‘BÜTÜN’ LEFKOŞA’DA TARİHİ BİR GEZİ

İngiliz Sömürge döneminde Kirkor adında bir Ermeni’nin burada lokma yapması nedeniyle bölgeye Lokmacı adı verilmişti.

 

Tuncer Bağışkan

Bu günkü yazımız, geçtiğimiz hafta sonu Enorasis kulübünün 80 üyesiyle birlikte Lefkoşa surlar içinin eski eserlerini ziyaretimiz üzerine olacaktır. Grubumuzun organizatörü Gaston Neocleous, rehberimiz ise adanın deneyimli sanat tarihçisi Rita Severis idi. İlkin Lefkoşa’nın kuzeyindeki eski eserleri ziyaret ettik. Öğle yemeğimizi Costas-Rita Severis Vakfı’nın Ermu Sokağında kurduğu “Görsel Sanatlar ve Araştırma Merkezi’ne bağlı Balthazar restoranda aldıktan sonra, bu sefer de ziyaretlerimizi Lefkoşa’nın güneyinde sürdürdük.

LEFKOŞA’NIN KUZEYİNİ ZİYARET

Gezimizin başlangıç noktası Lokmacı barikatı idi. İngiliz Sömürge döneminde Kirkor adında bir Ermeni’nin burada lokma yapması nedeniyle bölgeye Lokmacı adı verilmişti. O sıralarda uygulanan ‘Örfi İdare’ olarak bildiğimiz sokağa çıkma yasağı günlerinde İngiliz askerleri Uzun Yol’un başlangıcı olan bu noktaya dikenli teller yerleştirirlerken, 21.12.1963 tarihinde başlayan toplumlar arası çatışmalarda da buraya bir barikat kurulmuştu.

 Lokmacı’dan sonra ilk durağımız Arasta çarşısı oluyor. Türk-İslam mimarisinde ticareti öngören dükkân, çarşı, bedesten ve arasta gibi halkın her türlü ihtiyacını karşılayan pazar yerleri gibi tesisler, Osmanlı döneminden başlayarak kentlerdeki büyük camiler ile külliyelerin yanlarında yerlerini almaya başlamışlardır. Suk-u Sultani adıyla bilinen bu yerler arasında, XVI. Yüzyıl çarşısının bir devamı olduğuna inanılan Arasta Çarşısı da bulunmaktaydı. Osmanlı döneminin son yıllarına rastlayan 1872 yılında Lefkoşa’yı gezen Arşidük Louis Salvator, Mağusa ile Baf kapılası arasında değişik zanaat ile meslek icra eden 23 çarşı bulunduğuna  ‘Levkosia’ adlı kitabında yer vermiştir.

Arastadan sonra Ortaçağda Lefkoşa’nın dini merkezi olan Ayasofya Meydanı’na ulaşıyoruz. Meydanın dini bir merkez olma nedeni, Lüzinyan döneminde inşa edilen ve Lüzinyanların Kıbrıs Krallık tacını giydikleri St. Sophia Katedrali’nin burada bulunmasıydı. Lefkoşa’nın Osmanlılar tarafından alınmasından sonra bu katedral camiye dönüştürüldüğünden burası Lefkoşa’nın dini merkezi olma işlevini sürdürmüştür. Ancak bu dönemde meydanın eskiden var olan dini işlevine, ticaret, konaklama ve eğitim merkezi olma işlevleri de yüklenmiştir. Meydanın çevresinde Osmanlı döneminden günümüze gelen Lefkoşa Pazar yeri, Osmanlı belgelerinde ‘Araplar Hanı’ adıyla söz edilen Deveciler Hanı,  kütüphane ve Aziziye Tekkesi yer almaktadır. Genel olarak meydan ile yakın çevresi, barındırdıkları Roma, Bizans, Lüzinyan, Venedik, Osmanlı ve İngiliz Sömürge Dönemi mimari örnekleri ile bunların karışımları, Ayasofya Meydanı’nın özgün kimliğini oluşturmaktadır.

