Aynı Toprağın Farklı Frekansları

Çoğu kişi duygularını artık kendi anadilinde anlatmaktan çekiniyor, bunun kişinin kendi anadili hakkındaki kelime bilgisinin dar olmasından, psikolojik etkenlere kadar farklı sebepleri olabilir.

Ecrin Bulut
bulutecr2009@gmail.com

Günümüzde maalesef pek konuşulmayan dil ve dilin kültüre etkisi gibi konular aslında kendi özümüzü ve tarihimizi anlamak için çok önemli, ülkemiz de bu açılardan oldukça bereketli ve köklü bir ülke. Kıbrıs gerek jeopolitik konumu (Doğu Akdeniz’deki stratejik önemi), gerek tarihi boyunca farklı medeniyetlerin (Fenikeliler, Romalılar, Bizans, Osmanlı ve İngiliz) etkisi ile kültürün oluşmasında birçok aşamadan geçmiş ve hala daha pek çok açıdan farklı sebeplerden dolayı Kıbrıs kültürü değişmeye devam etmektedir. Kültürün en önemli unsurlarından biri; dil Kıbrıs’ı hem ayıran hem de şekillendiren özelliklerindendir. Yüzyıllardır dil, adanın çok kültürlü temelinin hem birleştirici hem de ayrıştırıcı unsurları olmuştur. Ayrıca tarihin getirdiği çeşitli egemenlikler ile adadaki kültür devamlı olarak evrimleşmiş ve çeşitlenmiştir.

Dilin Kıbrıs’taki etkisi:

“Dil, kolektif bilincin bir ürünüdür.” Émile Durkheim

Durkheim bu sözü ile Kıbrıs’ın çeşitli diller barındırmasının ve bu nedenle siyasi, ahlaki ve daha birçok alandaki görüşlerin dil konusundaki farklılıklardan kaynaklandığını açıklıyor. Bir grup insanın konuştuğu dil onların bir toplum olmasını sağlayan en önemli faktörlerden birisidir, iletişim olmadan paylaşılabilecek ne ortak değerler ne de karar verilebilecek bir değer seçilebilir. Çünkü konuştuğumuz dil bizim sadece iletişim kurmamızı değil, bir topluma ait oluşumuzu da hatırlatır. Dil sadece konuşmaktan ibaret değildir, bir kültürü öğrenmek ve gitgide o kültürü içselleştirmektir. Bir kültürü dilini öğrenmeden az çok öğrenebilirsiniz, ama bir dili o kültürü öğrenmeden tam anlamıyla öğrenemezsiniz. Durkheim’ın sözü bilincin ortak dili konuşan bir toplum tarafından paylaşıldığını ya da dilin o toplumdaki ortak bilincin yansımasının olduğunu savunur. Dil olmadan kültür olmayacağı için toplumsal düzenin de kurulamayacağını ve toplumsal değerlerin, düşünce biçimlerinin ve geleneklerin paylaşılması olası bir durum değildir. Sonucunda kolektif bilinç toplumsal dayanışmanın bir sembolü olduğu için Kıbrıs’taki toplumların kendi aralarında kampanyalar planlamalarını, desteklemelerini ve başka birçok meseleyi açıklar. Bunun en büyük örneklerinden biri “Vatandaş, Türkçe Konuş!” kampanyasıdır. Niyazi Kızılyürek’in “Milliyetçilik Kıskancında Kıbrıs” kitabında bu kampanya çok güzel bir şekilde ele alınıyor. Eskiden Kıbrıs’ta Rumlar Kıbrıs ekonomisinin çok büyük bir parçasıydı, bunun da nedeni Türklerin daha çok tarım ve hayvancılık gibi oldukça geleneksel ve zamanının gerisinde kalmış işlerle uğraşmalarıydı. Rauf Raif Denktaş, KTKF’nin başına geldikten sonra “Türk’ten Türk’e Kampanyası”, “Vatandaş Türkçe Konuş” ve “Köylere Türkçe İsim” ile iktisadi Türkleştirme ile kültürel Türkleştirmeyi destekledi. 1960’ta Kıbrıs’ın bağımsızlığını kazanmasından önce İngiliz sömürgesi varken milliyetçi duyguların halk arasında yükselmesi ile birlikte toplumsal bir çatışma başlamıştı. 1958’den 1960’a kadar süren bu kampanya Rumca konuşanları Türkçe konuşmaya teşvik ediyordu ve bazı durumlarda Rumca konuşanlara para cezası bile kesiliyordu. Kıbrıs’ta zaten var olan etnik köken krizini bu tür kampanyalar tetiklemiştir. Rum köylerinde yaşayan Kıbrıslı Türkler haliyle Rumca konuşurken bu onları daha da büyük bir kimlik krizine sokmuştur, bu kampanya onların daha çok Türkçe konuşmalarına değil çareyi susmakta bulmalarına yol açmıştır. Haliyle bu Kıbrıs'ı Rum-Türk diye ayırmakla kalmayıp Türkleri birbirinden daha da çok uzaklaşmıştır. Bu kampanyalar elbette milliyetçilik duygusunu artırmak ve belki de hatta etnosentrizm ile bile ilişkilendirilebilir, fakat en çok ortaya çıkan sonuç Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar arasındaki ekonomik ilişkileri geriletmek olmuştur. Kısaca amaç Kıbrıs Türk ekonomisini geliştirmekti.

