14 Ağustos 1974’ün ardından: 40 yıl geciken bir yas

14 Ağustos 1974’ün ardından: 40 yıl geciken bir yas


Şevki Kıralp
sevkikiralp@gmail.com  

“Kayıp” dediğimiz insan hem hukuken, hem de vicdanen, yaşadığı ispatlanmadan öldüğü, öldüğü ispatlanmadan da yaşadığı kabul edilemeyen insandır. Kayıp şahısların yakınları, şahsın öldüğünün kesin delili, yani kayıp şahsın ölü hali bulunmadıkça bu ölümün yasını tutamıyor ve bu yara yıllar yılı açık kalıp kanıyor. Öte yandan, kayıp bir insanın yakınları, kaybolmasını engelleyememenin getirdiği vicdan azabı ile yaşıyorlar. Bu vicdan azabından kurtulabilmek için, eğer ölmüşse ölü halinin bulunacağı günü beklemek zorunda kalıyorlar. Bir insan kaybolduğu zaman yakınları için son derece acı ve belirsizliklerle dolu bir bekleyiş başlıyor. Bu bekleyiş bir yaşam biçimi haline geliyor ve kayıp yakınlarının çocuklarına da doğuştan öğrenilmiş bir özellik olarak aktarılıyor. 1963-1974 yılları, Kıbrıs’ta 2,001 kayıp şahıs bıraktı. Bu insanların aileleri birinci ve ikinci kuşak olarak bu acıyı yaşadı. Adadaki insanlık suçları nedeniyle yakınlarını kaybeden binlerce Kıbrıslı Rum ve binlerce Kıbrıslı Türk halen daha sevdikleri insanların ölü halde bulunmasını bekliyor. İki toplumun, insanlık açısından hem korkunç bir suç, hem de korkunç bir trajedi olan kayıp şahıslar konusu ile yüzleşmesi için atılan adımlar da, bu yaranın sarılması için üretilen sosyal politikalar da halen daha yetersiz. 

Annem Larnaka’nın Tatlısu (Mari) köyünde 1954 yılında dünyaya gelmiş, 1973 yılında Tatlısu’nun komşu köyü olan Terazi’den (Zigi) Ahmet Bey ile evlenmişti. Terazi Türk gettolarından değildi. Burada Rumlar ve Türkler birlikte çalışarak yaşamlarını birlikte kazanıyorlardı. Terazi’deki Kıbrıslı Türkler silahlanmamayı ve savaş dışı kalmayı seçmişler, fakat savaş bütün felaketiyle üzerlerine çökmüştü. Ahmet Bey’in de aralarında bulunduğu toplam 11 Terazili, silahlı EOKA B militanları tarafından 14 Ağustos 1974 günü esir alınmıştı. Ahmet Bey o bölgedeki BM üssünde çalışıyordu. BM askerleri savaş başlayınca üsse sığınmasını teklif etmişler, fakat Ahmet Bey annemi ve köylülerini yalnız bırakmayı reddederek bu teklifi geri çevirmişti. Annem 14 Ağustos sabahı radyoda ikinci harekâtın başladığını öğrenince Ahmet Bey’e BM üssüne sığınması ya da saklanması için yalvarmış, fakat Ahmet Bey başına ne gelecekse sevdiklerinin yanında gelmesini tercih etmiş ve hiçbir yere gitmemişti.  Ahmet Bey 14 Ağustos 1974 günü annemin gözleri önünde esir alınıp meçhul bir akıbete götürülünce felaketlerle dolu yarım bir veda başlamıştı. Annemi 40 yıl boyunca hem başlamayacak, hem de bitmeyecek olan bir yas bekliyordu. Annem Ahmet Bey’i “kaybetmenin” acısına ilaveten, kendisini saklanmaya ikna edemediği, yani kaybolmasını önleyemediği için derin bir suçluluk duygusu yaşıyordu.

