Niyazi Kızılyürek
Sadece okulda öğrendiğimiz mızıkacılarını bildiğimiz Bremen’e yerleşirken hayatımızın ne yönde akacağını kestirmemiz imkansızdı. Şehir merkezine yakın bir yerde ağırlıkla öğrencilerin yaşadığı Silvall semtinde (Kepler Strasse de) iki odalı bir ev tuttuk. Kneipe (Birahane) ve kitapçılarla dolu bu semtte ürkek ürkek bilmediğimiz bir dünyanın içine girmeye hazırlanıyorduk…
Bremen’e yerleştikten kısa bir süre sonra burslu olarak üniversite eğitimime başladım. Burs almam beni müthiş rahatlatmıştı. Hemen aileme bir mektup yazarak bu mutlu haberi ulaştırdım. Ağır bir mali külfetten kurtuldukları için onlar benden daha fazla rahatlamıştı. Yanlış hatırlamıyorsam peder bu mutlu haberi kurban keserek kutlamıştı.
Üniversiteye daha adım atar atmaz bambaşka bir dünyaya geldiğimi fark ettim. Blue jeen pantolonlarla gezen ve görünüş itibarıyla öğrencilerden hiç bir farkı olmayan profesörler, duvarlara asılı Karl Marks resimleri, feminist örgütler ve Üçüncü Dünya’dan binlerce öğrencisiyle Bremen Üniversitesi büyük bir Sempozyum idi. Üniversitenin Grekçe adına yaraşır tam bir “Pan-Epistim” merkezi. Fakat üniversitede bilim sadece kitaplarla yapılmıyordu. Bütün dünya meseleleri konuşuluyordu. İran devrimi, Nükleer Silahlanma, Kürt Sorunu, Toplumsal Cinsiyet meseleleri, Latin Amerika diktatörlükleri ve daha bir çok konu etrafında bitmek bilmeyen tartışmalar yapılırdı.
Sınıfa girdiğim ilk gün öğrenciler kendini tanıtırken “Zypern” lafının geçtiğini duydum ve kulaklarıma inanmadım. Aynı sınıfta bir Kıbrıslı daha vardı. Andreas. Hocamız yarı şakayla burada savaşmayacaksınız değil mi diyerek gülümseyince bütün sınıf güldü. Dersten sonra Andreas’a “merhaba” dedim ve buluşmamızı önerdim. Fakat Andreas son derece çekingen davranıyordu. Başka Kıbrıslı var mı diye sordum ve Christalla adlı akrabasının da üniversitede olduğunu öğrendim. Bir süre sonra okulun kafeteryasında Christalla ile tanıştık. Christalla cana yakın bir insandı. Daha ilk cümlelerinden düşünen ve sorgulayan biri olduğu belli oluyordu. Andraes’ın biraz tuhaf davrandığını söylediğimde, “onu boş ver, milliyetçidir” dedi. İkisi de Paralimni kasabasından geliyordu. Paralimni milliyetçi bir yer olmakla namlıydı. Bugün bile kahvehanelerin duvarlarını Grivas’ın resimleri süslüyor. Yıllar sonra bir arkadaşımla Paralimni’de bir kahveye oturup Grivas’ın fotoğrafı altında kahvelerimizi yudumladığımızda, arkadaşım “burada adını söylemezsen iyi edersin” demişti…
Daha ilk dersimizde Bremen Üniversitesi’nin bir eleştiri ve özeleştiri merkezi olduğu anlaşılıyordu. “Burjuva Toplumunun Yapısı” başlıklı giriş dersinde Almanya’nın faşizme nasıl sürüklendiği irdeleniyor ve faşizm olgusunun bütün boyutları inceleniyordu. Ve Nazilere lanet yağdırılıyordu. Başlangıçta Alman hocaların Almanya ve Almanları yerden yere vurmalarını şaşkınlık içinde dinliyordum. Kısa süre içinde üniversitenin şanına yakışır bir eleştirel düşünce merkezi olduğunu idrak edecektim. Das Kapital, Üçüncü Dünya Ülkelerinin Bağımlılığı, Azgelişmişliğin Gelişimi, Emperyalizm, Yeni Sömürgecilik, Faşizm gibi konuları içeren dersler veriliyordu. Büyük