Daha sonra meydandaki Ayasofya (Selimiye) Camisi, Bedesten, Papazların Meclis binası (Chapter House), Büyük Medreseye bağlı II. Sultan Mahmut Kütüphanesi, Venedik Evi ve ‘Bandabuliya’ adıyla bildiğimiz Belediye Pazarı’nı da ziyaret ediyoruz. En çok ilgi Bandabuliya üzerine yoğunlaşıyor. Osmanlı döneminin son yıllarında, şimdiki Bandabuliya’nın bulunduğu yerde faaliyet gösteren manavlar, üst kısımları kapalı alanlarda mallarını sergileyip satarlarken, halkın kullandığı yürüyüş yollarının üst kısımları ise açıktı. Bu ise, kış mevsimlerinde çarşıda alış-veriş yapanlara sorunlar yaratmaktaydı. Nihayet 3 Eylül 1929 tarihinde Gigi lakabıyla bilinen Lefkoşa Belediye Başkanı Themistoclis Dervis başkanlığında toplanan Belediye Meclisi,  eski çarşının yıkılarak yerine yeni bir Bandabuliya inşa edilmesine karar veriyor. Hazırlanan projede çarşıya 132 küçük dükkân yapılması, bunların 12’sinin balık dükkânı, 80’inin sebze dükkânı ve 40’ının ise toptancı ambarı, meyve dükkânı, kasap dükkânı ve domuz dükkânı olarak kullanılması öngörülüyor. İnşaatı tamamlanan çarşının açılış töreni 1.10.1932 tarihinde gerçekleştiriliyor. Ancak bu çarşı 1940 yılı itibarıyla çoğalan Lefkoşa nüfusuna yetersiz kaldığından, doğu bitişiğindeki Ali Sıdkı Ağazade’ye ait bahçe satın alınarak çarşının daha da büyütülüp bugünkü şeklini alması sağlanıyor.

Daha sonra St. Katerine Katedralinden dönüştürülen Haydarpaşa Camisi, Küçük Medrese çeşmesi ve Şekspir Mektebi güzergâhı üzerinden Osmanlı döneminden itibaren bir ticaret ile konaklama merkezi olan Asmaltı Meydanı’na ulaşıyoruz. Osmanlı döneminde Buğday Pazarı adıyla bilinen bu meydanı şehir içi ticaret hanlarının yoğunlaştığı bir ticaret ile konaklama merkezi haline getiren Osmanlılar olmuştur. Lefkoşa’ya geçici olarak gelen yerli ve yabancıların çoğu ihtiyaçlarını karşılayan bir merkez durumun­daydı. Meydanın çevresinde üç han, hamam, aşhane, fırın, kahvehane, meyhane, şano, bakkal, nalbant ve eğlence merkezleri bulunmaktaydı.

Meydanı izledikten sonra, kuzeyindeki Kumarcılar hanını ziyaret ediyoruz. Son yıllarda hanın alt katlarında saptanan temel kalıntıları ile hanın giriş koridorunda varlığını sürdüren M.S XV-XVI yüzyıla ait kapı kemerine dayanılarak ortaçağ kalıntılarından yararlanılarak Osmanlı döneminde inşa edildiği anlaşılmaktadır. Hanın kesin inşa tarihi bilinmemekle birlikte XVII. Yüzyılda yapıldığı tahmin edilmektedir. Vakıflar İdaresi arşivindeki 31.Mart.1748 tarihli bir belgede, “KUMARΔ adını taşıdığı ve yanındaki hamamla birlikte Kılıç Ali Paşa Vakfı’na ait olduğu kaydına rastlanmaktadır. Yine Şer’iyye Sicillerindeki M.S 1811 - 1836 yılları arasına tarihlenen iki ayrı belgede de hanın adı “KUMARCI” olarak geçmektedir. 1873 yılından itibaren Lefkoşa’yı ziyaret eden yerli ve yabancı yazarlar adından, ‘Kumarcılar Hanı’, “Küçük Han”, “Seyyar Çalgıcılar Hanı” ve “Kemancılar Hanı” olarak söz etmişlerdir. Nitekim yakın geçmişimizde kasabalar ile köylerdeki sünnet ile düğün törenlerine giden Lefkoşalı çalgıcıların, Asmaaltı Meydanı’ndaki ‘Asmalı Kahve’nin önüne oturup müşteri bekledikleri halen anımsanmaktadır.

