BİLİMSEL DOGMATİZM ÜZERİNE

Belli bir amaç gütmeden, bir yere varmaya çalışmadan, yudum yudum yaşarken en sıradan anlarda bile kendiliğinden açılır güzellik.

 

Yılmaz Akgünlü

“Nasıl da tantanasını yapıyoruz bilimin, oysa o nasıl da, hem bir kol boyu mesafede hem de uzak kendi nesnelerinden.” Emerson

Dünya bize parçalanmış bir şekilde sunulmuş bir yapboz gibidir sanki. O kadar çok söz söyleniyor, o kadar çok farklı güç bizi etkisi altına almaya çalışıyor ki, birinden kurtulsak diğerinin boyunduruğuna giriveriyoruz. Bir bakıyoruz bir zamanlar kurtarıcımız olan güçler, şimdi bizi köleleştirmeye çalışıyor. Bir tarafta gelenek, bir tarafta din, tam bunlardan kurtulduk derken akıl ve bilimin zorbalığına boyun eğmek zorunda kalışımız. İşin ilginç tarafı nasıl ki dinin tartışmasız bir güç ve otorite olduğu dönemde çok az kişi onu sorgulayabiliyorsa, şimdi de aklı ve bilimi sorgulamak bir tabu haline gelmiştir. Bundan zarar görense her zaman o ya da bu şekilde güdülenen insanlardır, halktır, yaşamdır. Bütün mesele otoritenin doğasında gizli. İster din olsun ister bilim, eğer aklımızı bir başkasına emanet etmişsek, hiç fark etmez, kolayca yönetilir hale geliriz.

O halde meseleyi yanlış tanımlıyoruz, önemli olan din, bilim ya da felsefeden hangisini önemli ya da gerçek olduğu değil, bilgiyi kimin ürettiğidir. Eğer birey bilgi üretiminin bir parçası değilse, o bilgi üzerinde kontrolü olmadığı gibi, ister istemez kendisi dışında üretilen o bilgi tarafından kullanılacaktır.

İnsan daha çok küçük yaşlarda sorgulamaya başlayan bir varlıktır. Meraklı bir çocuğu en çok sorduğu soru neden sorusudur ve öyle ki sonu gelmez neden soruları yetişkinlerin bilgilerini ve ifade güçlerini zorlar. Öyle bir noktaya gelinir ki kişi çocuğun soruları karşısında teslim olur ve ne kadar çok şeyi bilmediğini fark eder.

Bilim, felsefe, din ve sanat gerçekte nedirler? Neden bunlar ayrı ayrı disiplinlerdirler? Her biri gerçeğe bakmanın, gerçeği yaşamanın farklı bir yolu mudur? Peki aralarında bir ilişki, bir tür bütünlük var mıdır? Eğer yoksa birbirlerine düşman mıdırlar? Antik çağlarda bilginin bir bütün olduğunu biliyoruz. Filozof hem felsefe yapan, hem bilimle uğraşan bir sanatçıydı, ayrıca tanrıya inanmayı ya da inanmamayı da yaptıklarıyla zıtlaşan bir şey olarak görmezdi.

İnsanoğlu son derece karmaşık bir evrende yaşar ve onu bekleyen zorluklar yaratıcı çözümler ve doğanın keşfedilmesini gerektirir. Hem varlığını devam ettirebilmek hem de doğanın gizemlerine duyduğu meraktan ötürü insan gözlemlemeye, doğanın iç yapısını keşfetmeye çalışır. Dünyayı gözlemlerken onun yapısında bulunan ilk bakışta göze görünmeyen gizli bağlantıları da fark etmeye başlar. Bu gözlemlerin sistemleştirilmesi ve paylaşılmasıyla zaman içerinde bilim güçlenmiş ve insanlığın önemli güçlerinden biri haline gelmiştir. Ancak burada çok önemli bir noktaya dikkat çekmek isterim. Eski dönemlerde insan doğadan üstün olduğunu ve ona hükmedecek bir konumda olduğunu düşünmezdi, aksine doğa son derece kutsal bir ana gibi görünürdü. İnsan ve doğa ayrılmaz bir bütündü ve bu nedenle de doğayı gözlemleyen, onun sırlarını keşfetmeye çalışan bir insan aynı zamanda kendi bireysel iç dünyasını da keşfettiğini duyumsardı. O gözlemlediklerinin, düşündüklerinin ayrılmaz bir parçasıydı ve günümüzün çevresinden ve doğadan yabancılaşmış insanından ve dolayısıyla bilim insanından da radikal bir biçimde farklıydı.