bir bilgi açlığı ve öğrenme hevesiyle her şeyi etüt ediyorduk. Dünyayı öğrendikçe Kıbrıs’ı ve kendimizi de öğreniyorduk. Özellikle Wilhelm Reich’i tanımak son derece ufuk açıcıydı. “Faşizmin Kitle Ruhu Psikolojisi” ve “Dinle Küçük Adam” gibi eserleri okurken başımıza adeta saksılar yağıyordu. Marks, Freud, Reich ve Feminizm sentezi tam bir “algı” devrimiydi. Marks’ın Meta Fetişizmi ve Yabancılaşma Kuramı, Freud ve Reich’in Cinsel Yaşam, Aile ve Otoriter Kişilik arasında kurdukları bağlantılar ve Feminizmin öğrettiği gururlandığımız erkeklik kimliğinin mağduriyet üzerine inşa edilen tarihin bir “marangoz hatası” ile iktidarların kurguladığı hiç de doğal olmayan bir olgu olduğunu öğrenmek Kıbrıs’ta doğup büyüyen biri için ölüp yeniden dirilmek anlamına geliyordu. Tam bir metamorfoz geçiriyordum. Öğrendiğim her şey o güne kadar taşıdığım benliğimi silip adeta yeniden şekillendiriyordu. Bu son derece sancılı, keyifli ve fırtınalı süreç içinde Kıbrıs giderek uzaklaşıyor, ufukta kaybolan bir noktaya dönüşüyordu. Orası benim için artık ailemin yaşadığı bir yerdi ve ilgi alanımın tamamen dışındaydı.
Hocalarımızdan Holger Heider 68’liydi. Sıkı bir Marksist’ti. Değer Kuramı üzerine yaptığı çalışmalarla ünlü, son derece mütevazi bir adamdı. Bir gün beni odasına çağırdı ve “her şeyle ilgileniyorsun, Kıbrıs’la niye ilgilenmiyorsun” gibi bir cümle söyledi ve arkasından da “Yunanca biliyor musun?” diyerek soru ile ima arasında bir laf etti.
Doğrusu, Kıbrıs ile ilgilenmek pek aklıma gelmemişti. Yunanca öğrenmeyi de hiç düşünmemiştim. Holger bunun üzerine “bak” dedi, “Kıbrıs’ta her şey var. Sömürgecilik, milliyetçilik, etnik çatışma, emperyalizm, yeni sömürgecilik, dış müdahale, sınıf mücadelesi vs. Neden bunlarla ilgilenmiyorsun! Emperyalist Batı ülkelerinde okuyan siz üçüncü dünyalılar sakın oyuna gelmeyin. Kendi ülkelerinizi çalışın. Ayrıca neden Yunanca bilmiyorsun? Senin ülkenin büyük çoğunluğu Yunanca konuşmuyor mu?”
Hoger’nın yanından ayrıldığımda kara kara düşünmeye başladım. Söylediklerinde büyük gerçeklik payı vardı ama Kıbrıs çalışmak, Yunanca öğrenmek o vakte kadar hiç aklıma gelmemişti. Öğrenilecek o kadar çok şey varken Kıbrıs gibi son derece “sıkıcı” bir ülkeyle ilgilenmek de neyin nesiydi… Holger, odasından ayrılmadan önce “hafta sonu bize yemeğe gel” diyerek adresini vermişti. Hafta sonunu büyük bir sabırsızlıkla bekledim. Bremen’in dışında bir çiftlik evinde oturan Holger’in mütevazi bir evi, bahçesinde de hayvanları vardı. “Senin kültürüne yakın olduğunu düşündüğüm bir yemek yaptım, spagettiye ne dersin?” “Teşekkürler, Eyvallah” derim. “Şarap olarak da Chianti’yi seçtim, iyi mi?” “Gayet güzel.” “Müzik olarak da Mikis Theodorakis’in Papblo Neruda’nın şiirlerinden bestelediği Canto General’ini…” Utandım. Bu isimleri ilk defa duyuyordum…
O gece Holger’nın yanından ayrılırken bundan sonra öğrenim hayatımın başka bir mecrada akacağını düşünüyordum ama yine de pek emin değildim. Yunanca öğrenmek, Kıbrıs çalışmak! Olabilir. Fakat tam olarak karar vermiş sayılmazdım. Bunun için dünyanın “komplo yaparak” beni başka tesadüflerle buluşturması gerekecekti…
