Dildeki Çokanlamlılık Üzerine Bir Deneme *

‘Çoğulcu dil anlayışı’ derken, dildeki her bir sözcüğün tek bir anlam içermeyip, çoklu anlamlar içerdiği ve bunun bir dezavantaj değil de, dilin bizzat kendisinin öyle olduğu fikri öne sürülmektedir.

 

Hakan Karahasan
Hakan.karahasan@gmail.com

Anlam, iletişim ve dil ilişkisi üzerine yazılmış pek çok yapıt bulunmaktadır (Demir 2015; Denkel 1978; 1984; Grünberg 2006; Eco 2001; Wittgenstein 2007a; 2007b; Uygur 2008). İletişim kurabilmenin neredeyse en önemli unsurlarından bir tanesi olan dil ile birlikte, ‘anlamlı olan’ ve ‘anlamsız olan’ arasında var olan geleneksel ayırım, Jacques Derrida’nın (1982; 1996; 2010) ifadesiyle, logosantrik düşüncenin en çok kullandığı ikili zıtlıklardır. Bu kısa yazıda, alanda var olan literatürü özetlemekten çok, Nermi Uygur’un (2008) “Anlamın Çıkmazları” yazısından yola çıkılarak, anlam kavramı ve dil ilişkisi incelenecektir. Dildeki çokanlamlılık ilkesinden yola çıkan Uygur’a (2008: 55-56) göre, nasıl her sözcüğün birden çok anlamı var ise, aynı durum anlam sözcüğünün kendisi için de geçerlidir. Başka bir deyişle, anlamın anlamından bahsederken tek bir anlamdan bahsetmek yerine anlamın anlamlarından bahsetmeliyiz. Uygur’a (2008) göre,

Doğrusu ya, “anlam”ın anlaşılmasını çıkmaza sürenlerin başında çoğun yine dilciler, dilcilerden başka dil-filozofu adı verilen kimseler gelir. Hepsi de kötü bir alışkanlığın etkisiyle “anlam”ın anlamını tek bir anlam içine kapatmak isterler de ondan. Yalınlaştırma alışkanlığının kurbanıdırlar bence... Bağlamdan bağlama, kullanıştan kullanışa, ortamdan ortama ayrı bir anlama bürünüyor “anlam” sözcüğü (Uygur 2008: 55-56).

Her sözcüğün birden çok anlamı olmasının anlam sözcüğü için geçerli olduğu noktasından hareket eden Uygur (2008), yazı boyunca anlam kavramının neden tek bir anlama hapsedilemeyeceğini, çok anlamlı olduğunu anlatırken, çoğulcu bir dil anlayışını savunmaktadır. ‘Çoğulcu dil anlayışı’ derken, dildeki her bir sözcüğün tek bir anlam içermeyip, çoklu anlamlar içerdiği ve bunun bir dezavantaj değil de, dilin bizzat kendisinin öyle olduğu fikri öne sürülmektedir. Benzer bir düşünce, Angeliki Tzanne (1999) tarafından kültürlerarası iletişim ve iletişimsizlik konusu üzerine yapmış olduğu Talking at Cross-purposes: The Dynamics of Miscommunication adlı çalışmada belirtilmiştir. Kültürlerarası iletişimde yaşanan sorunları irdelediği çalışmasında Tzanne (1999), iletişimsizliğin salt kültürlerarası farklılıklardan kaynaklanmadığını, aynı zamanda, ‘benzer kültürü paylaşanlar arasında’ da iletişimsizlikler olabildiğini, bunun sebeplerinin ise çeşitli olduğunu (örneğin, hava kontrol kulesi ile uçağın kaptan pilotu arasında var olabilecek iletişimsizliğin ölümcül sonuçları dahi olabileceğini) belirterek, çoğunlukla benzer bilgi birikimi ve düşünce yapısının olmadığı durumlarda iletişimsizlik sorununun görülme ihtimalinin artabileceğini ifade etmektedir.

