Yılmaz Akgünlü
yakgunlu@yahoo.com
"Bütün eğitim despotizmdir." William Godwin
Şöyle bir geçmişe doğru baktığımda öğrendiğim gerçekten işe yarar şeylerin çoğunu okul hayatı dışında öğrendiğimi söyleyebilirim. Elbette eğitim hayatımın okuma yazmayı öğrenmek, matematik, fen ve sosyal bilimler gibi birçok temel bilgiyi öğrenmem de çok faydası olmuştur. Ancak bu tür temel bilgileri almak için yirmili yaşların ortasına kadar eğitim sisteminin bu kadar içinde olmam gerekiyor muydu gerçekten? Ya da bir eğitim sistemi içinde kalsam da mevcut müfredat ve eğitim anlayışı doğru muydu? Zaten boş zamanlarımda çok okumam sayesinde okullarda öğrenebildiğimden çok daha fazla şeyi öğrenebilmiştim. Üstelik gerçek yaşamımdaki insanlar, doğal varlıklar, kitaplar ve gezip gördüğüm ülkeler okulda öğrendiklerimden çok daha değerli şeyleri bana öğrettiler.
Buradan okullar olmamalıdır sonucu çıkarmak istemiyorum. Okullar olmalıdır ama öğrencilerin severek ve isteyerek gittikleri, kendi öğretim süreçleri üzerinde daha çok özgürlüğe ve söz hakkına sahip oldukları ve öğretmenlerinin otoriter ve katı olmaktan çok arkadaşça bir tutumla kolaylaştırıcı rolünde oldukları okullar olmalıdır. Peki neden okullar ve eğitim böyle değil? Yirmi beş yılımı Kıbrıs’ta psikoloji öğretmeni olarak geçirmiş birisi olarak eğitim sisteminin sıkıntıları benim de sıkıntılarım olmuştur.
Öğretmenliğimin ilk yıllarında kafamdaki doğru öğretmen kalıbına göre davranıyordum. Bu tutumun öğrencilerimle aramda verimli bir öğretim ortamının oluşmasına engel olduğunu fark ettim. Ben öğretmen onlar öğrenci olduğunda o can sıkıcı ikicilik samimiyetsiz bir ortam yaratıyordu. Burada samimiyetten kast ettiğim dersi işlerken öğrenciyle aramda bir ayrılık olmamasından kaynaklanan içten ve üretken bir akışın ortaya çıkmasıydı. Dersi zevkli ve verimli kılmanın en iyi yolu o konuyu anlatırken yeniden ve açık bir zihinle konuyu benim de öğrenmeye çalışmam, bunu yaparken metni sorgulamak ve metin, yani dersin konusu, ben ve öğrenciyi tek bir bütünde buluşturabilmekti. Öğrenci konuya merakla yakınlaşabilmiş miydi, gerçek bir bağ kurabilmiş miydi? Öğretmen olarak ben dersin içeriğiyle bütünleşebilmiş miydim?
Gözlemlerime göre, eğer kendimi öğrenci haline getirebilirsem bu durum öğrenciyi de derse çekmenin en iyi yoluydu. ‘Eğer ben dersi işlerken keşfederken mutlu olursam bu mutluluk er ya da geç öğrenciye de bulaşacaktır’ varsayımı ile hareket ediyordum. Böylece kendime dersi özgürce işleme izni vermek öğrenciye de aynı ruhu kazandırma şansımı arttırıyordu. Neden mi? Çünkü bence birçok öğrenci dersi ve öğretmeni sevmeye hazır bir halde sınıfa girer. En azından bir süreliğine o derse bir şans vermek ister. Genelde sınıftaki çoğu öğrenci en azından ilk iki üç hafta bu ruh halinde olduğundan öğrencilerin dikkat düzeyi biraz daha yüksektir. İşte başlangıçtaki bu kritik süre iyi değerlendirilirse öğretmen sınıfı kalbinden yakalayabilir, dersi sevdirebilir ve böylece ders ortamı çok daha keyifli ve verimli hale gelir. Bence işin sırrı sınıftaki öğretmen-öğrenci ayırımını ortadan kaldırmak ve öğrencinin dersi kendi katılımıyla süren harika bir ortam olarak görmesini sağlamaktır. Ders ders olmaktan çıkmalıdır, tabii ki olumlu anlamda.
