-‘Geceleyin Kütüphane’-

O kitaplardan birini eline alıyorsun; bir kitabın sayfalarını açmak her seferinde özgürlüğün kapısını açmak gibidir senin için.

Hakkı Yücel
hkyucel52@gmail.com     

GECE DEFTERİ’den -8-

1.

Dışarda gazabın ve azabın ateşiyle yanan bir dünya, çözüm ve çözülmenin tereddüdü arasında gidip gelen bir ada var. Sen Borges’in ‘cennet’ diye tarif ettiği, Manguel’in adını ‘Geceleyin Kütüphane’ koyduğu yerdesin. Çöl ıssızlığını ve sonsuzluğu çağrıştıran bu gizemli ortamda, zihnini kemiren, yanıtı zor soru şu: ’’Yeni bir başlangıçta  ‘hatırlamak’ mı erdem, yoksa ‘unutmak’ mı?’’ Daha ilk adımda duvara tosluyorsun; işte seni yine illaki birini seçmeye zorlayan o ‘Ya..Ya da..’ tuzağı. Tuzak o eski tuzak ama sen artık o eski sen değilsin, küt diye anında verilecek, üstelik doğruluğundan kesin emin olduğun yanıtın yok. Nasıl olsun ki, şimdi bu soru karşısında geçmişten bu güne değer verilen başvuru kaynakları olarak misal Platon’a kulak versen ‘’Öğrenmek, hatırlamaktır..’’ diyecek; Nietzsche’nin kapısını çalsan  ‘’İnsan unutmayı öğrenemeyince hep geçmişe bağlı kaldığı için şaşar durur kendine’’ diye konuşacak, acaba Deleuze ne diyor diye soracak olsan ‘’yeni deneyimler için unutmak gerek’’ karşılığını alacaksın. Bu kadar da değil, arayıp sormaya daha da devam edecek olsan bu ikilem arasında bir o yana bir bu yana salınıp duracaksın. Bir an, içinde bulunduğun cennet mekânın sonsuzluğu çağrıştıran çöl ıssızlığı kıvamındaki gizemli havasını içine çekerek soluklanıyor ve önüne çıkan tuzağın etrafından dolanarak, seni ‘Ya..ya da’ seçeneklerinin ötesine taşıyabilecek gücü içkin kitaplara uzanıyorsun. Gerçek kendini kolay teslim etmiyor.

2.

O kitaplardan birini eline alıyorsun; bir kitabın sayfalarını açmak her seferinde özgürlüğün kapısını açmak gibidir senin için. Bu yüzdendir, daha ilk anda kendin olma haline dönmenin rahatlığını hissediyorsun. Her şey yolunda gidiyormuş gibi davranıyor olmanın içini ezen ağırlığı buharlaşıp uçuyor üzerinden, hayata uyum sağlamak demek olan yüzündeki maskeyi, çekip çıkarıyorsun. Maskesiz yüzün şimdi bir sis bulutunun arkasında ve sen kendi yüzüne o sis bulutunun içinden bakıyorsun. Aynı anda vazgeçilmez yoldaşlarından Pessoa kulağına bıçak gibi keskin bir cümle fısıldıyor: ‘’Hayatımı yaşayan bir başkası var ve ben onun kim olduğunu bilmiyorum.’’

Ürperiyorsun…

3.