            Bunun yanında, iletişim ve anlam üzerine bir çalışma olan Anlamın Kökenleri adlı çalışmasında anlamın ne olduğunu açıklamaya çalışan Arda Denkel (1984), John Locke’un iletişim kuramı ve anlam hakkındaki görüşlerinden faydalanmaktadır. Denkel’e (1984) göre Locke’un anlam kuramı şöyle özetlenebilir: “[...] anlam taşıyan bir söylenimi anlamsız bir söylenimden ayıran şudur: Bir söylenim, anlıktaki bir ide veya kavram yerine, onun izi ya da imi olarak kullanılabiliyor, ya da ona karşılık olabiliyorsa, anlamlıdır... İletişim, söyleyenin, iletisini söylenime “paketlemesi” ve bu “paketin” dinleyen tarafından açılarak iletinin bilincinin ona geçmesi ile meydana gelir” (Denkel 1984: 23). Denkel’e (1984) göre iletişim, tıpkı Claude E. Shannon’un (1948) “Matematiksel İletişim Kuramı”nda olduğu gibi “gönderici-alıcı” anlayışına dayanmaktadır. Shannon’un (1948) kuramında “gönderici-alıcı”, Denkel’in (1984) ifade edişiyle “söyleyenin” mesajını “paketlemesi,” karşı taraftaki alıcı tarafından bu “paketin” açımlanması ile mümkün olmaktadır.

            Bu noktada, iletişim kurabilmek için dili bir yapı olarak ele alma fikri ortaya çıkıyor. Wittgenstein’ın (2007a; 2007b) kullandığı tabirle, ‘dil oyunlarına aşina olmak’ suretiyle anlamak, anlamak mümkün olunca da iletişim kurmak imkânı doğuyor. Başka bir şekilde ifade edilecek olunursa, her ne kadar bir sözcüğün birden fazla anlamı olsa da, kullanılış biçimi sayesinde, o sözcüğün anlamını, bağlam içinde, anlayabiliyoruz. Anlam sözcüğünün kendisinden yola çıkan Uygur (2008: 56), bir sözcüğün anlaşılmasında uzay-zaman bağlamının önemli olduğunu belirtmektedir. Wittgenstein’ın dil oyunları düşüncesini açıklayan Glock’a (1996: 193) göre ise, “[...] dil kural-güdümlü bir faaliyettir [language is a rule-guided activity].” Peki, madem dil ‘kural-güdümlü bir faaliyettir,’ o zaman neden iletişim sorunları yaşanmakta? Özellikle iletişim çalışmaları alanında yapılacak kısa bir gezinti, alan içerisinde bu soruya pek fazla eğinilmediğini göstermektedir (Craig 2013; Fiske 2004; Güngör 2011; McQuail ve Windahl 1997; Oskay 1997; Mutlu 1998; Gensini 2006; Severin ve Tankard Jr. 2001; Volli 2010). Halbuki, esnek bir yapıya sahip olan dil çokanlamlıdır ve anlam sözcüğünün kendisi de buna dahildir (Uygur 2008). Eğer anlamın kendisi çokanlamlı ise, anlamak nasıl gerçekleşiyor sorusuna Denkel’in yanıtı şöyle:

Eğer “anlamak” diye bir durum sözkonusuysa ve bu durum bir tümceye karşı bir robot gibi otomatik tepkeler ya da davranışlar göstermekten farklı kimi yönler, boyutlar içeriyorsa, bu farklılığın, en azından “bir tümcenin ne anlama geldiğini bilmek” ve “tümcenin gerektirdiği tepkeyi anlamını bilmeden ortaya koymak” arasında olması gerekir. Farklılığı oluşturan “bilmek” ise kimi davranış eğilimleri değil, kimi doğru inançlar oluşturmuş olmaktır. Bir tümceyi yorumlamak bir düşünce ya da inanç oluşturmaktır. Fakat böylece oluşturulan bir düşünce ya da inanç bir tümceye benzer bir şey olarak görülmemelidir; bu bakımdan, oluşturulan düşüncenin kendisinin anlaşılması sözkonusu olamaz. Böylece oluşturulan düşünce “anlaşılan”dır. Anlaşılanın anlaşılması aynı zamanda aynı kişi için artık bir gerek değildir: Anlaşılan anlaşılmıştır (Denkel 1984: 50-51).

