Emel Kaya
emel_kaya@hotmail.com
İlk defa Paris’e gitmişim. Mevsim yaz, çok sıcak bir yaz. Kendimi sanatın, tarihin, müzelerin, Sen Nehri’nin, parke taşların, küçük tatlı kafelerin gönlümü ve ruhumu çelen akıntısına; kafelerden sokaklara sızan “şanson”ların düzenli düzensiz ritimlerine teslim etmeye nasıl hazır ve hevesliyim! Havada nefis bir kahve ve kruvasan kokusu var üstelik. Efsane kitabevi Shakespeare and Company’nin önünde bekliyorum. Uzun sıranın sonunda o büyülü dünya da açılacak bana. İçeriye girer girmez heyecanla kitabevini dolaşıp şiir kitaplarının rafını buluyorum. Neredeyse hepsine tek tek dokunduğum kitaplar arasından bir tanesine takılıp kalıyor gözüm. Oysa Mahmut Derviş’in çok iyi bildiğim bir kitabı ama olmuyor, geçemiyorum. Yüksek sesle tekrarlıyorum kitabın adını birkaç kez, bakışlarımı kapağındaki Tamam Al-Akhal eseri olan vadide terk edilmiş beyaz at resminden ayıramadan: “Why Did You Leave the Horse Alone?”
Bazen böyle olur. Çok iyi bildiğiniz, hep gördüğünüz, tanıdığınız bir şey, bir gün bir yerde size bambaşka bir şekilde görünür, bambaşka bir yere temas eder. Orada, hiç fark etmediğiniz bir alandan sizi kuşatır, sert bir cisim kalbinizin üstüne defalarca düşer, nefesiniz kesilir, gözleriniz büyür, bakışlarınız dağılır, yeryüzü olanca ağırlığıyla omuzlarınıza çöker, uyuşmuş zihninizde o soru yankılanır: “Atı neden yalnız bıraktın?”
Paris’e ilk defa gitmişim o yaz. İsrail Gazze’ye bombalar yağdırmış. On binlerce insan ölmüş, çoğu çocuk ve kadın. Kalanların üzerine yeniden bomba yağdırmış; mesela yemek kuyruğunda beklerken, tedavi olurken, uyurken, kaçarken yüz binlerce insan. Kaçanların, uyuyanların, karnı doyabilen birkaç yüz kişinin üzerine, kalkıp doğrulabilen, ötekine el uzatabilen diğerlerinin ve ölenlerin üzerine yeniden ve yeniden... Bir çocuğun bir kere ölmesi yetmemiş İsrail’e, en az on kere daha ölsün diye yeniden... Yeterince ölemediyse açlıktan da ölsün, susuzluktan, hastalıktan, sefaletten diye yeniden... Tek başına da değil üstelik! Süper güçlerle süper ölümler, yıkımlar, yerle bir edilmiş, işgal edilmeye hazır topraklar için sonsuza dek indirilmeye and içilmiş bir kutsal kitap gibi gönderilen bombalarla kutsanmış bir kan coğrafyası; yaşam hakkının, insanlık onurunun dünyanın gözünün içine baka baka ayaklar altına alındığı bir utanç coğrafyası... Kitabın kapağındaki beyaz ata bakıyorum, saldırıda ölen altı çocuğunun hangisine sarılacağını şaşırmış, kolları yettiğince hepsini kucaklayıp yığılan Filistinli kadının bir kahır ve lanet yumağına dönmüş gözlerini, ellerinin acıdan patlamış damarlarını görüyorum.