O bıçak gibi keskin cümlenin fısıltısı yankılana dururken kulaklarında, bir yandan da az sonra adına ‘okuma şöleni’ dediğin gizemli yolculuk için hazırlık yapıyorsun. Sen buna ‘okuma şöleni’ diyorsun ama şu da var ki senin için sadece okuma şöleninin nesnesi değildir kitap, bir ‘seyir şöleni’nin nesnesidir de aynı zamanda. Öyle ya sırt sırta vermiş harflerle, o harflerin ördüğü kelimeler ve sonra da o kelimelerin cümleler halinde kıvrım kıvrım uzayıp gidişlerini izlemek, bir mucizenin gerçekleşmesinden başka nedir ve bu mucize bir ‘seyir şöleni’ olmak dışında başka nasıl nitelendirilebilir? Parmaklarının arasında okşadığın her bir sayfanın üzerinde harflerin kelimelere, kelimelerin cümlelere dönüşerek satırlar halinde uzayıp gitmelerini seyretmek ve de orada içkin tarifi zor gücü hissetmek, her seferinde doğurgan bir tabloya bakıyormuşsun duygusu uyandırıyor sende. Orada düşlerin ya da hayallerin görüntüler olarak tahayyül edilebilmesinin insanı çarpan gücünü hissediyorsun. Soyut tahayyüllerin somut görüntüler olarak inşası; işte bir kez daha ‘imgelerin büyülü ve doğurgan dili’ diyorsun.  Ancak biliyorsun kitapla çıkmaya hazırlandığın yolculuk bundan ibaret değildir, sonrası da vardır; sıra o imgelerin -şüphesiz kavramların hakkını vererek ve de gerekliliklerini unutmadan- anlam olarak derinleşmesi, genişlemesi ve çoğalmasına, yani bir metin olarak okunmasına gelecektir. Kitapla başlayan yolculuğun ‘seyir şöleni’nden ‘okuma şöleni’ne geçme evresidir senin için artık bu. Tek tek harflerin, o harflerin bir araya gelerek oluşturdukları kelimelerin ve o kelimelerin ördüğü cümlelerin ‘imgesel dili’nin sende uyandırdığı görsel duy(g)u ve algı,  şimdiden sonra ‘yazı(n) dilini’nin anlam yükünü içkin zihinsel algıya dönüşecek. Daha doğrusu sen ‘imgesel dil’ ile ‘yazınsal dil’i (‘kavramsal dil’ ile birlikte) buluşturacak, bu buluşmayı bilgi ve bilinç olarak da büyütüp çoğalttıkça ötesine geçmeye de çalışacaksın.

4.

Şimdi sen elindeki kitabı okuyarak devam edeceğin yolculuğunda, yani okuma şölenine başladığında, evet artık yer ve zaman değiştirmenin eşiğindesin. Burada zaman sonsuzluktur, mekân ise ‘pürüzlü’ olandan (kodlanmış ve sınırlı olandan) ‘pürüzsüz’ olana (Akışkan, sınırları aşan ve de doğurgan olana) dönüşmek suretiyle mahiyet değiştirecektir. Öyle bir yer ki, sen orada dururken önünden bütün bir kâinat akıp geçebilecek ve neredeyse imkânsız olana varana kadar, yani ”Gökyüzünde ekilen kelimeleri yeryüzünde” toplayabileceksin. Tecrübeyle sabittir, kendinden de biliyorsun, okumak bir içe kapanma (buna içe kaçma diyen de olabilir), düşler(in)de ve düşünceler(in)de gezinme/kaybolma hali de yaratır insanda. İşte öyle bir eşiktir durduğun ve okumaya başlayarak geçeceğin o eşikten sonrası bir başka zamana, başka mekâna ve başka hayatlara da ait olacaktır. Şimdi artık burada sen, kendin de dâhil, aradığın şey(ler)i ya da aradığını bildiğin şeyleri (bildiğini sandığın şeyleri) bulmanın olduğu kadar, ne arıyor olduğunu bilmediğin şey(ler)i bulabilmenin kapılarını zorlamaya başlıyorsun. Çok geçmiyor bir kapı açılıyor ve bu kez de bir başka vazgeçilmez yoldaşın, Kafka, kurduğu bir cümleyle damardan giriyor:

“Dünyanın acılarından uzak durabilirsin, bu ihtimal sana açık ve mizacına da uygun düşer, ama belki de bu uzak duruş kaçınabileceğin yegâne acıdır.” Okuduğun bu cümle hızını kesiyor,

-okumak hız kesmek demek de değil midir zaten- duruyorsun ve düşünüyorsun.

5.