Denkel’in (1984) söylemiş olduklarına bakılırsa, her ne kadar sözcükler birden çok anlam içerseler de, dilin yapısından ötürü, iletişim gerçekleşmiş oluyor. İşte, tam da bu yüzden, kelimeler çokanlamlı olduklarından ötürü, dil ve anlamdan bahsederken, çoğulcu bir anlayıştan bahsetmek gerektiğinin altını çiziyor Uygur (2008). Prakash Kona’nın (2004), çoğulculuk ve dil üzerine olan Literary Criticism: A Study of Pluralism yapıtında dilin çoğulcu olduğu ve çelişkilerle dolu olduğu ifade ediliyor. Kona’ya göre:

[Genellikle] bilinmeyen bir rahatsızlık olan tezatlık, düzen tarafından kontrol edilmekte olup, şeylerin düzeninin etkileme konusunda, kendisini bu durumdan her zaman sıyırabilir. Dil bir çelişki olarak tanımlanabilir – dilin rahatsız edici belirsizliği ihtimali, dili kendi kendisi ile çelişen bir duruma sokmaktadır.  [Dilde] her şey söylenebilir. Her şey inkâr edilebilir. Dilin bu kendi kendisiyle çelişme özgürlüğü, prensip olarak çelişkiye işaret etmesi (kuralsız bir oyun olarak), kuşkusuz, paradoksal bir şekilde sorgulanıp, metafiziksel olarak nitelenebilir. Bu da, bir şekilde, dilin geleneksel olandan çıkmasına sebep olmaktadır (Kona 2004: 1)

Dilin esnekliği ve paradoksal yapısını ifade eden Kona (2004), dil içerisinde olan her şeyin tersine döndürülebilir, farklı şekillerde ifade edilebilir olduğunu vurgulamakla, çoğulcu bir dil anlayışını savunmaktadır. Başka bir deyişle, dilin kendisini bir çelişki olarak gören Kona (2004), sahip olunan bu çelişkilerin farkında olmamız gerektiğini belirtmektedir. Lakin, iletişim çalışmalarına bakıldığı takdirde, Kona’nın (2004) belirtmiş olduğu “sorunlar” bir şekilde sürekli “çözülmeye çalışılmaktadır.” Tıpkı, Locke’un “...zemini biraz temizlemek ve bilgiye giden yol üzerindeki çerçöpü kaldırmak” (Zelyüt 2010: 47) amacıyla ‘ideler yolu üzerindeki çerçöpü kaldırma’ya çalıştığı gibi. Bu noktada, Locke’un ve sonrasında Denkel’in (1978; 1984) ifade ettiği görüşlere bakılacak olunursa, hakim olan bu anlayışın, Jacques Derrida’nın (1982; 1996; 2010) çalışmalarında logosantrizm olarak nitelediği düşünce yapısının bulunduğu görülecektir. Batı felsefesinde söz-akılmerkezci hakim anlayışı eleştiren Derrida, bunu var olan metinleri ‘yeniden okumak’ suretiyle, her metnin kendi içine çeliştiğini ortaya koyduğu okumaya yapısöküm demektedir.** Anlam üzerine Türkçe literatürde önemli bir yere sahip bir diğer önemli çalışma olan Anlam Üzerine Bir Deneme’de Teo Grünberg (2006), anlam kavramının ne olduğunu sorgularken, aynı zamanda felsefenin ne olduğunu da açıklamaktadır. Grünberg’e (2006) göre:

Felsefenin asıl amacı, dilsel ifadeler hakkında (ikinci-elden) bilgi sağlamak değil, dil-dışı varlıklar hakkında (birinci-elden) bilgi sağlamaktır. Ama, göreceğimiz gibi, felsefenin metodu dil-dışı nesnelerin doğrudan-doğruya incelenmesine elverişli olmayıp ancak dilsel-ifadelerin incelenmesini sağlamaktır. Başka bir deyimle, metod bakımından her felsefe problemi ancak bir dil-analizi problemi olmaktadır (26).

Grünberg’in (2006) ifadesiyle, felsefenin amacının bir dil-analizi problemi olması demek, ‘söylenmeyen’ bir şekilde dilin kendisini bir problem olarak ele almamaktır. Başka bir deyişle, iletişimsizlik söz konusu olduğunda, iletişimsizlik olgusunda dilin bizzat kendisinin bir sorun olarak ele alınmamış olmasının sebebi olarak, Tuğrul İlter’in (2008) belirttiği gibi ‘dili şeffaf olarak görme düşüncesi’ yatmaktadır. Dil ve ifade konusundaki sorunları ‘dilin belirsizliği’ kapsamında incelediği Sosyal Bir Fenomen Olarak Dilin Belirsizliği adlı çalışmasında Gökhan Yavuz Demir (2015), Locke’un dilin yetersizliği hakkındaki temel düşüncesini şöyle ifade etmektedir:  

