Baf hakkında aklımda kalan bilgi kırıntılar -23-

Ulus Irkad: Aslında Baf olaylarının Kıbrıs’taki milliyetçilik ve de Kıbrıs siyasal tarihi veya siyasetiyle de bir ilişkisi var ve elbette ayrı düşünülemez. Kıbrıs’ta başlayan milliyetçiliklerin bizi sonuçta 1963 yılında getirdiği noktadır Baf

 

 

 

Ulus Irkad

ulusirkad@hotmail.com


BAF’TA ÇARPIŞMALAR BAŞLARKEN TARİH BİLİMİNE BİR GÖZ ATMAK

Aslında Baf olaylarının Kıbrıs’taki milliyetçilik ve de Kıbrıs siyasal tarihi veya siyasetiyle de bir ilişkisi var ve elbette ayrı düşünülemez. Kıbrıs’ta başlayan milliyetçiliklerin bizi sonuçta 1963 yılında getirdiği noktadır Baf Çarpışmaları. Anthony Smith Milli Kimlik adlı kitabında sanki de biz Kıbrıslılar için şu şekilde bir açıklamada bulunur:

Etnik ayrılıkçı hareketlerin çok büyük bir kısmı II. Dünya Savaşı’ndan sonra Asya ve Afrika’nın yeni kurulan devletlerinde ortaya çıkmıştır. Başka bir  deyişle, birincisi, gerek siyasetin ölçeğini ve gerekse merkezi olarak dağıtılan kaynaklar üzerinde dönen çatışmalardaki şans oranını artırarak, birbirinden tamamen ayrı ve farklı çok sayıda etnik topluluk ve kategoriyi tek bir siyasi yargı kapsamına alan sömürgeci bir devlet sözkonusu olduğu için; ikincisi de, gelecekteki sömürge sonrası devletin gizil düzenine ve onun teritoryal milli birliğine meydan okuyacak etnik ayrılıkçıların da yıkılış süreci boyunca gerçekleştiği için, çifte bir anlamda sömürgecilikten zuhur etmişlerdir. Bu savaş sonrası etnik ayrılıkçılıklarda işleyen temel süreçler klasik etnik milliyetçiliğinkine benzemektedir. Ama düzeni ekseriyetle iç içe geçmiş hatta tersine çevrilmiştir. (Smith s.203)

 

Milliyetçiliğin 1789 yılından itibaren geçirdiği serüven biz Kıbrıslıların da çektikleri acılarla ilintilidir. Çünkü 1789 Fransız Devrimi tüm dünya emekçileri açısından da sonucu talihsizliklerle dolu bir devrimdir. 1789 ve 1917 devrimlerinin başarısızlığı bizim Kıbrıs’ta yaşayacaklarımızı da tüm dünya gibi belirleyecekti.1968  Dev-Genç hareketinden gelen ideolog Demir Küçükaydın ise olayı daha da derinden ele alarak şunları yazmaktadır:

“Aydınlanma, kapitalizm önce batı Avrupa’da, yani uygarlığa en az bulaşmış noktada doğup, yayılmasını başlangıçta Akdeniz, İran, Hint ve Çin’e doğru değil, henüz uygarlığa geçmemiş veya uygarlığın çok geri bir aşamasında bulunan toplumların yaşadığı Amerika, Afrika ve Avustralya gibi kıtalara doğru yaptı. Bu onu klasik bezirgân uygarlığa dönüşmekten ve onlar tarafından fetih edilmekten nispeten kurtardı. Ve bu bileşimler üzerinden sanayi kapitalizmine geçebildi.

Sanayi kapitalizminin sağladığı emek üretkenliği üstünlüğü, onu diğer uygarlıklar tarafından feth edilme tehlikesinden kurtardı ama bu sefer başka güçlerin etkisi benzer gerici bir sonuca yol açtı.

Aydınlanmanın bir dünya cumhuriyeti idealinden geri dönüşünü, klasik uygarlıklar tarafından feth ediliş getirmedi İslam’da olduğu gibi. Ya da dünya ticaretinin daralması vs... de yol açmadı buna.

Aksine, Sanayi devrimi, modern kapitalist uygarlığa, klasik uygarlıklarda bulunmayan muazzam bir zenginlik ve emek üretkenliği üstünlüğü veriyordu. Keza, Aydınlanmanın, dini İnanç ile neden dini de, uygun bir üstyapı sunuyordu. Niçin ve nasıl oldu da, tüm insanların dini, dili, etnisitesi, soyu, sopu olmadan eşit yurttaşlar oldukları bir dünya cumhuriyetine doğru bir gidiş olmadı. Dünya ticareti de Aydınlanma da bunun için gerekli alt ve üst yapıyı sunuyordu.

