“Deliler evindeyim ben. Adınızı ve kim olduğunuzu tamamen unuttum. Beni bağışlayın ama söyleyecek hiçbir şeyim yok. Hem neden buraya kapatıldığımı da bilmiyorum. Söyleyecek bir şeyim olmadığı için bitiriyorum.” diyor John Clare, James Hipkins’e yazdığı 8 Mart 1860 tarihli mektubunda…
Ekim ayında, Bilinçaltı Yayınlarından çıkan, John Clare’in yazdığı Gür Genç’in çevirdiği Yasak Yerlerde Dolaştım adlı kitaptan bu alıntıyla başlamak istedim bu haftaki kitap tanıtım yazıma.
Yasak Yerlerde Dolaştım, Taner Baybars’ın Toplu Şiirleri Tilki ile Çobanaldatan (2007), ve Kıbrıslırum Şiir Antolojisi’nden (2010) sonraki üçüncü çeviri kitabı Gür Genç’in. John Clare’in adına yakışır, her yönüyle kapitalizme karşı bir kitap hazırlamış. Çeviriler, duru ve akıcı.
Gür Genç’in 2008 yılında çıkan ilk öykü kitabı Yağmur Yüzünden’nin 139. Sayfasındaki Mektup adlı kısa öyküde yukardaki mektuptan esinlenmiş yazar. İkisini art arda okuyunca anlaşılıyor ilişki ve gönderme. Bu saptamamı da not etmiş olayım.
Gür Genç’in, kitap için yazdığı, John Clare’in Şiir, Doğa ve Ekoloji başlıklı önsözünü almak istiyorum buraya:
“1994 yılında Britanya’ya yerleşmeden önce John Clare (1793-1864) adını hiç duymamıştım, tamamen habersizdim şiirinden. Londra’dan Northamptonshire’a yeni taşınan eşcinsel arkadaşlarım Andrew ile Glenn’i ziyaret ederken, ondan söz etmişler, yaşadığı yeri görmek isteyip istemediğini sormuşlardı. Daha önce adını hiç duymadığım için, pek de istekli olmamama rağmen, güzel bir gündü, gittim. İyi ki gitmişim. İngiliz dilinde beni en çok etkileyecek ikinci şairi keşfetmiş oldum... Birkaç şiirini okuduktan sonra, Manchester’a döner dönmez, The Shepherd’s Calendar’ı (1827) almıştım. Lehçesi ve şiirindeki grametik bozukluklar nedeniyle ilkin zorlanmıştım. Sonra okudukça, yavaş yavaş şairin şiir dünyasına girmiş, kitabı elimden bırakamamıştım.
‘Sessiz bir adamdı hayat meselelerinde,
Çocuk bir düşünür,
Gündelik kaygılarında bir köylü –
Ve sevincinde şair.’...
John Clare için ölümler çok erken başladı, ikiz kızkardeşi bebekken öldü.
Koyunlara ve kazlara bakması için 7 yaşında okuldan alındı, bir süre daha gece okuluna devam ettiyse de, büyük ölçüde kendi kendini eğitti. 13 yaşındayken ilk şiirini yazdı. Northampton bölgesinde sabancılık, garsonluk, kireç ocakçılığı, bahçıvanlık ve çiftçilik gibi mevsimlik işlerde çalıştı. Bir süre çingene kampında çingenelerle birlikte yaşadı. Sanat ile hayat arasındaki ara’yı kapatmaya çabaladı hep.
İlk kitabı, Poems Descriptive of Rural Life and Scenery, 1820’de yayımlandı ve aynı yıl Martha (Patty) Turner ile evlendi. Kitabı büyük bir başarı kazandı, peşpeşe dört baskı yaptı. Onunla tanışmak, yaşadığı yeri görmek için çeşitli şehirlerden ziyaretçiler gelmeye başlayınca rahatı kaçtı, huzuru bozuldu.