Doğayı bir bilim insanı açıklığıyla gözlemlerken onun içindeki muhteşem uyumu ve zekayı fark eden, bunu kendisinin ta içinde duyumsayan ve doğanın gücü ve güzelliği karşısında hayranlık ve huşu duyan bir kişinin duygularına ne demeli peki? Doğanın sonsuzluğu ve yaşanıp öğrenilecek şeylerin enginliği karşısında gözleri fal taşı gibi açılan, inanılmaz bir şükran ve mutluluk duygusuyla dolan ve bu mutluluğun her daim, kendisi yok olsa bile başka insanların vasıtasıyla süreceğini derinden hisseden bir kişinin içindeki ferahlama ve arınma, bunlar dinsel duygular değil midir? Birileri habire uğraşıp duruyor dinin, felsefenin ve bilimin ayrı ve uzlaşmaz uğraşlar olduğunu kanıtlamaya. Ben bütün bu bilgi biçimlerini insanlığın ortak birikimi olduklarına inanıyorum. Her birinin görev alanı farklı olsa da sürekli yeniden biçimlendirilmeli ve hepsi insanlığın ufkunu açmaya devam etmelidirler. Bilim evreni mekanik ve duygusuz bir üslupla ele aldıkça bilim insanının kendisi de bundan pay alacaktır ve sonunda çocukluğunda sahip olduğu yaşama sevincini yitirip dünyaya zararlı biri olacaktır. Emerson’un Güzellik adlı konuşmasında söylediği gibi : “İngiltere’de olduğu gibi Amerika’da da bilim teorinin üzerine titriyor –sevginin ve ahlaki amacın ismine bile katlanamıyor. Ama bu insandışılığın acısı fena halde çıkıyor. Bilim, insanı neye döndürüyor? Çocuk geri duruyor: Ben böyle bir profesör olmak istemiyorum diyor. Bilimsel toplayıcı, derlediği otları kurutmuştur, ama onlarla beraber kendi ağırlığını ve özsuyunu da kaybetmiştir.”

Bilimin yol açtığı yıkım ve felaketlerden söz edince insanlar, yok efendim bilim kötü değil, onu kullanan insan kötü diyorlar. Oysa ki şunu unutmamalı, elbette bir gün sizin ürettiğiniz silahı ya da zehri kullanmak isteyecek birileri çıkacaktır. Doğanın şifrelerini çözmek, ondaki gizil gücü açığa çıkartmak son derece tehlikeli bir oyundur. Ve bugün dünya hala kabullensek kabullenmesek nükleer savaş olasılığı altındadır. Güç savaşında geriye düşecek olan ülkeler kendi yıkımlarının geldiğini düşündüklerinde onları nükleer füzelerini ateşlemekten kim durdurabilir? Şu ana kadar son derece saygıdeğer bilim insanlarının buluş ve teorilerinin etkilerine bakalım. Einstein’ın atom altı fizikle ilgili buluşları iki atom bombasının Japonya’da insanlar üzerinde patlatılmasına, yüzlerce nükleer denemeye ve diken üstünde duran bir dünyaya neden olmadı mı? Freud’un bastırılmış dürtülerimizin sorunlarımızın asıl kaynağı olduğuna ilişkin popüler kuramı hedonist bir çağın doğmasına neden olmadı mı? İnsanlığın sorunları elbette bastırılmış duygularla ilişkili olabilir. Ancak sorunun çok daha başka boyutları vardır ve bunlar bu kuram yüzünden geri plana itilmiştir.

Darwin’in evrim kuramı değerli bir kuram olmasına rağmen, Faşist Hitler Almanya’sının yaptığı korkunç kıyımların bilimsel arka planını oluşturmadı mı? Bu kuramın ırkçı etkilerinden hala daha kurtulmuş değiliz. İnsanların büyük çoğunluğu fakir ülkelerin insanlarının tembel ve zeka yoksunu oldukları için fakir olduklarına inanmaktadır. Başarısız, güçsüz, yaşlı, engelli insanların toplumun dışına itilmeleri de aynı güce ve başarıya tapan mantığın eseri değil mi?