Bremen Üniversitesinin atmosferi giderek bizi baştan aşağı kuşattı. Bu arada, Hüseyin ile yeni bir eve taşındık. Diğer arkadaşımız bir süreden beri tanıştığı ve sonradan evleneceği kızın yanında vakit geçiriyordu. Herkesin kendi ülkesinin hallerini sorguladığı bir yerde Kıbrıs’a karşı ilgisiz kalmak neredeyse ayıp sayılırdı. Kıbrıs’ı da kapsayan tartışmalar yavaş yavaş hayatımıza girmeye başladı. Sonunda ortamın “teşvik ve tahriki” ile Christalla, Hüseyin ve ben “Kıbrıs Barış Komitesini” kurmaya karar verdik. Düzenli yaptığımız toplantılarla Kıbrıs Sorunu’nu masaya yatırıyor, durmadan “milli meseleyi” tartışıyorduk. Stalin’in “dört maddesinden” yola çıkarak Kıbrıs’ta bir “ulus” olup olmadığını sorguluyor, birçok konuya el atıyorduk. Sonunda okulumuzda sık sık yapılan gecelerden etkilenerek bir “Kıbrıs Gecesi” düzenlemeye karar verdik. Solcu Kürt, Türk ve Yunanlı öğrenci dernekleri bize destek olacaklardı. Bu başlangıç, başka şeylerle birlikte beni yavaş yavaş Kıbrıs çalışmaya sürükleyecekti.
1979 yılında ilk defa tatil için Kıbrıs’a geldik. Almanya’dan bindiğimiz tren bizi İstanbul’a ulaştırdı. İstanbul’dan otobüsle Mersin’e, oradan da feribotla Mağusa limanına çıktık. Bizi karşılamaya gelen aile efradı o kadar genişti ki bir otobüs kiralayıp otobüsle gelmişlerdi. İki koskoca yıldan sonra ilk defa memlekete dönüyorduk.
Bıraktığımız mekanın hızlı bir değişim içinde olduğunu hemen fark ettim. Coğrafyası ve beşeri coğrafyasıyla gerçekten hızlı bir değişim yaşanıyordu. “Hükümet işine” girenler, memur üniformasıyla kahvede oturan gardiyan ve gümrük memurları (sınırları olmayan bir mekanın gümrük memurları oluşmuştu), patronaj sisteminin parçası haline gelen muhtarlar, “solcu” ve “sağcı” olarak ayrılan kahveler, siyasete giren hekimlerle hakimler, milletvekilleri, bakanlar, Türk “gazilerle” evlenen kızlar, Türk subaylarla iş tutan işadamları, askerlerle birlikte boy göstermeye meraklı siyasetçiler ve sonu gelmeyen ganimet tartışmaları…
Tatilimiz esnasında ilk defa Rauf Denktaş ile tanıştım. Hüseyin’in babası Rüstem dayı babam gibi TMT’li ve sıkı Denktaşçıydı. Benim burslu okumamı ve Hüseyin’in bursuz olmasını bir türlü anlayamıyordu. Oğluna burs istiyordu ve beni de yanına alıp Denktaş’a gitmemizde ısrar ediyordu. Denktaş’ın yanına gidecek ve ona her şeyi anlatacaktık. Öyle yaptık. Kendimi Rüstem dayı ile birlikte Denktaş’ın sarayında buldum. “Efendim, biz üç arkadaş Almanya’da okuyoruz. Ben arkadaşlarımdan bir sene önce burslu olarak üniversiteye başladım. Arkadaşlarım bir sene sonra üniversiteye başladıklarında bizim üniversite burs vermekten vazgeçtiği için burs alamadılar.” Denktaş, “Almanya’da okumanız çok güzel, aferin! Elimden geleni yapacağım. Yalnız dikkat edin, şimdilerde okuyan herkes komünist oluyor. Siz bana adresinizi yazın, size broşür gönderelim. Orada yanlış yollara sapmayasınız…” Uzattığı kağıda adresimizi yazdım: “Graubündener strasse 63, 2800 Bremen, West Germany”. Yıllarca Enformasyon Dairesinin hazırladığı propaganda bülteni adresimize geldi ama Hüseyin’in bursu hiç gelmedi…
Bu benim Rauf Denktaş ile baş başa yaptığım ilk ve son görüşme oldu…