Bunun yerini niçin ulusal devletler aldı? Niçin insanların eşitliği ve kardeşliği idealinin yerini; bir ulustan olanların eşitliği ve kardeşliği aldı?

Elbet burjuvazinin İşçi Sınıfı karşısında gericileşmesi; feth edilen bölgelerin, eşit haklı yurttaşlar yapılmasından ise, sömürge ahalisi olarak hiçbir hak olmadan sömürülmesi, yani sermayenin kar hırsı bunda büyük rol oynadı. Ama ayni zamanda sanayi kapitalizminin, bu üretim yordamının kendisinden gelen bir özellik de bunun için uygun bir koşul oluşturdu.

Sanayi kapitalizmi ayni zamanda eğitilmiş iş gücü, standartlaşma; bu da standart bir dil ve genel eğitim, bu da fiiliyatta genellikle bir dil ile tanımlanmış bir ulusal devlet demek oldu. Böylece burjuva uygarlığı, eski uygarlıklar tarafından feth edilemeyecek aksine onları feth edecek bir teknik ve emek üretkenliği düzeyine geçmiş olmasına rağmen; dünya ticareti klasik uygarlıklarla kıyaslanmayacak ölçüde yayılmasına ve derinleşmesine rağmen, üstyapı, klasik uygarlıklardan bile daha dar kapsamlı bir şekillenmeye uğradı; bir dile, dine, etnoya, soya, yere göre şekillenmiş ulusal devletlere geçti.

Vatanım yeryüzü milletim insanlık” idealinin ve programının yerini; “insanlar dili, dini, ırkı, soyu sopu ne olursa olsun eşittir” diyen evrenselciliğin ve hümanizmin yerini; sadece şu ya da bu ulustan olanlar, şu ya da bu devletin yurttaşları eşittir diyen; insanlar değil; uluslar eşittir, insanlar ancak uluslararacılığıyla eşit olabilirler diyen bir ulusçuluğa geçildi. Ve insanların eşitliği ve birliği unutuldu. Vurgu, özel politik ayrımından ve bu ayrım aracılığıyla eski uygarlıkların ve komünlerin bölücü dinlerinin özele atılmasından ve insanların eşitliği temelinde bir dünya çapında birliğin savunulmasından; politik olanın (ulusun) belli bir dil, tarih, din kültür ile tanımlanmasına kaydı. Bu aynı zamanda burjuvazinin devrimcilikten gericiliğe geçişi demek oldu.

İsçi hareketi ve Marksizm tam da bu noktada doğdu. Bu çelişkiyi içinde taşıdı. Bir yandan, Demokratik Cumhuriyet ve Enternasyonalizm idealleriyle, Aydınlanma’nın bir tek dünya projesini yaşatır ve savunurken; diğer yandan “Alman Birliği’ni savunmaktan “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’na kadar, burjuvazinin dininin bu gerici biçimlerinin de savunucusu oldu.

Marksizm Aydınlanmanın çocuğu olduğu kadar sanayi devrimin de çocuğu idi. “Bütün ülkelerin işçileri (ki burada ülkeler, ulusal devletlerin yurttaşları anlamına geliyordu) birleşiniz” şiarı; Muhammed’in “Allah’tan Baska Tanrı Yoktur” undan veya “Vatanım yeryüzü Milletim İnsanlık” şiarından daha fazla gerici milliyetçilikle damgalıydı.

Sosyalizmin ideali, yeryüzünün işçileri, tüm insanları birleştirmek ve onların eşitliğini sağlamak için; yani “tüm dünyada arkaik (Soy), antik (Semavi) veya modern (ulus) dinlerinden olmayı özel bir sorun yapınız, politik olmaktan çıkarınız; ulusları ve ulusal sınırları yıkınız” olmalıydı ve olabilirdi. Böylece Marksizm ve sosyalizm daha doğarken uluslara karşı bir proje olarak doğabilir ve milliyetçiliğe karşı daha baştan şerbetli olabilirdi. Onun içindeki aydınlanma kalıntıları bunu engelledi ve sonunda milliyetçilik ve milletler tarafından teslim alındı. Bu günkü Marksizm’in, Sosyalizmin, İşçi  Hareketinin ve İnsanlığın krizinin özü burada yatmaktadır...”