Lakin bu kadar süre boyunca kültürel melezleşme de yaşanmıştır. Adada tartışılamaz bir şekilde halen daha ortak dil olarak kullanılan İngilizce hem Kıbrıslı Türklerin hem de Rumların sözlüklerini derinden etkilemiştir. Andreas Papapavlou ve Andia Mavromati’nin “Issues of dialect use in education from the Greek Cypriot perspective” yani “Rum bakış açısıyla eğitimde lehçe kullanımına ilişkin sorunlar” eserinde birçok Kıbrıslının günlük hayatında code-switching yani kod değişimi yaptığını öne sürer. Bu durumda birçok Kıbrıslı Türk ve Rum sadece Türkçe veya Rumca değil, tam aksine ya hem Türkçe hem de İngilizce, ya da hem Rumca hem de İngilizce konuşuyor. 2004’te sunulan bu eser güçlü bir şekilde günümüze uyarlanabilir. Hatta bu sorun sandığımızdan daha da büyük bir hale gelmiş bile olabilir. Kendi gözlemlerim kadarıyla söyleyebilirim ki özellikle Z kuşağı (1997-2012) Türkçe veya Rumca konuştuğundan çok ama çok daha fazla İngilizce konuşuyor. Aile ve başka kuşaklardan bireylerle konuşurken bile İngilizce sözcükler doğal olarak araya karışıyor ve bu gibi durumlar iletişimi sarsıyor. Yapılan şakalar, referanslar, duygu aktarımları ve diğer birçok şeyi artık İngilizce bir sözcük kullanmadan yapamıyoruz. Çoğu kişi duygularını artık kendi anadilinde anlatmaktan çekiniyor, bunun kişinin kendi anadili hakkındaki kelime bilgisinin dar olmasından, psikolojik etkenlere kadar farklı sebepleri olabilir. Bir gün annesi Ugandalı ve babası Türk olan bir arkadaşımla konuşurken şu ana kadar hiç Türkçe konuşmadığımızı fark ettim. Bu konuyu uzun bir süre konuştuktan sonra ailesi ile de ne Türkçe ne de Luganca konuşmayı tercih ettiğini ve sadece İngilizce konuştuğunu belirtti. Luganca bilmemesi şaşırtıcı mı yoksa Türkçeyi sadece şakasına kullanması mı şaşırtıcı bilemedim. Kıbrıs’ta büyüdüğünden dolayı kendini hem Uganda kültüründen çok kopuk hissettiğini hem de iki anadilini de konuşmamasının ona çok ağır bir duygusal yük olduğunu söyledi. Fakat Kıbrıslı Türkler tarafından çevrelendiği ve Luganca bilmediği için kendini daha çok Kıbrıslı gibi hissettiğini belirtti. Ayrıca yarı Tunuslu ve yarı Kıbrıslı Türk arkadaşım ise burada büyüdüğü için kendini daha çok Kıbrıslı olarak gördüğünü ama Tunuslu ebeveyni ile Arapça konuşurken kendisini Tunus’a daha yakın hissettiğini belirtti. Bu duruma sosyolojik bir bakış açısı ile bakarsak kişinin baskın olarak kullandığı ve bildiği dilin aslında kimlik duygusu ile ilişkili olduğunu görebiliriz. Örneğin Portres ve Rumbaut ABD’de büyüyen Latin-Amerikan çocukların keskin bir İspanyolca bilgisine sahip olmalarına rağmen kendilerini daha çok Amerikalı gibi gördüklerini kanıtlamıştır. Dilin sosyolojisi bize buyurur ki bireyler, kendilerini en iyi ifade edebildikleri ve çevresinde maruz kaldığı dilin kültürel topluluğuna daha yakın hissediyor.

Bu ülkede dil diğer ülkelerdeki gibi bir köprü değil bizim birbirimizden anlaşamayacak kadar farklı olduğumuza inandıran bir duvar oldu. Kıbrıslı Rum ile Kıbrıslı Türkü birbirlerine düşman yapmakla kalmadı ama Kıbrıslı Türk ile Kıbrıslı Türkü de birbirine düşman yaptı. Biz birbirimize duyduğumuz kinden dolayı asla aynı toprağın, aynı denizin ve aynı güneşin çocukları olduğumuzu anlayamadık… Birimiz toprağa, diğerimiz denize ve öbürümüz ise güneşe sahip olmak istedi, lakin toprak, deniz ve güneş birlikte olunca güzeldir. İnsanlar “farklı” olsa da özünde aynıdır, bu yüzden en büyük trajedi zenginliklerimizi belirli kalıplar içerisinde görerek kültürümüzün solmasına izin vermemizdir. 

Dergiler Haberleri