Paris’ten Berlin’e geçmişim, nasıl sıcak bir yaz! Limasol’dan Baf’a; Yunanistan’dan Kanada’ya, Eskişehir’den İzmir, Hatay, Mersin, Çanakkale’ye bildiğim, tanıdığım, âşık olduğum coğrafyaları yok eden korkunç yangınlar arasındayım. Binlerce kuşun, geyiğin, ceylanın, sırtlanın, tilkinin, kurdun, domuzun, kedinin, köpeğin, ayının, sürüngenin, böceğin çığlıklarını duymayan, aldığı nefesi onlara borçlu olduğunu unutanlar, “can kaybı yok” diyor sırıtan dişlerle. İnsan yeryüzünün hastalığı; kendinden başkasına sağır ve kör. Aksi halde “yasal düzenleme” altında binlerce köpeğin ve kedinin katliamına nasıl gülerek onay verebilir bir babanın / annenin eli? Dağdaki geyiği, keçiyi parayla pusuya düşürmeyi hangi sağlıklı vicdan göğsünü gere gere savunabilir? Yaşam alanları yok edilince yemek bulmak için şehre inen bir domuza ve yavrularına gözünü kırpmadan ve büyük bir şehvetle hangi parmak çekebilir o tetiği? Zaten yana yana tükenmiş orman arazilerini, ölümsüzlük sembolü yüzlerce yıllık zeytin ağaçlarını büyük çevre felaketlerine de yol açacak madenciliğe, betonlaşmaya kurban edebilmek için insanın sadece vicdanını kaybetmesi yetmez, yeryüzünden ve ülkesinden nefret ediyor olması gerekir. Böyle diyorum kitabın kapağındaki beyaz ata bakarak. “Neredesiniz o zaman?” demesinden korkuyorum.
Oysa, yeryüzünde yaşamak, onu sırtlanmaktır. Kopmaz bağlarla bağlanmaktır ötekine, insan kardeşine, ağaç kardeşine, geyik kardeşine, domuz, kertenkele, böcek kardeşine... Hepsi için ve hepsine karşı sorumluluk duymuyorsan, düşünmüyorsan onların yaşam hakkını, eksik bir insansın sen. Sen, o atı yalnız bırakansın. Dünyanın neresine gidersen git, suskunluğunla, umursamazlığınla, eylemsizliğinle ölen çocukların, masum insanların, gasp edilen hakların, terk edilen toprakların, yanan ağaçların, kuşların, tilkilerin; katledilen hayvanların müsebbibisin. Mahmut Derviş, kitabına ve bu yazıya da ilham olan dizenin geçtiği “Kaktüsün Sonsuzluğu” şiirini şöyle bitiriyordu:
“Nisan otlarının
kemirdiği Haçlı kalelerini hatırla
terk ettikten sonra askerler mekânı...”
Biz artık askerlerin kendiliğinden gitmesini bekleyip doğanın kendi adaletini sağlayacağı günlerde değiliz. Dünyayı ve yaşadığımız coğrafyaları kasıp kavuran barbarlıklara bir ekranın arkasından müdahale etmeye çalışmak, yel değirmenleriyle savaşmak gibi. Daha gerçekçi eylemlerin zamanı gelmedi mi? Eylemlerimizin hiçbir anlam ifade etmeyeceğini düşünebilirsiniz ama bunu yapmak zorundayız. Bugün dünyaya hakim olan sistem, tam da bu umutsuzluk ve eylemsizlikten besleniyor. Çoğu zaman yürüyüşlerin, çeşitli protestoların koca bir duvara çarpıp düştüğü hissine kapılmamak imkansız. Ama bugün mesele dünyayı değiştirmek değil; dünyanın bizi değiştirmesine, vicdanımızı ele geçirmesine; kötülüğün sıradanlaştırılmasına izin vermemek. Mesele, yaşam hakkını savunmak. Mesele, o atı yalnız bırakmamak. Ne diyordu Brecht:
“Yemeğimi katliamlar arasında yedim
Ölümün gölgesi düştü uykularıma
...
Benim zamanımda sokaklar bataklığa çıkardı
Dilim ifşa ederdi beni katile.
Elimden fazlası gelmezdi. Ama ben olmasam
Yönetenler daha rahat oturacaktı koltuklarında. Öyle
Umuyordum.
Böyle geçti işte
Yeryüzünde bana biçilen zaman”
*Mahmut Derviş’in “Atı Neden Yalnız Bıraktın?” adlı kitabından esinle.
(Yazı Görseli: Drew Doggett)
Kaynaklar:
Brecht, Bertold, “Bizden Sonrakilere”, (Çev: Derya Yılmaz)
Darwish, Mahmoud. Why Did You Leave the Horse Alone?, (Translated from the Arabic by Jeffrey Sacks), Archipelago Books, 2006.
Derviş, Mahmut. “Kaktüsün Sonsuzluğu”, Atı Neden Yalnız Bıraktın? (Arapçadan çev.: Mehmet Hakkı Suçin, Ayrıntı Yayınları, Kasım 2017, s. 47-49.