İşte bu olgular içinde ulusçuluklar veya milliyetçilikler doğarken elbette tarih de şekillenecek ve her ulus kendi görüş açısından veya resmi ideolojisi çerçevesinden yeniden tarihi şekillendirmeye çalışacaktı. Edward Hallet Carr bu konuda Tarih Nedir adlı kitabından bakın şu gerçekleri yazmaktadır(sf.142):

“… Tarih, genel olarak, insanların yapamadıklarının değil, yaptıklarının kaydıdır. Bu bağlamda ister istemez bir başarı öyküsü olmaktadır. Profesör Tawney, tarihçilerin “galip güçleri sivrilterek ve onların yuttuklarını geri plana iterek” var olan duruma bir “kaçınılmazlık görüntüsü” verdiklerine işaret etmektedir” demektedir.

Tabi milliyetçiliği ve tarihi konuşurken tarihin de bilhassa resmi tarihin de eleştirisine sıra geliyor. Bir ülkenin uluslararası düzeyde saygın bir ülke konumuna gelebilmesinin önündeki en büyük engelin “yapay” bir resmi ideolojinin varlığı olduğunu vurgulayan Fikret Başkaya (Paradigmanın İflası,sf.10) bu resmi ideolojinin, bilimsel entelektüel gelişmeyi ve yaratıcılığı sürekli engellediğini söylemekte, bunun düşünsel alanı çoraklaştırmakta olduğunu belirtmektedir(sf.11). “Geçerli resmi ideoloji, toplumun kendisi hakkında düşünme yeteneğini dumura uğratmaktadır” demektedir.

Niyazi Kızılyürek, “ULUS ÖTESİ KIBRIS” adlı kitabında bir açıklama yapmaktadır:

“Bütün ulusçuluklarda görüldüğü gibi, Kıbrıs’ta da ulusçuluk, aklamacı mekanizmalarını oluşturarak kendi serüvenini sonuna kadar sürdürüyor. Ulusçu söyleme göre, haksız olan bir düşman vardır ve onun varlığı “bizi” hem kendimizle yüzleşmekten alıkoyar hem de yaptıklarımızın haklılığına ikna eder. Başka türlü olamazdı zaten. Ulusçu ideolojide etkin olabilmesi için,  sürekli kötü şeyler yapan bir yabancının (düşmanın) olması gereklidir. Gellner’in dediği gibi, başkalarının yaptıklarına karşı gösterdiğimiz duyarlılığı, kendi yaptıklarımıza karşı da gösterebilseydik milliyetçi politikaların etkisi kalmazdı. Ne ki ‘düşman’ ulusal kimliğin biçimlenmesinde önemli rol oynar. Ulusal kimliğin daha embriyo aşamasında başkalarına karşı olumsuz tanımlamalara girişir, kendimiz için olumlu, onurlu görevler belirleriz. Ulus, ‘bizim’ için hoş bir eda, narsist bir duygu oluştururken, başkalarına karşı hoşgörüsüz ve aşağılayıcı olmaktan kurtulamıyor. Oluşan her ulus, oluşma süreçleriyle eş zamanlı olarak reddettiği ya da kendisini reddeden uluslar yaratır. Ulusun oluşumunda bu dışlama vardır. Çünkü oluşum süreçlerinde, kendisini başkalarından soyutlar ve kendi kimliğini başkalarına işaret ederek ortaya koyar. Bu, başka kimlikleri dışlama ve aşağılama biçiminde tezahür eder”.

 Resmi ideolojinin eğitimdeki etkisini ise aşağıdaki alıntı bize açıklamaktadır:

“Eğer eleştirel düşünen insanlar olarak geliştireceksek çocukları, ders kitabı böyle diyor dolayısıyla bunu kabul etmemiz gerekiyor, demiyoruz. Bugünün ders kitaplarından farklı kaynakların olduğunu gösterip, ders kitabında anlatılanın yazarın yorumunu da içerdiğini, eğer bu görüşler başka kaynaklar ile çelişiyorsa, tartışma açısından bunun sağlıklı olduğunu vurguluyoruz. Örneğin 9-10 yaşlarındaki çocuklar ile araştırma yapmak mümkündür. Böylece konu canlılık kazanır ve bu canlılık tarih dersini daha katılımcı hale getirir ve sınıfta yaratıcı bir ortam sağlanır. Çocuklar bulduklarını arkadaşlarıyla paylaşır ya da yazılı hale getirerek, bir metin yazmayı ya da sözlü sunum yapmayı öğrenir. Bence öğretim yöntemi doğrudan doğruya öğrenmeye yoğunlaşmalıdır”(Çalışkan&Şahbudak,2005).