Ancak birçok derste öğrenci bu mutluluğu yaşayamaz ve derslerden soğur, eğitim sürecinden kopar. Daha önce bahsettiğim eğitim sisteminin sıkıntılarından bahsederken bu sıkıntıların özünde öğrencinin yaşadığı mutsuzluğu görüyordum. Bu mutsuzluk sistemik bir sorundur. Yani müfredatından, eğitim felsefesine, ülkenin içinde bulunduğu politik ortamdan öğrencilerin sosyo-ekonomik düzeylerine ve aile yapılarına kadar birçok faktör eğitimin genel atmosferini oluşturur. Bu faktörlerden tek başına hiçbirini suçlayarak işin içinden çıkamayız diye düşünüyorum
Devlet öğrencilere belli bir ideolojiyi dayatıyor diyebiliriz. Ancak ulus devlet kavramının günümüzde gitgide çözülmeye başladığını görüyoruz, kapitalist sistemlerde devletler artık işlevlerini büyük ölçüde ekonomik çıkar ekseninde örgütlenen yapılara bırakmış durumdadırlar. Yani bugün eğitimde nasıl bireyler yetiştirileceğini de büyük şirketlerin güdümündeki ekonomik ve bürokratik mekanizmalar belirler hale gelmiştir. Bunun öğrencideki karşılığı eskinin vatana yararlı bir ‘yurttaş’ olmalıyım düşüncesinden çok şirkete çok para kazandıran ve terfi alabilen bir ‘çalışan’ olmalıyım hedefiyle güdülenmektir.
Kapitalizm bunu doğrudan devlet kurumlarına dikte etmez ama zaman içerisinde hem toplumsal yapıya hem de gizli müfredata sızan kapitalist değerler bireylerin algılarını biçimlendirir ve istenen sonuç kendiliğinden elde edilir. Okullar aslında bir şirkette çalışmanın gerektirdiği becerileri edinmenin prova edildiği yerlerdir. Chomsky’nin Entellektüellerin Sorumluluğu’nda dediği gibi:
Kamu okul sisteminin yalnızca itaatkâr olmayı değil, can sıkıntısına katlanmayı, oturup saate bakmayı ve sınıftan kaçmamayı da öğrettiğini fark ettim. Bu, tam olarak kapitalist bir şirkette çalışırken sahip olmanız gereken bir beceri.
Bu niteliklerden biri de Chomsky’ye göre yalıtılmaktır. Okullar bizi gerçek dünyadan koparan yalıtım merkezleri, bir nevi yarı açık hapishanelerdir. Aynı kitapta Chomsky bu konuya değinir:
İnsanların denetim altında tutulabilmesi için yalıtılmaları gerekir. Ve bir kere yalıtıldıklarında kolayca denetim altında tutulabilirler, çünkü ne düşündüklerini bile bilmezler. Bir odada tek başınıza oturursanız ne düşündüğünüzü bile bilmezsiniz.
Yani kısacası, devletin görevi ekonomik aygıta uygun üretici ve tüketici ‘elemanlar’ yetiştirmektir. Devletler piyasa aktörleri tarafından teslim alındıklarına göre eğitim de bu eksende yeninde biçimlenmektedir. Öğrenciler okulları kendilerini iyi insanlar ve yurttaşlar olarak yetiştirecek bir kurum olarak değil, yüksek gelir getiren mühendislik, hukuk ya da tıp gibi bir mesleği edinmek için bir basamak olarak görmektedirler. Öğretmenler ve idareciler de okullarının başarısını tıp, mühendislik gibi alanlardaki üniversiteleri kazanan öğrenci sayılarıyla ölçmektedirler. Bir öğrenci ancak ailesinin durumu çok iyiyse ve ona ömür boyu yetecek bir servet bırakacaksa sanat, edebiyat gibi idealist bölümlere yönelmektedir.
Bir öğretmen olarak bunları görmek çok rahatsız ediciydi. Kimse sizden kültürlü, iyi karakterli, çevreye duyarlı insanlar yetiştirmenizi beklemez. Bizden beklenen öğrencilerin iyi üniversitelere girebilmeleri için sınavlarda yüksek notlar almalarını sağlayacak aracılar olmamızdı. Ve maalesef ‘öğretmenler gerekirse özel derslerle öğrencileri daha da sıkboğaz ederek bu amaca ulaşmalıdırlar’ fikri yaygındı.