Bilimsel ilerlemeler sağ olsunlar, yavaş yavaş, alıştıra alıştıra çevrenin yıkımı geri döndürülemez biçimde başladı bile. Dünyadaki ormanların çok büyük bir bölümü yok edildi ve bir daha yok olan türleri kurtarmak mümkün olmayacak. Dünyanın her geçen yıl daha yaşanmaz bir hale geldiği bilim insanlarının çoğunluk görüşüdür. O yüzden bilimin yüceliğinden söz edip durmayın dogmatik bir tavırla. Bilim neden yüce olsun ki? Neden yaşadığını bilmeyen, anlam krizi içinde debelenen kaygı çağındaki insanlar biraz daha uzun ya da biraz daha rahat yaşasalar ne olacak? Yakıp yıkıp yok ettikçe, betonla doldurdukça dünyaya hakim olsak ne olacak? Sonsuzluğun karşısında kalbini yitirmiş insanlar olarak on onbeş yıl fazla yaşamanın ne önemi olabilir?

Felsefenin burada devreye girmesi gerekiyor. Bilimin yöntemini, ne yaptığını, bütün bunların nereye varacağını sorgulamalıdır felsefe. Bilim bir yıkım makinesine dönüşmüş açgözlü insanlığın emrindedir. Eğer doğru ellerde olsaydı belki gücünü daha doğru yönde kullanabilir, insanın sosyal yaşamından ve derin psikolojisinden kaynaklanan gerçek sorunlarına daha çok eğilebilirdi. Felsefenin emrindeki bilim, aklın emrinde demektir. Sadece sorguladığı nesneleri bilen değil, “sorgulayanı” da bilen bir bilim olmalıdır. Kendini bilmeyen bir gücün yaptığı körlemesine eylemler son derece yıkıcı olabilir. Bilim bir din haline gelmiştir, bize gerçeği algılamanın tek bir yöntemini dikte etmekte ve dinlerin sahip olduğu topluma şekil verme işine soyunmaktadır. Bütün bunları ise aydınlanma maskesi altında yapmaktadır.

Kendini bilmek söz konusu olunca sorun inanılmaz çetin bir hal alıyor. İşte burada bütün güçlerimizi kullanmak zorundayız. Varsayalım ki dünya korkunç ve bilinmez bir tehdit altında olsa, toplumsal yapı çözülmüş olsa, ve dünya büyük bir kargaşanın içine düşmüş olsa, devlet başkanları toplanıp ne yaparlardı? Muhtemelen yapacakları en iyi şey bütün toplumsal güçleri devreye sokmak olurdu. Eğer bir akil adamlar topluluğu oluşturulacaksa burada bilim adamı, siyasetçi, sanatçı, din adamları, filozoflar, politikacılar olmalıdır. Yani sorunun büyüklüğü arttıkça, bu dinci, bu filozof, bu sanatçı demez herkesten yardım alırdınız. Bir yakınınız hasta olsa ve onu gerçekten kurtarmak isteseniz, herhalde doktora gitmek artık bir işe yaramaz hale gelmişse ateist bile olsanız onun için dua edebilirdiniz. Bunu söylememin nedeni duaların iyileştirdiğine inanmamızın gerekmesi değil.