Tarih eğitiminin amacı, toplumsal, siyasal ve ekonomik değişimi zaman ve mekân içinde öğretmektir. Hiçbir toplumun tarihi bir başkasından bağımsız değildir, zaman ve mekân bölgesel ortak süreçler içinde yer alır. Dolayısıyla bölgesel araştırmalar, farklı toplumların aynı zaman süreçlerinde geçirdiği değişimi, benzerlik ve farklılıkları daha geniş bir perspektifle sunma olanağı vermektedir. Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar ve Avrupa tarihinin daha geniş zaman ve mekânlarda öğretilmesi, bölgesel tarihin kurumsallaşması, âdemi merkezi araştırma kurumlarının oluşturulması ve bu anlayışın eğitim süreçlerine dâhil edilmesiyle mümkün olacaktır.

Çok perspektiflilikte farklı perspektiflerin birbirleriyle ilişkisi kurulmalıdır. Farklı kaynaklardan bilgiler bir araya getirilerek bir durumun çeşitli boyutları, neler olduğu ve neden olduğu ortaya konabilmelidir. Bu yöntemin 3 boyutu var. Bir kere her şeyden önce tarihsel gelişmelerin ve olayların daha kapsamlı bir biçimde anlaşılmasını sağlar. İkincisi, ülkelerin, komşuların ve ülkeler içinde çoğunluk ve azınlıkların tarihsel ilişkileri konusunda daha derin bir anlayışa kavuşmamıza yol açar. Üçüncüsü de, öğrenci halklar ve gruplar arasındaki etkileşimlere bakarak, gelişmelerin dinamiğini kavrar(Köymen,2003)

İlk olarak, okullarda verilen tarih eğitiminde çok yönlülüğün derecesini sınırlayabilecek, uygulamadan kaynaklanan bir takım sorunlar ve kısıtlamalar var. Bunların başlıcaları zaman, mekân, maliyet, müfredat programındaki zihniyet ve bu programın esneklik derecesidir.

Tarih öğretmeni açısından baktığımızda iki sorun görürüz, zaman ve müfredat esnekliği. Bir dersi öğretirken gerçekten birden fazla bakış açısından yararlanılması ve öğrencilerin bunların her birini inceleyip bulundukları çerçevede değerlendirebilmelerinin temin edilmesi zaman alır. Ulusal tarihi gerçekten çoğulcu bir yaklaşımla ele almak, tarih müfredatının içeriğinin yüklü olduğunu ve öğretmenin pek çok konuyu nispeten kısa bir sürede işlemek zorunda olduğunu düşünürsek, zordur. Farklı görüş açılarına yer verebilmek, tarih dersi için biraz esnek bir yapıya sahip bir müfredat programı gerektirir. Etnik, ulusal ve kültürel çeşitliliğin öne çıktığı ülkelerde, ulusal tarih yazılırken önemsenmemeye ya da dışlanmamaya çalışılan sosyal gruplar ve azınlıklardan daha fazla söz edilebilir; bu, özellikle de, ulusal tarihe ilişkin zorunlu bölümlere, türlü azınlıklar hakkında da işlenmesi zorunlu olmayan konulara yer veren bir müfredat programı ile gerçekleştirilebilir.

Ortak bir tarihsel geçmişe sahip toplumların tarih öğretimlerinde empati geliştirecek farklı yaklaşımların kullanılması karşılaştırmalı tarihle olanaklıdır. Kendi tarihinin ilişki içinde olduğu bir başka toplumun tarihçileri, öğretmen ve öğrencileri tarafından nasıl algılandığını öğrenmek aynı tarihsel süreçler hakkında değişik görüş açılarının olduğunu kavramaya yol açacak, çok perspektifliği geliştirecektir. Karşılaştırmalı tarih, farklı yaklaşımları inceleyecek, uzlaştıracak, yeni sorunlar ve yanıtlar getirecek ve bilgi birikimini artırarak sosyal bilimlerdeki tıkanmaları aşmaya yardımcı olacak bir anlayış sunmaktadır. Aynı biçimde ders kitaplarının karşılaştırmalı analizi, önyargı ve ideolojik düşüncelerle yazılmış kısımların değerlendirilmesi ve bilimsel yöntemlerle karşılaştırmalar yapılması, önyargıların ve yanlış bilgilerin temizlenmesi ve ortak yorumlara ulaşma olanağı sağlayabilecektir.

Bu açıklamaları yaptıktan sonra 1963-64 Baf Çarpışmalarını konuşabiliriz diye düşünüyorum...

-DEVAM EDECEK-

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri