Bir haziran ayı… Bir sınav ayı daha… Ve, Yarış Atlarımız… Caretta Carettalarımız… -2-

İlkokul çağındaki çocuklardan başlayarak, gençlerimizin, beyinlerine üniversite düzeyi + bilgi yüklemekte bir sakınca görmüyorsak… Öncelikle bu, Eğitim Sistemimiz ve onu yaratanların yüz kızartıcı bir ayıbıdır, günahıdır!

Neriman Cahit

Çünkü ve aslında…

SİSTEMİN ENKAZININ YÜKÜNÜ ONLAR ÇEKİYOR…

Evet, siz her şeyi çocuğunuzun iyiliği için yapıyorsunuz… Kabul... Çocuklarınız için her türlü maddi – manevi özveride bulunuyorsunuz… Kabul…

İlköğretimden Üniversite’ye kadar, çok ağır bir yükün altındasınız. Aslında, çökmüş bir sistemin altında debelenip duruyoruz toplum olarak… Ama…

Ama unutmayalım ki, bu enkazın en büyük yükünü, çocuklarımızın – gençlerimizin omuzlarına yıkmış durumdayız… İlkokul çağındaki çocuklardan başlayarak, gençlerimizin, beyinlerine üniversite düzeyi + bilgi yüklemekte bir sakınca görmüyorsak… Öncelikle bu, Eğitim Sistemimiz ve onu yaratanların yüz kızartıcı bir ayıbıdır, günahıdır!

***

Örnekleyelim: Bilişsel gelişimde: 11 – 12 yaş, “Somut işlemler Dönemi”dir. Mantıksal düşünme ve sayı, mekan, boyut, hacim, uzaklık kavramları henüz yerleşmeye başlar. Ama nerede?

Bizim zavallı çocuklarımız, ilkokul 2.,  3. sınıftan, yani (6-8 yaştan başlayarak, bir sürü ‘bilinmez’ problemle uğraşırlar. O da yetmez, hacim hesapları, açı problemleri + bir sürü yaşlarına uygun olmayan çalışmalara zorlanırlar… (Tabii, sözde ‘özel hocalar da’ yardımcı olarak!)

Bakın, konunun uzmanları ne diyor: “11 yaşlarında, çocukta soyut düşünce henüz tam gelişmemiştir. Bundan sonra başlayan, “Formel İşlemsel Dönem”de, somuttan – soyuta dönüşüm görülecektir. (ama yok canım, bizim, oportinist siyasilerimiz ve anlı şanlı Eğitim Bakanlığımız dururken konunun uzmanları ne anlar bu işten!) Öyle olmasa, böylesine çıldırtıcı müfredatlar nasıl dayatılabilir ki çocuklara.

Keşke, sınavların yoğunlaştığı, çocukların iç gerilimlerinin doruğa ulaştığı dönemlerde, onlara, “oyun oynamak, spor yapmak için bol fırsat yaratabilsek…

“Yemek yemeye, uyku uyumaya bile zamanları yok, ne oyunu, ne sporu?”… mu?

ZAMAN FAKTÖRÜ…

“Öğrenme Fizyolojisi” biliminin verilerine göre: En temel stres kaynaklarından biri zaman faktörüdür… Yani, “Şu, şu sınava, şu kadar gün kaldı, daha öğrenilecek şu kadar konu var, yetiştiremeyeceğiz” düşüncesi ile başlı başına bir strese neden oluyor… Uzmanlara göre:

“Stres altında olmak” ise, kanımızdaki ‘adrenalin” miktarını yükseltir. Bu ise, beyinde kurulması gereken ‘protein zincirine’ ket vurur. Yani, yüksek oranda adrenalin, öğrenme işlemini gerçekleştiren, biyokimyasal süreci olanaksız hale getirir; ama biz bunları düzeltme yerine, “yine sınavda yapamamış. O kadar da para döküyoruz yoluna; bu çocukta kapasite yok aslında” hükmünü bir kez daha yüzüne vururuz çoğumuzun!

Oysa, bilsek ve uygulayabilsek ki, “Adrenalinin normal düzeye inmesinin yolu, fiziksel aktiviteden geçer.” Yani, koşmaktan, atlamaktan, sıçramaktan, top peşinde seyirtmekten, bisiklete binmekten…

Hani bir şeye kafamız çok bozulmuştur da, bedenimizdeki tüm sinirlerin keman yayı gibi gerildiğini hissederiz de, kendimizi vururuz yollara… Yürür yürür de ‘oh ferahladım!’ diye deriz ya… Aslında fiziksel aktivite ile, adrenalini aşağıya çektik demektir, biz bu gerçeğin bilincinde olmasak da!

İşte bu hakkı, çocuklarımıza da tanıyabiliriz. Bu hak olmaktan öte, verimli ders çalışabilme, sağlıklı öğrenme için de gereklidir…

SINAVA ENDEKSELEMEYİN…

Evet, mutluluğunuz sınava endeksli olmasın…

Başka ne mi yapabilirsiniz?

Kendinizi gevşetebilir, heyecanınız ve kaygılarınızla çocuğunuzu iyice paniğe sokmayabilir… Sınavlara doğru, ‘olasılık hesapları’ yapmaktan kaçınabilir… sınavdan sonra ise “kaç soru yaptın, kazanabilecek misin?” vb. ısrarlı sorularla

çocuğunuzu daha fazla bunaltmayabilirsiniz…

“Nasıl geçti?” yerine, “Nasılsın?  Çok mu yoruldun? Acıktın mı?, Susadın mı?” diye… yani, sınavı değil, “onu – kendisini” sorabilmelisiniz ki çocuğunuz, sınavı değil, “Onu, kendisini” daha fazla önemsediğinizi anlasın. Sınavla ilgili, onu sıkboğaz etmek yerine, sabırla onun konuşmasını bekleyin…

Eğer, umduğunuz sonuç çıkmazsa da, hiç “suçlu” aramayın… Şimdiye dek gösterdiği gayreti övüp, onu kutlayın…

Ve özellikle evet özellikle sevgili ana-babalar,  bütün o uzun süreçte, ezilen yavrularınıza, gelecek kaygısıyla “çaldığımız çocukluklarını” geri vermeye çalışın…

VE, ŞUNU ASLA UNUTMAYIN…

Yabancı dil bilmenin, nitelikli eğitim almanın önemini elbette yadsıyacak değilim…

Ancak, yaşamın asıl amacı, kendine yeter bir insan olabilmek… Kendi kendini gerçekleştirebilmek… Yaşadığından tat alabilmek… Ve mutluluğunu başkalarıyla paylaşabilmektir…”

Sınavda başarılı olup falanca okula gitmek vs. bu amaca yönelik bir araçtır.

Ama ve neyse ki, yaşamın seçenekleri, bu kadarla sınırlı kalmıyor. Bu nedenle, yaşamdaki mutluluğu, ‘tek bir seçeneğe’ indirgeyip… Konuya, gerçek öneminin çok üstünde değer yüklemek, pek de ‘akılcı’ değildir! Yoksa, buna dikkat edilmezse umulan sonuç elde edilmediğinde… Gerek öğrenci, gerekse anne- babası açısından çok ciddi duygusal kırıklıkların ortaya çıkması, kaçınılmaz olur…

***

Sakın, Polyannacılık oynadığımı sanmayın; çünkü değil koleji kazanmak, üniversiteye girmek… Yakın tanığıyım, evladı bir hastalığı yenebilsin, sakatlığına çare bulunabilsin, çektiği acı dinebilsin… Veya, kendi yemeğini kendisi yiyebilecek  zihinsel yetkinliğe erişebilsin diye, canını vermeye hazır, o kadar çok anne ve baba var ki!!!

 -bitti-

İlgili Haberler

Dergiler Haberleri