Bölgede toplanan Kıbrıslı Türk esirler Limasol’a götürülmüş ve savaş bitince serbest bırakılmışlardı. Fakat Ahmet Bey, diğer Terazililer ve Taşkent (Tohni) köyünden esirler serbest bırakılacak kadar uzun yaşamamışlardı. Onların otobüsleri BM askerlerinin gözleri önünde diğerlerinden ayrılarak bilinmeyen bir yere götürülmüş, kendileri orada toplu halde katledilmiş ve buldozerlerle açılan dev bir toplu mezara gömülmüşlerdi. Katliam emrini verenler, Türk ordusu ve TMT’ye ellerindeki esirleri öldürmemeleri için gözdağı vermek, ya da Kuzey’deki can kayıplarına misilleme yapmak istiyorlardı. Buna Terazi ve Taşkent köylerinden alınan esirleri kurban seçmişlerdi. Annem Ahmet Bey’in ölüm haberini teyzemlerin evine misafirliğe gelen Kıbrıslı Türk milletvekillerinden birinden almıştı. Annem haberi alınca fenalık geçirerek bayılırken milletvekili yemek yediği masadan kalkarak anneme yardım etmeyi bile aklına getirmemişti. “Gidin bakın kıza, fenalaşıyor” demekle yetinmişti.

Annem ve Ahmet Bey’in babası başta olmak üzere bütün aile Terazili 11 kişinin ölü halde de olsa bulunmaları için pek çok çaba harcamış, ancak bu çabalar sonuçsuz kalmıştı. Annem 1975 yılında mecburen Kuzey’e geçmişti. Başlayan yeni hayatının temelini ise Ahmet Bey’in bulunmamış oluşunun vicdanında bıraktığı yara oluşturuyordu. 1980 yılında babamla tanıştı. Babam 12 Eylül öncesinde Türkiye’de okumuş, sosyalist ve devrimci dünya görüşünü benimsemişti. Birleşik Kıbrıs’ı savunuyordu ve Kuzey’deki rejim nezdinde “sakıncalı” bir adamdı. Ancak annem rejim için babamdan da  “sakıncalıydı”. Kuzey’deki rejimi ve Kıbrıs’taki statükoyu hiçbir zaman benimsememişti. Hem kendisi hem de aile, kayıplarının bulunması için Kıbrıslı Türk yetkililere defalarca başvurmuş, hatta Kuzey’e geçmelerinden önce Makarios’a kadar gitmiş, fakat iki tarafın iktidar sahipleri bir türlü harekete geçmemişti. Adanın her iki tarafında da “şehitler!” diye nutuklar atılıyor, fakat insanların toplu mezarlardan çıkarılması için hiçbir adım atılmıyor, katliam kurbanlarının insanlık onuru da, yakınlarının acısı da hiçe sayılıyordu. Annem 19 yaşında genç bir kızken aldığı bu derin yarayla büyüdü, gerçekleri gördü ve bilgeliği arttı. Yıllar geçtikçe annem güçlenmeye, Kuzey’deki rejim ve adadaki statüko ise zayıflamaya başlamıştı.

Kuzey’deki rejim, Ahmet Bey de dâhil olmak üzere yüzlerce hayatın sona erdiği, binlerce hayatın karardığı 14 Ağustos’u “bayram” diye kutlamakla, Güney’deki rejimse “den ksehnao” (unutmuyorum) diyerek acıları deşmekle yetiniyordu. Bu insani yaranın kapanması, yani kayıp şahısların bulunması barıştan ve iki toplumun iş birliğinden geçiyordu. Bunu görebilecek ve hissedebilecek kadar insandım. Annemin, babamın ve barışseverlerin mücadelesine büyüdüğüm zaman ben de ortak olmuştum. Böylelikle Kuzey’deki rejimin nezdinde aile boyu “potansiyel Rum casusu” oluvermiştik. Tıpkı binlerce barışsever Kıbrıslı Türk gibi…

Çocukluğumda 20 Temmuz ve 14 Ağustos “bayramlarında” tören alanlarına gitmiyorduk. Anneme neden bu törenlere katılmadığımızı sorduğum zaman “büyüyünce anlarsın” diyordu. Çocukken misafirliğe gittiğimiz evlerde ne zaman Rumların bizi nasıl öldürdüğü, ya da bizim Rumları nasıl öldürdüğümüz anlatılsa annem babama “Mustafa eve gidiyoruz” diyordu. Yarım yamalak kalkıp gidiyorduk. Anneme “neden?” diye soruyor, “büyüyünce anlarsın” cevabını alıyordum.