İkinci şiir kitabı, The Village Minstrel hemen bir yıl sonra, 1821’de yayımlandı. 1827’de, The Shepherd’s Calendar ve yayınlanışını gördüğü son kitabı The Rural Muse ise 1835’de yayımlandı.
John Clare büyük değişimler zamanında yaşadı. Endüstri Devrimi ve Tarım Devrimi nedeniyle yaşadığı yerin, ülkenin hızla değişmesine ve Napolyon savaşları nedeniyle fakirleşen köylülerin fabrikalarda çalışmaya gidişine tanık oldu. Bütün bunlar oldukça üzdü onu, alkole düşkünlüğü daha da arttı, sağlığı bozuldu.
İlk oğlu ölü doğdu (o hayattayken üç çocuğu daha ölür.) Küçük bir köyde yalnız kalmak, büyük bir şehirde yalnız olmaktan daha zordur. Özellikle büyük aşkı Mary Joyce’la olan ilişkisinin sona ermesiyle iyice içine kapandı. Köylülerden uzaklaştı (bir yerde buna şiir de sebep oldu.) Bazı durumlarda yazmakla da kurtulamıyor, yazdığı için de delirebiliyor insan. John Clare, bir dizi bunalımın ardından ‘delirdi’ (doktor raporu deliliğinin kalıtımsal olduğunu ve ‘yıllar süren şiir bağımlılığı’yla ilişkili olduğunu söyledi) ve yaşamının otuz yıla yakın bir zamanını akıl hastanesinde geçirdi (1837-1864).
‘İnce dalların dansını seyretmeyi severim
İninceye kadar akşam.’ ...
Bence İngilizler’in en büyük doğa şairi olan John Clare uzun yıllar ihmal edilmiş şiiri, çevre sorununun gündemde olduğu dönemde tekrar keşfedildi. Doğa ve çevreden yitenlerin, yitirilenlerin şairi olarak adından söz edilmeye başlandı. 1830’larda yayımlanmaya hazır kitabı, The Mid-Summer Cushion ancak 1978’de yayımlanabildi.
80’lerden sonra Ted Hughes ile Seamus Heaney gibi şairler yazdıkları yazılarda John Clare’in şiirini övdü, ve uzun yıllar süren bu ihmalin yarattığı boşluğu doldurmak için kitapları yeni basımlar yaptı.
Türkiye’deyse tanınmıyor ve henüz hiçbir şiiri Türkçe’ye çevrilmedi.
‘Issız bir çöl kalıntısı gibi görünür
Kaba gözlerle bakanlara.’ ...
Köyde, kırsal alanda, dağlarda yaşayan kimse sübjektif olarak görür içinde yaşadığı doğayı. Ondan ayrı değil asal bir parçasıdır. Ona uzak değil tam ortasındadır, iç içedir, onunla bir bütündür. Oysa, dışardan, yani şehirden gelip köyü, kırı, dağı ziyaret eden (tatile, gezmeye, dinlenmeye gelen) kimse objektif olarak bakar doğaya. Bitkiler, hayvanlar, köylüler ile arasında belli bir mesafe, soğukluk, yabancılık vardır. Bir manzara olarak görür doğayı, gerçekliğinden ve derinliğinden uzaktır, dışındadır, neredeyse her şey yüzeyseldir onun için. Doğaya bir resime bakar gibi baktığından algılayamaz oradaki ruhu. Kendini doğayla bir bütün olarak hissetmesi zordur veya en iyi ihtimalle anlıktır.
John Clare, İngiliz Şiiri’nde doğa ile içerden, en derin ilişkiyi kurmayı beceren, doğaananın has oğludur; yaşamı boyunca doğayı ve kırsal değerleri endüstrileşmeye karşı savunmuş köylü bir asi olarak biliniyor. Bugünün bağlamında düşünecek olursak Britanya’nın ilk çevreci (eko-anarşist) şairlerinden, eylemcilerden birisi olduğunu söyleyebiliriz.