Bütün bu olgular eğitim üzerine daha derinden, kökten bir sorgulamayı hak etmiyor mu? Bazen ufkumuzu açmak için nereden geldiğimize, şu an ne durumda olduğumuza ve bu halimizi oluşturan nedenlere bakmaktan başka bir yol göremiyorum.
Nedir eğitim ve hatalarımız nerden doğmaktadır?
Kelime kökenine baktığımızda eski Türkçede özellikle hayvan beslemek anlamına gelen igit kökünden geldiği iddia edilir. Önemli bir çoğunluk ise eğitimin ‘eg’ köküyle bağlantılı olarak eğmek, bükmek kelimelerinden geldiği düşüncesindedir. İster kökeni beslemek olsun ister eğip bükmek olsun eğitimin ortak yönelimi değişmez. Eğitim temel olarak bir şekle ve kalıba sokma meselesidir.
Eğitimin özünde bir canlıya küçük yaşlardan başlayarak şekil vermek ve istenen biçimde davranması için onu koşullandırmak ve böylece yönetip kontrol etmek olduğu şüphe götürmez. Çoğu canlı toplulukları, özellikle memelilerden başlayarak insan türüne doğru giderek artan sofistike bir biçimde kendisini oluşturan bireylerin az çok benzer olmasını, grup normlarını benimsemesini ve itaat ederek gruba uyum sağlamasını amaçlarlar.
Ancak bu uyum sürecinin ağır bir bedeli vardır. Birey günümüzde olduğu gibi baskıcı ve dogmatik bir eğitim sürecinden geçtiğinde kendisiyle ve dünyayla olan doğal uyumunu kaybeder çoğu zaman. Olaylara nasıl bakması gerektiği konusunda beyni yıkanır ve kendi özgün bakışını yitirir. Bu bilimsel dediğimiz bilgiler için dahi geçerlidir. Çünkü okullarda mevcut dogmalarıyla bilimsel yöntem bilgiye ulaşmanın tek ve en doğru biçimi olarak empoze edilir. Bilim dışında var olan sanat, felsefe ve manevi çalışmalar gibi bilgi alanları ya ikincil görülür ya da küçümsenir. Algı bastırılır, dogmatik ve kalıplayan düşünceler yüceltilir. Önemli olan düşünme ediminin kendisi değil belli düşüncelere sahip olmaktır. Öğrenci algılayan, hisseden bir özne değil, etkin bir şekilde hesap yapan bir bilgisayar gibi olmalıdır. Duygu bastırılır, mantık ve matematik yüceltilir. Öğrenci böylece evrensel ve derin duyguların, algılamanın ve yaratıcı imgelemin kaynağı olan sanatsal duyarlılıktan uzaklaştırılır. Bu şekilde eğitilen öğrenciler tek tipleşir ve herkesten birisi olur.
Bu dünyaya geldiğimizde sınırsızca yaratıcı ve doğal bir algıyla olaylara ve olgulara açık bir biçimde yaşamaya uygun bir zihne sahibizdir. Çocukken eğer zihnimiz kalıplarla baskılanıp özgürlüğünü yitirmemiş olsaydı çok daha canlı, mutlu ve yaratıcı bireyler olabilirdik. Ancak şimdi eğitilmiş cahiller olarak kendi potansiyelimizi kullanamıyor ve en kötüsü de aslında olmak istemediğimiz insanlar olarak istemediğimiz yaşamları yaşıyoruz. Bunun bedeli çok ağırdır. Bu yaşamı elinden kaçırma hissidir. Daha da trajik olanı kendi yaşamımızı kaçırdığımız hissi dahi bir süre sonra bizi terk eder, böylece anormal olanı normalimiz olarak yaşarız. Bundan sonrası ise psikolojik olarak çökmüş bir yaşamdır. Zihnimizi kalıplara sokan ve böylece yaşamsal özgürlüğümüzü ve doğallığımızı elimizden alan kurumların başında da okullar gelir.