Gerçekten öyle büyük sorunlar vardır ki, bildiğiniz bütün güç ve yöntemler işe yaramaz hale gelebilir. İşte kendini bilmenin en hayati mesele olması durumunda da, gerçek bir cevap bulmak istersek bütün güçlerimiz tükendiğinde ortaya yeni bir gücümüzün çıktığını görebiliriz. Bu zihnimizin içinde gizli kalmış bambaşka bir derinlik ve bilgelik olacaktır. Belki de insanlık, tarihinde bu noktaya gelecektir ilerde ve karşılaşılacak krizin büyüklüğü karşısında bütün insanlık yok olmamak için işbirliği yapmak zorunda kalacak ve bu işbirliği öyle güçlü bir etki yapacaktır ki, toplumlar bütün geri kalmış, ilkel ırkçı ve kabileci dürtülerinden sıyrılıp yepyeni bir kimlikle kendilerini inşa edeceklerdir. Evet bu olacaktır. O ya da bu zaman insanlık ancak bütünleşerek çözebileceği bir krizle karşılaşacaktır. Şimdi bu olguyu kendini bilmenin içsel savaşına uygulayacak olursak, insan kendisi olmanın ne demek olduğunu çözmenin bir hobi olmadığını, asli bir zorunluluk olduğunu anladığında bütün güçlerini kullanacağı bir konuma gelecektir. O zaman kişiliğimizin unutulmuş, oraya buraya savrulmuş bölük pörçük güçleri bir araya gelecek ve “gerçek insan” ortaya çıkacaktır.  Bu savaş, bu güçlerin bir araya gelmesiyle oluşacak kişilik dönüşümü dışındaki bütün sorunlar ikincildir ve sahtedir. Birincil savaşımızdan kaçmamız, kendimizden kaçmamız dışında başka hiçbir şeyle açıklanamazlar. Kendini bilmek bir başka kurumsal yapının ya da topluluğun beni olduğuma inandırdığı kişi olmam değildir. Kim olduğumu bir başkası söyleyecekse bu nasıl bir “kendini” bilmek olurdu. Bu olsa olsa “başkasının” beni bilmesi olurdu. Böylece sorumluluktan, riskten ve ateşler içindeki mücadeleden kaçmış ve rahata ermiş olurdum. Oysa evren bize güçleri, elementleri, farklı parçaları birleştirerek asli ve hakiki şeyler üretebileceğimizi birçok örnekle göstermez mi? Biz bu örnekleri her günkü yaşamımızda görür, duyar, hissederiz. Yüce olanın, değerli, anlamlı ve hakiki olanın anahtarının kendi ellerimizde, kendi çalışmamızda, kendi yüreğimizde ve aklımızda olduğunu hissederiz.

Din kötü hale geldi, çünkü biz sahtelik içinde yaşıyoruz: sadece dini kuralları uygulayıp tanrının gözüne girerek kurtuluşa ulaşacağımıza inanıyoruz. Bilim kötü hale geldi, çünkü insanoğlu ölümle baş edemeyince, kendisini bekleyen yıkıma karşı evreni ele geçirerek, bütün gücü elinde toplayıp ölümsüz olmak gibi akıldışı bir arzuya yenilmiştir. Bilim yoluyla insan her şeyi açıklayan teoriler bulup, bu teorileri uygulayarak maddeye hakim olma fantezisini gerçekleştirmeye çalışır.

Hayatın anlamı ya da bizim ona verdiğimiz anlam bu tartışmada kritik bir öneme sahiptir. Bir şeyin anlamı o şeyin kendisindeyse o zaman gerçek ve doğru yerinde demektir. Eğer öğrenmek ve ufkumuzu genişletmek için bilim yapıyorsak elbette bu bilimin en doğru uygulanışı olacaktır. Eğer düşünmekten zevk alıyorsak, akıl yoluyla dünyaya yaklaşmayı seviyorsak bu da felsefenin en doğru icra edilişidir. Eğer Varoluşa şükran ve hayranlık duygularıyla teslim olmak istiyorsak en doğru dinsel tutum içindeyiz demektir. Ancak eğer tam tersine bilim, felsefe ya da din bir başka şey için birer araç haline gelmişlerse asli anlamlarından sapmışlar demektir. Ki ne yazık ki öyledirler. Güç kazanmak için bilim, özgür düşünce maskesi ardında dogmalarımızı yaymak için felsefe ve yaşamdan sonrasını garantiye almak için ibadet ediyorsak çok yanlış bir yoldayız demektir.

Tıpkı aşk gibi. Aşkın kendi kendisinden başka bir anlamı ve amacı olabilir mi? Bir insanı bütün kalbimizle sevdiğimizde bunu ne mutluluk için, ne güvenlik ve huzura ulaşmak için yaparız, gerçi sonuçta aşk bunlara yol açsa da. Bu kazanımlar sadece aşkın yan ürünleri olacaktır. Aşk doğamızın en saf ve doğrudan ifadesidir, O bilinmeyen sonsuzluklardan gelip bize aslında kim olduğumuzu en dolaysız en büyülü şekilde yaşatan özümüzün ta kendisidir. O öyle büyük bir güce sahiptir ki, eğer onun yolunda sebatla kalmaya devam edersek, kişiliğimizdeki bütün sahte ve zayıf yönlerimiz yok olacak ve her gün yeni bir insan olarak onun sınırsız gizemlerini keşfetmeye adayacağızdır kendimizi. Aşk sadece bir insana dönük olan yüzümüz değildir, o en derin içsel kaynaklarımızla, evrenle bütünüyle en koşulsuz ve tam bütünleşmemizle doğan bir oluş halidir. O oluş hali ki hakiki yuvamız ve kalbimizin mutluluğudur. Yunus Emre der ki: “Biz ki her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası” Her dem yeniden doğma düşüncesi, yaşadığımız bu harika yaşamın sonsuz gizemlerini tatmaktan müthiş bir keyif almaktır. Bu gizemler bizim tek yönlü bakış açımızla ortaya çıkamazlar. Bir şeyin gizemli olması demek onu tanımadığımızı, bilmediğimiz fark edebilmek demektir. Bildiğimiz şey bize heyecan verici ve gizemli gelmez. Ben küçükken, acaba içlerinde ne var diye meraktan bütün oyuncaklarımı parçalardım, sonuçta merakım giderilse de olan oyuncağıma olurdu. Ancak bu doğru bir yol değildir, bir şeyi yok etmeden de onun gizemlerini tatmak mümkün olmalı. Benim küçükken sahip olduğum tutum dünyayı parçalayarak anlamaya çalışan bilim insanının tutumuna benziyor. Bir başka tutumsa gizemin tam tersi olan kalıplara sokan tutumu bırakmakla olası. Olayları aklımızın kalıplarına sokmadan görebilmek, yaşadığımız anda bulunan nesneleri bütünün içinde sezebilmek diyebiliriz buna. Belli bir amaç gütmeden, bir yere varmaya çalışmadan, yudum yudum yaşarken en sıradan anlarda bile kendiliğinden açılır güzellik. Güzelliğin bitip tükenmez açılışıdır gizemli olan. Gizem bir şeyin bilinip bilinmemesiyle ilgili değildir. Gizem sahip olamayacağımız onca güzelliğe tam da sahip olamayışımız nedeniyle sahip olmamızdır. Belki yanımızda alıp götüremeyiz, onu evimizin bir köşesine hapsedemeyiz, ama o her zaman ziyaret edebileceğimiz bir dostumuz gibidir. Kapısı ardına kadar açık olan bu dostumuza gidebilir ve birlikte harika şeyler paylaşabiliriz, ama bunu aklımız almaz ve kimseye de anlatamayız.

Şu sonsuz evren biz onu nasıl görüyorsak öyledir bir anlamda. Onun için emek verip, ona yakınlaşabiliriz ve ona yakınlaştıkça kendimizi ona daha az yabancı buluruz ama bir yandan da daha da yakınlaşma arzusu duyarız. Ona yakınlaşmanın ve gizemli güzelliklerini yaşayabilmenin en önemli koşulu duyarlı bir dikkattir. Duyarlılık kendimizi, bütün bedenimizi ve zihnimizi, bütün duyu organlarımızı en saf ve kusursuz bir ayara getirmek ve onları duyumsamaları için açmaktır. Zihnin bu ayara gelmesi ancak bir şey bilmediğini kabul etmesiyle oluşur. Bir şeyler bilen bir zihin açık olamaz, dolmuştur o ve yeni bir şey alamaz. Bu uygun ayar elde edildi mi ondan sonra algımızın ve hissiyatımızın kapsamını açabiliriz adım adım. Bu uzun ve sabırlı bir sessizlik çalışmasını gerektirir.

Bu çalışmayı sürekli kılabilen, yaşamını sürekli öğrenmeye, hissetmeye, sezmeye adayan bir kişi sonunda bilimi de dini de felsefeyi de zararlı hale getiren güç arzularından, hırs, öfke ve korkularından kurtulacaktır. Bu kendimizden Kendimize giden en muhteşem yoldur.

 

* İllustrasyon: John Bond

Dergiler Haberleri