Kumarcılar Hanı’ndan sonra, Asmaaltı meydanının güneyindeki Büyük Hana varıyoruz. Osmanlıların Lefkoşa’da inşa ettikleri ilk han olarak bilinmektedir. Hanın yapılışı ile ilgili olarak Sultan Selim’in bir buyruğu T.C Başbakanlık Evkaf Arşivi 29 numaralı Mühimme Defterine 135 numarayla kayıtlıdır. Sultan Selim’in daha önceden Ayasofya Camisi’ne vakıf olarak yaptırdığı dükkânların o sırada Kıbrıs Beylerbeyi olan Sinan Paşa tarafından yıktırıp yerine bir kervansaray yaptırdığının kendisine bildirilmesi üzerine, Kıbrıs Defterdarı ile Lefkoşa ve Gülnar kadılarına gönderdiği 5 Ocak 1577 tarihli hükümde, yaptırılan kervansarayın vakfa gelir sağlaması halinde padişah adına satın alınması, eğer vakfa faydası yok ise yıkılıp yerine eskiden olduğu gibi yeniden dükkanların yapılması emredilmektedir. İlk yapıldığı yıllarda “Yeni Hanı” adıyla bilinirken, özellikle Alanya’dan gelen tüccarların konaklama yeri olması itibarıyla “Alanyalılar Hanı” adıyla da bilinmekteydi. Ancak daha sonraları küçük olan Kumarcılar Hanı’nın Asmaaltı Meydanı’na yapılması üzerine, halkın kıyaslamaları sonucu “Büyük Han” adıyla bilinmeye başlanmıştır.

Büyük Han’dan sonra, 1963 yılına kadar genellikle Ermeni ailelerin oturdukları Arabahmet Mahallesi, sokak kapısının kilit taşında “Sene 1316” (1898/99) yazılı Derviş Paşa Konağı, Girne Kapısı, Mevlevi Tekkesi ve Sarayönü Meydanı’nı da ziyaret ediyoruz. Sarayönü meydanında kahve içmek hayli keyifliydi. Kahvemi yudumlarken meydan ile yakın çevresini düşünüyorum. Lefkoşa’nın Bizans döneminin son yıllarında başkent olarak ilan edilmesinden sonra ilk şeklini Lüzinyan döneminde almış ve buraya bir kraliyet sarayı inşa edilmişti. Kıbrıs Valilerinin ikametgâhı olarak kullanılan bu saray Venedik ile Osmanlı dönemlerinde de ayni işlevini sürdürmüştü. Adaya hâkim olan Venedikliler meydanın gerisindeki şimdiki Sarayönü camisinin yerinde bulunan Karmel Kilisesinin önüne Salamis’ten getirdikleri mermer bir sütun dikmişler, tepesine ise Venedik hâkimiyetini simgeleyen bir Venedik aslanı koymuşlardı. Bu sütun Osmanlı döneminde devrildiğinden, şimdiki yerine 8.2.1915 – 2.8.1915 tarihleri arasında İngilizler tarafından dikilmişti. Bu dönemde sütunun kuzeybatı yanında bulunan Kraliyet Sarayı ile çevresindeki Osmanlı mezarlık alanı tamamen yıkılarak yerine 14 Haziran.1900 tarihinde şimdiki mahkeme binalarının temelleri atılmış ve başlatılan inşaatın ilk etabı 1904 yılında tamamlanmıştı. Ancak zamanla ihtiyaca yanıt vermediğinden, 1920’li yıllarda merkezi binanın çeşitli yanlarına yeni kanatlar eklenmek suretiyle bugünkü şeklini almıştır.