Bundan neredeyse iki yüzyıl önce William Godwin, Anarşizm Felsefi Temelleri adlı kitabında aynı konudan bahseder:
Okuldaki gençlerin ezici çoğunluğu, oluşturulan disiplin ortamına karşı içten içe güçlü bir isyan duygusu besler. Eğitmen ve öğrencinin izlediği yollar farklıdır. Öğrencinin hedefi, okuldaki sansür ve ceza uygulamalarından kaçıp kurtulmaktır. Aslında ilerleme arzusundan uzak olmayan öğrenci, kendisine verilen ödevlere boş ve yabancı gözlerle bakar. Böylesi bir durumda, öğrenciyi parlak bir figür olarak ortaya çıkaracak olan merakı bulmak mümkün değildir... Bu şekilde insan hiçbir şey öğrenemez. Öğrencisinin zihnini, bizzat kendisinin de öğrenmekten en fazla kaçınacağı şeylerle geliştirmeyi düşünen bir öğretmenin her daim korkunç hatalara düşmesi beklenmelidir.
Okullar bizi bitmek bilmeyen ödevler, sınavlar ve kurslarla meşgul tutmaktadırlar. Bu bir bakıma kapitalist sistemin bitmek bilmez üretme ve tüketme alışkanlığını kazanmanın bir ön alıştırmasıdır. Oysa Godwin’e göre bu zorlamadan kurtulmak gerekir:
İhtiyaç olandan fazlasını elde etme düşüncesinden kurtulduğumuzda, insan eliyle yapılan üretimin büyük bir kısmına duyulan gereklilik ortadan kalkacaktır; böylece artan şeyler, topluluğun aktif ve gayretli üyeleri arasında dostane bir şekilde paylaşılacağı için, hiç kimse için külfet yaratmayacaktır. Her insan basit ama sağlıklı gıdaya erişecektir; herkes ruhuna neşe katan makul bedensel çalışmaları ortaya koyacaktır; hiç kimse yorgunluğa kapılmayacaktır, üstelik her birey sevecen ve insancıl hislerini besleyecek ve entelektüel gelişimlerini sürdürme becerilerini ortaya çıkaracak serbest zamana sahip olacaktır.
Peki kendimizi bu koşullanmış durumdan kurtarma şansımız var mıdır? Elbette vardır. Çok zorlu ve acı verici olsa da kendimizi yeninden yaratmamız mümkündür. Öncelikle bizi oluşturan bu zorlayıcı yapıyı tam olarak anlamamız ve ondan özgürleşmemiz gerekir. Düşüncelerimize ve duygularımızın derinlerine kadar işleyen eğitim sürecini tekrar gözden geçirmeye ve onu sorgulamaya hazır olmalıyız.
Feminist yazarlardan Mary Wollstonecraft’ın dediği gibi: “İnsanlar genel olarak akıllarını önyargılarını söküp atmak için değil, onları meşrulaştırmak için kullanıyorlar.” Bu yüzden bazı soruları sürekli sormaya ve kendimizi yeniden eğitmeye ihtiyacımız var. Bu defa kendi vicdanımızdan doğru öğretmenlerden, kitaplardan ve doğadan ders almamız gerekir.
Eğitim sisteminin temeli insanları sözde akıllı ve mantıklı yapmaktır. Ancak yaşam sonsuzdur ve sonsuzluğu akılla kavrayamayız. Okullar bize para sahibi olma, topluma ayak uydurma gibi mantıklı görünen ve biraz akıllı davranarak başarılı olabileceğimiz şeyleri öğretebilir. Yaşamın bütün diğer duygusal, sezgisel ve trajik yönleri karşısında ne yapacağız peki?
Eğitim bize karşılıksız iyi olmayı ve sevmeyi öğretebilir mi? Yaratıcı potansiyelimizi kullanmak için kendimize dönmeyi, gezmeyi ve dünyadaki değerli kültür ve insanlarla karşılaşmayı öğretebilir mi? Yaşamın geçiciliği ve ölüm karşısında duyduğumuz kaygı ve karmaşayı çözmemizi sağlayabilir mi? Çok büyük acılar karşısında bu acıları anlama çevirmeyi öğretebilir mi eğitim sistemi? Sanırım hayır.