Locke insan zihninin her yanlış düşünme ve yanılgısının temelini dilde görür. Dile olan bu güvensizliğin kaynağında, linguistik göstergelerimizin, temsil ettiklerine inandığımız ideaların karakteristiklerini yeterince resmedemedikleri görüşü vardır. Bu yetersizliğinden dolayı dil, bilginin anlaşılmasına, edinilmesine, gelişimine ve yayılmasına mâni olabilir. Locke’a göre doğal dillerin sınırlılığının temelinde yatan şey, göstergelerin nedensizliğinin dilin aslî unsuru olmasıdır (Demir 2015: 32).

Demir’in (2015) belirtmiş olduğu nokta, Derrida’nın (1982: 50-56; 2010) logosantrizm olarak eleştirdiği noktayı işaret ediyor. “Yanlış düşünme ve yanılgı”nın sebebi olarak dilin idelerimizi yeterince yansıtamadığı fikri, başka bir şekilde ifade edilecek olunursa, dilin var olan “gerçekliği” birebir yansıtabileceği fikrinden başka birşey değildir (Krş. İlter 2008). Bu ise, Derrida’nın (1982: 51) söylediği şekilde ifade edilecek olursa, idealizm, ya da tutarlı olma düşüncesinin bizzat kendisidir. Fakat, sorgulanması gereken, bizzat bu tutarlı olma düşüncesinin kendisidir. Dildeki belirsizlik ve anlam kavramının anlamını anlama çabasının altında, içten içe, dilin yetersiz olduğu, lakin bu yetersizliğin, tıpkı Locke’un iler sürdüğü gibi, idelerimizin dil tarafından ifade edilemeyişleri fikri yatmaktadır. Halbuki, üzerinde düşünülmesi gereken en önemli noktalardan birisi, anlam kavramının bizzat kendisinin Uygur’un (2008) belirttiği gibi tek bir anlama indirgenemeyeceğidir.

Ancak, analitik felsefe geleneğinin, dilde var olan tüm belirsizlikleri ortadan kaldırıp, ‘kusursuz bir dil’ oluşturma anlayışını Demir (2015) şu cümlelerle aktarır: “Analitik felsefe geleneğine mensup birçok filozof ile yine birçok modern linguist, oluş halindeki dili içinde taşıdığı bütün belirsizliklerle birlikte paranteze alarak ve kristalize ederek ideal bir dil inşa etmeyi arzu eder” (Demir 2015: 38). ‘Kusursuz dil arzusu,’ ister istemez indirgemeci bir yaklaşım olmakta, böylece, çoğulcu bir dil anlayışı yerine, indirgemeci ve logosantrik bir düşünce sistemini getirmektedir. Peki, nasıl oluyor da iletişim kurabiliyoruz sorusuna verilebilecek yanıtlardan bir tanesi, yine dilin kendisinde yatmaktadır. Dilin (ve anlamın) çokanlamlı olması demek, iletişim kuramamak, hiçbir zaman anlaş(ama)mak demek değildir: Nasıl ki dilde var olan sözcükler çokanlamlı olup, anlam sözcüğü ve kavramı da buna dahil ise (Uygur 2008), bununla birlikte, dildeki çokanlamlılık, belirsizlik ya da bir sorun olarak görülüyor olsa da, sonuç olarak “Dil, kusursuz olmasa da, gündelik tecrübelerimizi anlamamızı sağlayan veya mümkün kılan yegâne mediumdur (Demir 2015: 54). Anlam ve iletişim de, tıpkı Umberto Eco’nun (2001) Açık Yapıt’ında çağdaş sanat yapıtlarının izleyici/dinleyici tarafından tamamlanmak üzere açık olduğunu ifade ettiği gibi, açık bir kavramdır. Lakin, bu ‘açıklık / açık olma hali’ sürekli ertelenmekte ve kendinden farklılaşmaktadır (Derrida 1982; 1996). Sonuç olarak; Demir’in (2015) sözünü ‘farklı’ bir şekilde ifade edecek olursak, ‘dil ve iletişim, kusursuz olmasa da, gündelik tecrübelerimizi anlayabilmemizi sağlayan veya mümkün kılan yegâne araçtır,’ her ne kadar ‘belirsiz’ ve ‘açık olsa da.

* Bu çalışma, Prof. Dr. Ahmet Çiğdem danışmanlığında tamamlanan İletişim, Açıklık, Ertelenme: İletişim Felsefesi Üzerine Bir Araştırma adlı doktora tezimin bir kısmını içermektedir.

** Derrida’nın konu üzerine en bilinen yapıtlarından biris olan Platon’un Eczanesi, yapısöküm okumasına önemli bir örnek olarak gösterilebilir. Bkz: Derrida, Jacques (2014). Platon’un Eczanesi. Çev. Zeynep Direk. İstanbul: Pinhan Yayıncılık.

Kaynakça:

Craig, Robert. T. (2013) “Constructing Theories in Communication Research,” In Peter Cobley and Peter J. Schulz (Eds.), Theories and Models of Communication Handbooks of Communication Science Volume 1, Berlin & Boston: De Gruyter Mouton: 39–58.
Demir, Gökhan Yavuz (2015). Sosyal Bir Fenomen Olarak Dilin Belirsizliği. İstanbul: İthaki. 
Denkel, Arda (1978). “Understanding (The Audience’s Function in Communication)”. Boğaziçi Üniversitesi Dergisi (6): 97-122.
Denkel, Arda (1984). Anlamın Kökenleri: Bir Felsefe Araştırması. İstanbul: Metis.
Derrida, Jacques (1982). Positions. Çev. Alan Bass. Chicago: University of Chicago Press.
Derrida, Jacques (1996). Margins of Philosophy. Chicago: University of Chicago Press. 
Derrida, Jacques (2010). Gramatoloji. Çev.İsmet Birkan. Ankara: BilgeSu. 
Derrida, Jacques (2014). Platon’un Eczanesi. Çev. Zeynep Direk. İstanbul. Pinhan Yayıncılık.
Eco, Umberto (2001). Açık Yapıt, çev. Pınar Savaş, İstanbul: Can Yayınları.
Fiske, John. (2004) Introduction to Communication Studies.  2nd edition. London and New York: Routledge.
Glock, Hans-Johann (1994). A Wittgenstein Dictionary. Oxford UK & Cambridge USA:
Blackwell.
Gensini, Stefano. (2006) Fare Comunicazione: Teoria ed Esercizi, Roma: Carocci editore.
Grünberg, Teo (2006). Anlam Kavramı Üzerine Bir Deneme. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Güngör, Nazife. (2011) İletişim: Kuramlar-Yaklaşımlar, Ankara: Siyasal Kitabevi. 
Ilter, Tuğrul (2008). Miscommunication: The Other of Communication or the Otherness of
Communication? T. İlter et al. Communication in Peace/Conflict in Communication. Famagusta: Eastern Mediterranean University Press: 261-269.
Kona, Prakash (2004). Literary Criticism: A study of Pluralism (Wittgenstein, Chomsky and
Derrida). Leeds: Wisdom House.
McQuail, Denis.  ve Windahl, Sven. (1997) Kitle İletişim Modelleri, çev. Yonca Kumlu, Ankara:  İmge Kitabevi.
Mutlu, Erol. (1998) İletişim Sözlüğü, Ankara: Bilim ve Sanat.
Oskay, Ünsal. (1997) İletişimin ABCsi,  İstanbul: Der Yayınları.
Shannon, Claude. E., (1948). “A Mathematical Theory of Communication”. The Bell System Technical Journal (27)3: 379–423. http://ieeexplore.ieee.org/stamp/stamp.jsp?tp=&arnumber=6773024 (20.4.2015).
Tzanne, Angeliki (1999). Talking at Cross-purposes: The Dynamics of Miscommunication.
Amsterdam/Philadelphia: John Benjamins Publishing Company.
Uygur, Nermi (2008). “Anlamın Çıkmazları”.  Dilin Gücü. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları:  53-61. 
Wittgenstein, Ludwig (2007a). Felsefi Soruşturmalar. Çev. Haluk Barışcan. İstanbul: Metis. 
Wittgenstein, Ludwig (2007b). Mavi Kitap, Kahverengi Kitap. Çev. Doğan Şahiner. İstanbul:
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Volli, Ugo. (2010) Il Nuovo Libro della Comunicazione, Milano: ilSaggiatore Tascabili.
Zelyüt, Solmaz (2010). Dört Adalı: Hobbes-Locke-Berkeley-Hume. Ankara: Doğu Batı.

Dergiler Haberleri