Sonra bu cümleyi bir daha ve bir daha okurken, şimdilerin sanal dünyasında uluorta kullanılan, neredeyse toz zerrecikleri halinde uçuşan aforizma bolluğu geliyor aklına. İç içe geçmiş yoğun düşünce yumağından süzüldükten sonra arda kalan tortularsa eğer aforizma(lar) diyorsun kendi kendine, yükleri oldukça ağır demektir. Öyle olmalı, çünkü süzüle süzüle bir tortu haline gelene kadar yoğun bir çabayı ve zahmeti de beraberinde taşıyan zorlu bir yolculuktur bu. Ancak şu da vardır. Bu zahmeti en başta onu yazan çekiyor olsa da, aforizmanın kullanım değerini belirleyecek olan alıcısının/kullanıcısının da o zahmete katılmasıdır. Çünkü bu zahmet ve yük o aforizmayı yazanla sınırlı değildir, alıcısını da kuşatır, kendini yeniden keşfetmenin, yaratmanın macerasında güçlü tutamağı olur. Sen bu çileyi çekmeye razısın, dahası bu çileyi çektiğin oranda yaşadığının farkına varıyorsun; sağlam kurulmuş bir cümle, o cümlede yerini bulmuş bir virgül, yeni kapıları zorlayan bir soru işareti, hayret ve merak uyandıran ünlem, teker teker kelimelerin mucizesi kadar hiçbir şey seni etkilemiyor; belki bu yüzden öyle bir cümle/aforizma okuduğun zaman tam da şairin dediği gibi “başın dönüyor her şeyden, imkândan ve kullanılmamış sınırsızlıktan”(*)  Ve yine bundan olsa gerek, “Ne kalıyor geriye? Dil kalıyor” diyen kim varsa, ama asıl o dilin sonuna ve ötesine kadar giderek hakkını veren -o dili yoğunlaştırıp ona zenginlik katan ve o dille anlam dünyasına geniş ufuklar açan- kim varsa ona kulak veriyor, onunla gönül ve düşünce bağı kuruyor, hemhal ve hemahenk oluyorsun. Yetmiyor, dil kendi başına bir iletişim aracıdır ama dilin kendi başınalığının bu aracılığında bir eksiklik olduğu notunu da gözden kaçmasın diye bir kenara düşüyorsun. Ya da sen öyle düşünüyor, bu eksikliği dil varsa yazı(n) da olmalıdır diye tamamlıyorsun, bu kadarla da kalmayarak duygularını ve düşüncelerini yazı ile ifade edemeyen aklın her türlüsünün -etrafta ne çok vardır onlardan- sığ olduğuna inanıyor, kendi sığlığından da rahatsızlık duyuyorsun.  

6.

Sen bu rahatsızlığı bir kez daha hissederken, Kafka’dan okuduğun cümle ilave sebep oluyor, her sabah uyandığında sana dehşetinden kurtulmak için çırpındığın bir kâbus gibi görünen bu dünyanın acılarını yeniden hatırlatıyor. Evet, hatırlamak acıtır, çünkü hatırlamak aynı zamanda bir hafıza yolculuğu, hafıza yolculuğu ise en başta tarihe –ahh o uyanmak ve dehşetinden kurtulmak istediğin kâbus- yolculuk demektir. Tarih ise evet öğretir ama çoğu zaman bir o kadar da ürkütür. Ürkütür, çünkü genelde anlamı amacı tarafından belirlenen ‘yanlış’ bilgi ve bilinç olarak, insanlık için büyük felaketlerin aracı olur. (Misal, ‘resmi tarih’) Sadece tarih mi? Dünya ki her sabah uyandığında o felaketleri taşıyan bir başka kâbustur bu halinden kurtulmak istediğin, işte o kâbustan çıkış yollarının bulunmasında birinci derecede rolü/sorumluluğu olması gereken siyasetin ve siyasal söylemlerin, şimdilerde, büyük oranda, yanan cehennem ateşini söndürmek bir yana, o yangına körükle gidiyor oldukları bir başka zalim gerçeği bir tokat gibi çarptıkça suratına; yaşadığın sarsıntı, zihinsel bir başka sancıyı da tutuşturuyor aklında. Düşünüyorsun; düşündükçe ister makro isterse mikro düzeyde olsun, hayatın bütün alanlarında varolan ilişkilerin, yerleşik uluslararası sistemin amentüsü ‘reel politika’nın tutsağı olduğunu apaçık görüyorsun. Bir kez daha anlıyorsun ki, ‘ilke’ imiş, ‘değer’ imiş, ‘vicdan’ imiş, ‘ahlâk’ imiş, arkasına saklanan içi boş birer gösteren olmaktan öte bir anlam taşımıyor şimdinin dünyasında.