Ne müfredat ne öğretmenler ne de eğitimin mevcut yapısı insanın asıl yaşamsal sorunlarına cevap verecek durumda değildir. Mutlu olmayı kendi kendimize öğrenmek zorunda kalırız, gerçek bireyler olmayı da. Bir dahi yoktur ki eğitim sisteminin içinde kalarak deha olsun, insanlığa sonsuza kadar kalacak ürünler, faydalar bıraksın.
Modern eğitim sisteminin amacı kapitalist düzene körü körüne boyun eğecek itaatkâr, pasif ve korkak bireyler yetiştirmektir. Oysa binlerce yıldır gerek antik Yunan felsefesinde gerekse Zen ve Sufilik gibi kadim öğretilerde bireyin kendini hapseden bağlardan özgürleşmesi hedeflenmiştir. Sufiler adlı kitabında İdris Şah şöyle der:
Sufiler genellikle dinsel olmayan bir bakış açısından işe koyulurlar. Cevabın insanlığın zihninde yattığını söylerler. Kendini bilmeyle birlikte sezginin insanın tamama erişmesinde kılavuzluk edebilmesi için zihin özgürleşmelidir. Öteki yol yani eğitim yolu, zihni bastırır ve susturur. Sufi olmayan sistemlerle insanlık şartlanmış bir hayvana dönüştürülmüştür.
Eğitim düşüncelerimizi biçimlendirir. Bizi biz yapan şeylerden birisi belki de en önemlisi düşüncelerimiz ve inançlarımız değil midir? Düşüncelerimizle kendimize bir dünya yaratırız. Düşüncelerimizle olayları açıklamaya/anlamlandırmaya çalışır ve yolumuzu onlarla kurarız. Peki bu düşünceler ne kadar sağlamdır, ne kadar gerçekleri yansıtır? Ne kadar sadece bizim değil dünyadaki bütün canlıların, bütün yaşamın iyiliğini gözetir?
Eğitimdeki Zayıflıkların Psikolojik Durumumuza Etkisi
Öyle görünüyor ki çoğumuz düşüncelerimizi eğitim kurumları yoluyla ve başkalarından edinmişizdir. Belki toplumun genelinden, belki örnek aldığımız insanlardan, hayran olduğumuz yazarlardan ya da etkilendiğimiz dostlarımızdan. Ama bunların çoğu kalıplardan oluşur, basit ve yüzeyseldir, basmakalıptır. Çoğu zaman derinlemesine düşünmeden, gerçekten karşılaşıp özümsenmeden zihnimize yerleştirmişizdir bu düşünceleri.
Eğitim kurumları bizi hayatın zorlu yollarına, gerçek içsel çatışmalarla ya da dışımızdaki dünyayla uyum sağlamaya ya da ona gerektiğinde cesurca karşı gelmeye hazırlar mı? Aksine eğitim kurumlarında tartışmadığımız, yüzleşmediğimiz hatta çoğu zaman hiç duymadığımız için birçok fikirden, öğretiden, tartışma konularından mahrum kalırız. Böylece olayları ne tam açıklar ne tam anlamlandırırız ve bu cahillik yarım yamalak yaşamaya iter bizi. Eğitildiğimizi düşünürüz ama sadece bir alanda uzmanlaşıp yaşamın bütünü karşısında cahil kalmışızdır.
Gerçekleri yansıtan olayları doğru bir biçimde yorumlamamızı sağlayan düşünceler paradoksaldır, çelişkili görünür mantığımıza. İdris Şah’ın sezgisel dediği bir kavrayış gerektirirler. O yüzden çoğu zaman mantığımız doğru, sağlam ve bilgelik kazandıran düşünceleri kapsamakta zorluk çeker. Böylece zihin dünyamızın dışında kalır çoğu sağlam fikirler. Örneğin alışıldık mantıklı düşünce biçimi bizi güçlü olanın güçlü olduğu zayıf olanın da zayıf olduğu kalıbına sokar. Güçlü olanın içinde güçsüzlüğü, zayıf olanın da gücü taşıdığı düşüncesi daha zor kavranan, kendisiyle çelişir görünen (paradoks) bir düşüncedir. Güçlü, olayların akışı sonunda koşullar değiştikçe güçsüzleşebilir. Güçlü olmaya fazlasıyla takıntılı bir varlığı düşünelim. Örneğin Hitler’in Almanya’sı gücünün doruğunda sırf güç saplantısı nedeniyle güçsüzleşmiştir, koşullara uyum sağlayacak esnekliği gösteremediğinden, gerektiğinde geri çekilmeyi, uzlaşmayı vs. beceremediğinden zayıf düşüp yok olmuştur.
Bu tür düşünceler daha derin açıklamalar, örnekler ve metaforlar gerektirir. Ayrıca sadece zihnen anlaşılmaları da yetmez, uygulanmaları, pratik edilmeleri gerekir. Güçsüz olanın güçlenmesi düşüncesinden yola çıkarsak şu soruyu sorabiliriz: kendi önemsemeyen, aşırı ciddiye almayan, onun yerine dünyayı ciddiye alan ve önemseyen kişi bir bakıma ben önemli değilim ben bir hiçim derken daha büyük bir bütüne katılmış ve yüceleşmiş olmuyor mu? Kendi kişisel küçük çıkarlarından kurtulup dünyanın ve insanlığın iyiliğine çalışan insanların tarihte en büyük değeri alan insanlar olduğunu düşününce bu fikir bana son derece anlamlı geliyor. Ancak ‘ben hiçbir şeyim bu yüzden her şeyim’ düşüncesi şiirsel ve derin görünebilir, ancak hayata geçiremiyorsak içimizi karıştıran bir idealden öteye geçemez. Aşırı ve gerçekdışı isteklerimizden vazgeçmenin bilgelik yolunda çok önemli bir adım olduğunu duymuş olabiliriz. Kaldı ki bunun doğru ve iyi bir istek olduğunu anlasak dahi kişiliğimizin başka parçaları bir şeyler istemeye devam eder. Ve böylece isteklerden vazgeçme yolu bizi çatışmaya sürükler. Ya da isteklerimizi bastırırız ama onlar aslında hala oradadır.
İnsanın varoluşun zorlukları ve çatışmaları karşısında ayakta kalabilmesi, büyüyebilmesi ve kendini gerçekleştirebilmesi yukardaki örneklerde de tartıştığımız gibi çağımızda uygulanandan farklı bir eğitim sistemini gerektiriyor görünmektedir. İnsanın anlam arayışında ihtiyaç duyduğu besinleri verebilecek ortamı yaratmak yeni bir eğitim anlayışının temeli olmalıdır. Bu iç görü ve sezgiler eğitim anlayışımızda ortak bir felsefi zemin yaratabilir mi? Eğitim sistemi boyunca karmaşık matematik problemleri ya da fen bilimlerindeki zorlu formüllerle baş etmeye çalışmışızdır. Ve elbette bunların zihnimizin çalışması açısından faydaları da olmuştur. Ancak zihnimizin çalışmasını incelikli bir biçimde gözlemleyerek zihnin karmaşıklığını çözecek fikir ve bakış açılarından mahrum kalmışızdır.
Eğitim bize asıl kazandırması gereken becerileri kazandıramamıştır. Temel olarak bu karakter gelişimidir. Karakter ancak yaşayarak, yüzleşerek, kendini ve başkalarını tanıyarak gelişir. Eğitimin eksik bıraktığı bu en değerli çalışmaları eğitim dışındaki kurumlardan genel olarak hayatın her değerli parçasından edinmek zorundayız. Eğitim sonsuza kadar öğrenmeyi ve kimi zaman da öğretmeyi sürdüreceğimiz bir yaşam biçimidir. Bu ideal basmakalıp ve baskıcı yöntemlerle varlığını dayatan modern okullarımızda başarılabilir mi? Bireye ve topluma sadece maddi değil varoluşsal, psikolojik ihtiyaçlarını sağlayacak bir eğitim lüks kabul edilebilir mi? Bunlar en derin ihtiyaçlarımız değil midir?
Her birimiz yaşam boyu sürecek olan heyecan ve merak dolu eğitim hayatımızda hem öğretmenler hem de öğrencileriz. Hepimiz eğitim üzerine okumakla, düşünmekle ve tartışmakla işe başlayabiliriz. İnsanın bu dünyadaki evrimi onu eninde sonunda insan olmanın anlamını hak ettiği bir eğitim düzeyine ulaştıracaktır.