Doğayı, doğadaki olayları, mevsimleri, köylüleri ve köy yaşamını betimlerken son derece içten ve sevecendir. Doğayı, içerden biri olarak, doğa ile doğrudan ilişki kurarak şiirleştirir. İnsanın doğadaki mücadelesi, flora ve fauna ile olan ilişkisi; mevsimden mevsime değişiklikleri sahici bir duyarlılıkla anlatır. Müstesna bir gözlemci, duyuları keskin bir tasvir şairidir. Algıladıklarını ve sezdiklerini, klasik dönemden bir ressam gibi en ince ayrıntısına kadar çizme başarısını gösterir. Tasvirlerindeki canlılık, gerçeklik ve ışık bütün duyuları doyurucudur. Bir Köşeye Çekilme İsteği adlı şiirinde ‘Tarlalarda buldum bu şiirleri/ toplayıp kağıda yazdım’ diyerek, alçakgönüllülük gösteriyor şiiri sözkonusu olunca.
Onun şiirlerini okumak, geçmişin kırlarında yürüyüşe çıkmak, ince akarsuların üstünden atlamak, çalılıklar arasında kuş yuvası aramak ve insan ile doğa arasındaki uyumu yeniden bulmak gibidir.
Doğa ile düşler arasında hortuma kapılmış gibi gökyüzüne yükseldiği: karısı Patty’i, ölmüş olan saplantıya dönüşmüş aşkı Mary ile karıştırdığı; bir gazete editörüne, zaman zaman kendini Lord Byron ve Shakespeare sandığını söylediği; ve tımarhaneden kaçıp 80 millik bir yolu yürüyüp doğduğu köye döndüğü için ‘deli’ sayılsa da, akıl hastanesindeyken yazdığı şiirler oldukça aklı başındadır.
John Clare’in şiirlerindeki o nostaljik-melankolik duygu yoğunluğu ve metafiziksel derinlik, bir zamanlar doğa ile aramızda var olsa da artık yitirdiğimiz, veya yitirmekte olduğumuz yakınlığın sıcaklığı, yuvaya dönüş yoluymuş gibi gelir bize.
“Gramer öğrenmek zorbalık yönetimine benzer – onu şaşırtacak, hiçbir zaman kölesi olmayacağım bu orospunun” der bir mektubunda. Gerçekten de, yayıncıların üstelemesine rağmen asgari noktalama işaretleri kullandı şiirlerinde ve en önemlisi kendi yöresinin lehçesiyle yazmaktan vazgeçmedi, yerel sözlü geleneği şiirlerinde yaşatmaya çalıştı. Şehir merkezli resmi dil standartlaşmasına karşı halkın dilini savundu.
‘Al götür beni ah bu karmaşık kalabalıktan
Dayanamıyorum artık gürültüye.’ ...
Çağdaşı Friedrich Hölderlin gibi ‘meczup’ şairlerdendir John Clare.
Dili zor olsa, özellikle uzun şiirlerinde listecilik, dağınıklık ve fazlalıklardan arınmamışlıktan dolayı eleştirilse; hiciv şiirleri gözönünde bulundurularak, ‘iyi bir hicivci’ olmadığı söylense de, kuşku yok ki 19. asrın en önemli şairlerinden biridir ve çevre felaketlerinin yaşandığı çağımızda genç şairleri etkilediği gibi ideolojik olarak çevrecileri de etkiliyor.
John Clare, doğayla edebiyattan daha çok ilgilendi. Şiirlerini doğayı anlamak ve doğadaki yerini bulmak için yazdı. Hayat ile sanat arasındaki ara’yı kapatmaya çalıştı.
Hayattayken endüstrileşmeye hep karşı çıktı. Londra’ya yaptığı dört yolculuğunda da demiryolunu kullanmayı reddetmesine rağmen, ironiktir ki, 71 yaşında ölünce cenazesi Northampton’dan trenle taşındı Helpston’a...”