LEFKOŞA’NIN GÜNEYİNİ ZİYARET

Lefkoşa’nın kuzeyini gezdikten sonra Ermu sokağı üzerinde bulunan Costas-Rita Severis Vakfına ait “Görsel Sanatlar ve Araştırma Merkezi”ne bağlı Baltazar restoranda öğle yemeğimizi alıyoruz. Bu arada 15 Eylül, 2014 tarihinde Kıbrıs Cumhurbaşkanı Nicos Anastasiades’ın açılışını yaptığı Costas-Rita Severis Vakfı’na ait müzeyi de ziyaret etme olanağım oluyor. Müzedeki sergilemelerde ziyaretçilere Türkçe, Rumca ve İngilizce bilgiler verilmesinin yanı sıra, müze girişinden sağlanan kulaklıkla sergilemeler hakkında bilgi edinmek de mümkün oluyor. Müzede, Osmanlı döneminden başlayarak İngiliz sömürge döneminde Kıbrıs’ı ziyaret eden seyyahlar ile sanatçıların kitapları, fotoğrafları ve çizmiş oldukları resimler ile gravürler sergilenmiş durumda. Yukarı katlara uzanan basamakların yan duvarlarındaki resimler ile çizimler karşısında hayretten hayrete düşüyorum. İki ayrı odada ise canlandırma olarak verilmiş kılık kıyafetler yer alıyor. Bunlardan biri ise Osmanlı-Türk giysilerini yansıtıyor. Müzeyi gezdiğim sırada çok kültürlü bir adada yaşadığımın yeniden farkına varıyorum.

Nihayet güney Lefkoşa gezisi için Ermu sokağı ilk durağımız oluyor. Aslında Baf Kapısından Mağusa kapısına kadar uzanan Ermu sokağı, Lüzinyan döneminde Lefkoşa’nın ortasından geçen Kanlı Dere’nin yatağıydı. Ancak Venedikliler şehrin savunmasını Osmanlılara karşı güçlendirmek için derenin yönünü değiştirip Lefkoşa’nın dışından geçmesini sağladıklarından şehir içinde kalan yatağı susuz kalmış, buraya boydan boya uzanan bir yeraltı tüneli yapılmış ve dere yatağının değişik yerlerine şehir içi ulaşımını sağlamak amacıyla ahşap köprüler yapılmıştı. Lefkoşa’nın yağmur suyunun kent dışına akması için Venedik döneminde yapılan tünel Rumlar tarafından “Kotsirgas” adıyla bilinirken, Türkler tarafından da “Çirkefli Dere” adıyla bilinmeydi. Venedik döneminde açıkta bulunan Kanlı Dere’nin yatağı Osmanlı döneminden başlayarak İngiliz sömürge döneminin ilk yıllarına kadar zibillik olarak kullanılmaktaydı. Lefkoşalılar çöplerini, pisliklerini ve ölü hayvan leşlerini buraya atıklarından, buradan pis kokular geldiği gibi, tüm salgın hastalıkların da kaynağı durumundaydı.  Nihayet bu kaynağın kurutulması için 15.11.1882 – 31.7.1888 tarihleri arasında Lefkoşa’nın ilk belediye başkanı olan Chistodoulos Severis bir plan geliştiriyor. Her kim bu dere yatağının herhangi bir yerine toprak getirip döker, üzerine de inşaat yaparsa, inşaatın yapıldığı arazi onlara ücretsiz olarak verilecekti. Bu nedenle öneriyi cazip bulan çoğu kişiler inşaatlarını derenin yatağı üzerine başlatmışlar, böylelikle ilerleyen yıllarda bugünkü Ermu sokağı ile yakın çevresi ortaya çıkmış olur.

Ermu sokağından sonra yakın geçmişimizde Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumların birlikte yaşadıkları Ömerge mahallesine doğu ilerliyoruz. Yolumuza devamla Kıbrıs’ın ilk endüstriyel binaları arasında yer alan eski elektrik üretim tesisine varıyoruz. Çocukluk yıllarımda mahallede ilgimi çeken yapılar arasındaydı. Kıbrıs’a ilk elektrik şirketinin 1903 yılında İngiliz hükümeti tarafından getirilmesi üzerine muhtemelen 1903-1912 yılları arasında inşa edilerek üretime başlamıştı. Ancak değişik şehir merkezlerine kurulan ve çam odunuyla çalışan bu elektrik jeneratörlerinin gürültüleri mahalleliyi oldukça tedirgin etmekteydi. Nihayet Kıbrıs Elektrik Kurumu’nun 1952 yılında oluşturulması ve santralların merkezileştirilmesi üzerine kent içlerindeki elektrik santralları gibi Lefkoşa Ömerge mahallesindeki elektrik santrali da üretimini durdurur. 1974 yılından sonra yaklaşık 20 yıl kapalı kalan bu tesis, bir sanat merkezi olarak kullanılmak üzere Elektrik Kurumu tarafından Lefkoşa Belediyesine verilir. Lefkoşa Belediyesi ile Pierides Vakfı’nın işbirliği sonucu burası 14.1.1994 tarihinde “Lefkoşa Belediyesi Sanat Merkezi” olarak hizmete konur. Binanın aslına uygun olarak restore edilmiş olması nedeniyle de ayni yıl Europa Nostra ödülüne laik görülür. Müzenin girişindeki saçaklığın altında bulunan sıra halindeki sayısız rakamlar dikkatimi çektiğinden değişik yorumlar yapıyorum. Bunun üzerine rehberimiz, bu sayıların Avrupa Birliğinin Kıbrıs için aldığı sayısız kararların sayıları olduğunu ve sanatsal bir yaklaşımla ele alındığını bilgime getiriyor.