7.

‘Geceleyin Kütüphane’de çıktığın yolculukta işte şimdi geldiğin yer, başlangıçta sorduğun soruyu bir kez daha getirip bırakıyor önüne: ‘Yeni bir başlangıçta ‘hatırlamak mı erdem yoksa ‘unutmak’ mı? Aslında bu ya da benzeri sorular her dönemde bir biçimde gündeme gelmiş olsa da, bugünün çok daha can yakıcı sorusudur ve zihinleri de fazlasıyla meşgul ediyor. Bu konuda çok şeyler yazılıyor, söyleniyor. Ancak sorun şu ki soruya verilen yanıtlar ve de açılımlar çoğunlukla ‘Ya..Ya da’ anlayışıyla/tuzağıyla örtüşen iki önermeden biriyle -her iki önermede ortaya konan gerekçelerin haklılık paylarını teslim etmekle beraber - sınırlı kalıyor.  Çok kabaca özetlemek gerekirse, ‘hatırlamak’ konusunda ısrarcı olanlar bir bakıma yükü ağır geçmişin hesabının kesilmesine vurgu yaparlarken (yüzleşme);’unutmak’ seçeneğini öne çıkaranlar ise geçmişi sürekli hatırla(t)manın o geçmişin acı tablosunun zihni tamamen işgal ederek öfkeyi, nefreti, hıncı yeniden üreteceğinden ve yeni deneyimlere fırsat vermeyeceğinden, ancak unutmanın buna imkân vereceğinden söz etmektedirler. Aşikâr olan şudur ki tek başına ‘hatırlamak’ ya da ‘unutmak’ insanlık ve dünya adına ‘yeni bir başlangıç’ için yeterli olmayacak, amaca hizmet etmeyecektir. Böyle olunca da  ‘hatırlamak’ ve ‘unutmak’ edimlerini birlikte bir araya getirebilecek açılımlar bir zorunluluk halini alıyor. Öyle olsa da bunun çok zorlu bir süreci gerekli kılıyor olması bir yana ne kadar mümkün olabileceği de keskin bıçak ayarında bir başka soru olarak açığa çıkıyor.

8.

Sen bunları düşünüp kafandaki soruya bir yanıt ararken, çöl ıssızlığını ve sonsuzluğu soluduğun ‘geceleyin kütüphane’de mukim bir başka yoldaşın ses veriyor. Hakan Yücefer ‘Varlık Dergisi Aralık 2013’ sayısında yer alan ‘’Deleuze ve Uyurkulak: Hatırlamanın ve Unutmanın Erdemleri’’ başlıklı yazısında, asırlar önce, Roma İmparatoru Marcus Aurelius’un söylediği ‘’Onlardan intikam almanın en iyi yolu onlara benzememektir’’ veciz cümlesinden hareketle, ‘’İntikam almak söz konusu olduğuna göre, düşmanımızı tanıyoruz ve geçmişi hâlâ hatırlıyoruz. Ama bu intikam temelde ‘onlara benzememek’ten ibaret olacaksa o zaman yeni deneyimlemeler için unutmanın erdemlerine de ihtiyacımız olacaktır’’ diye not düşerek, bir bakıma ‘hatırlamak’ ve ‘unutmak’ın aynı önermedeki biraradalığına dair bir örneği de vermiş oluyor.

Örnek veriliyor verilmesine de bunun mümkün olup olamayacağı sorusu

-hele hayatın kimileyin kitaplara sığmadığı gerçeği de göz önüne alındığında-  zihnini kemirmeye devam ediyor.

Derken, ‘Geceleyin kütüphane’de gün yavaş yavaş ağarıyor..

(*)’’Denize bakıyorum, başımız dönüyor her şeyden, imkândan ve kullanılmamış sınırsızlıktan’’ Turgut Uyar.

Dergiler Haberleri