetini  göremediğinden de kendi kendinin katili olabileceğini ondan öğrendim ben. Bir de ölenlerin bazen yıldız olup yüreğinize düşebileceğini ve aklınızda senelerce yaşayabileceğini...  Hitchcock benim için öyle,  hayatıma yön veren çok az adamdan biri ve öyle olmak önemli galiba.  Sanatın her dalı insanı zenginleştiriyor düşündürüyor, korkutuyor,  içinize gaile ekiyor sizi şekillendirip, duygusallaştırıp insan yapıyor... Bazen gülümsetiyor, zaman zaman da ağlatıyor, mutluluğu korkularınızdan dolayı görüp de alamadığınızdan... Kısaca Alfred’in dizilerindeki gibi korkuyla yaşadığımız bu senaryoda sonunda kimin kötü olduğunu bilmeyen insanlar yaşadı hep bu adada ve hala yaşıyorlar... Katillerini ve neden öldürüldüklerini bilmeden... Alfred’i izleseler bu kadar korkmaz, Andy Pandy olmazlardı diye düşünüyorum bazen.

Dergiler Haberleri