Bu sırada yan taraftaki eski Belediye binasının bulunduğu boş alanda sürdürülen arkeolojik kazı dikkatimi çekiyor. Eskiden burada Lefkoşa’nın ilk Belediye binası bulunmaktaydı. Buraya büyük bir belediye çarşısı yapılması amacıyla 1960’lı yılların ilk yarısında yıkılır. Ancak öngörülen belediye pazarı yapılmadığından arazi boş kalır. Nihayet 2002 yılında buraya yeni bir belediye binası yapılması kararı üzerine başlatılan temel kazıları sırasında bol miktarda arkeolojik eski eser açığa çıkar. Bu kalıntılar da burasının M.S XI-XX. Yüzyıllar boyunca sürekli bir iskân gördüğüne işaret etmekteydi. Zaten 1952 yılında bu civarda Geometrik-Arkaik dönemlere tarihlenen altı adet antik mezar bulunmuştu. Son kazılar sırasında alt katlarda iki kilise kalıntısına da rastlanır. İki sahınlı ve duvar freskli olan bir tanesinin Orta Bizans dönemine (M.S XI. Yüzyıl) ait olabileceği görüşüne varılıyor. Burada sürdürülen arkeolojik kazıların tamamlanmasından sonra, kalıntılarının üzerlerinin kalın bir cam ile örtüleceği ve belediye binasında yürüyenlerin alttaki antik kalıntıları görebilecekleri bilgimize getiriliyor.

Kazı alanından ayrıldıktan sonra sırasıyla, Ömerge Camisi, Ömerge Hamamı, Dragoman Hacı Yorgacis Kornesios, Ayios Andonios Kilisesi, Severis Kütüphanesi, eski Başpiskoposluk Sarayı, Ayios Ioannes (St. John Katedral) kilisesi, Silahtar su kemerleri ve tarihi Mağusa Kapısını da ziyaret ediyoruz. Lefkoşa’yı çevreleyen Venedik surlarında kente girişi sağlayan üç kapıdan biri olan Mağusa kapısı, yapıldığı dönemde Porta Giuliano adıyla bilinmekteydi. Kapı kemerinin hayli yüksek olması itibarıyla taşımacılık amacıyla kullanılan develerin bu kapıdan Lefkoşa’ya giriş-çıkış yapmalarına olanak yaratmaktaydı. Rehberimizin anlattığına göre, Osmanlı döneminde bazı cüzzamlıları barındıran bir hastane, Mağusa Kapısı karşısındaki Ayia Paraskevi Tepesinde bulunmasına karşın, bazı cüzzamlılar dışardaymış. Bunların kente girişleri yasaklandığından, Mağusa Kapısının dış kısmındaki hendekte kalırlar ve kente giriş çıkış yapanlardan dilenirlermiş. Beslenmeleri ise genellikle onlara surlardan sarkıtılan yiyeceklerle sağlanmaktaymış. Ancak Ayia Paraskevi Tepesi civarındaki Miskinhanenin İngiliz Sömürge döneminde zamanın koşullarına uygun bir cüzzamlılar hastanesine dönüştürülmesi üzerine cüzzamlıların tümü oraya yerleştirilmiş.

Mağusa kapısı son durağımız olduğundan tarihi Lefkoşa’nın tamamını içeren dolu dolu bir gezimiz de böylece tamamlanmış oluyor.

 

 

Dergiler Haberleri