Büyüdükçe ve okudukça “kurtarılışımızın” bayramı diye kutlanılan 1974 olaylarında hayatlarını kaybedenlerin, Ahmet Bey’in, diğer yüzlerce kayıp şahsın ve yakınlarının kesinlikle “kurtarılmadığını” anlamıştım. Anladığım diğer bir gerçek ise, annemin yaşadığı bekleyişin tam ortasında bizzat benim de yer aldığımdı. Çünkü yolumu annem ile kesiştiren, ilk eşi Ahmet Bey’in ölümünden başka bir şey değildi. Annem Ahmet Bey’in esir düşmesini engelleyememenin getirdiği derin bir vicdani acı hissediyordu. Bense varlığımla Ahmet Bey’i yok ettiğimi düşünüyor ve benzer şiddette bir vicdani acı hissediyordum. İkimizin de bu felaketi engellemek için yapabileceği bir şey olmasa da, suçluluk duygusundan kurtulamıyor, bu düşünceleri aklımızdan çıkaramıyorduk. Çünkü bütün bunlar Ahmet Bey bulunmadığı için yaşayamadığımız bir matemin düşüncemize ve vicdanımıza sıktığı kurşunlardı.  

Annem kamu çalışanıydı. Muhalif olduğu rejim kendisini hamile haliyle Mağusa’dan Lefkoşa’ya “tayin” ettirerek “aklını başına al” demekten geri durmuyordu. Annem bütün bu süreçte “kadına bak, kocasını Rumlar öldürdü, halen daha Rumlarla bir arada yaşamak istiyor, demek akıllanmamış” şeklinde eleştirilere (aslında psikolojik şiddet) maruz kalıyordu. Köşe yazarlığı yaptığı dönemde eve takdir telefonları geldiği gibi tehdit ve hakaret telefonları da geliyordu. 2003 yılında sınır kapıları açılmıştı. Üniversiteye başlamış ve Yunanca öğrenmiştim. Pek çok Rum arkadaş edinmiş ve aile dostlukları kurmuştuk. Annem sıklıkla iki toplumlu etkinliklere katıldı ve iki kitap yazdı. Hem barış için, hem de iki toplumun kayıp şahıslarının bulunması için aktif biçimde çalıştı. Ben ise yazdığı kitapları Yunancaya tercüme ettim. Kitapları Rum toplumunda da tanıttık ve pek çok insan bu kitapları okuyarak annemi tanıdı. Kitaplar barışsever Rumların beğenisini kazanmıştı. Rum dostlarımızın sayısı gün geçtikçe çoğaldı. Hayat akıp gitti, dünya değişti, Kıbrıs değişti, yaşamlar değişti. Değişmeyen tek şey ise annemle ve diğer kayıp şahıs yakınlarıyla paylaştığım bu derin ve acı bekleyişti.

2013 yılı sonlarına doğru, bir sabah Kayıp Şahıslar Komitesi’nden annemi aradılar. Aileyi bir araya toplamasını istediler ve evimize geleceklerini söylediler. Annem beni arayarak evde olmamı istedi. Ertesi gün ellerinde dosyalarla geldiler. Ahmet Bey’in bulunduğunu, açılan toplu mezardan çıkan bir iskeletin yapılan DNA testi doğrultusunda Ahmet Bey’e ait olduğunu söylediler. Aile, diğer Terazililerin de kimlik tespitinin tamamlanabilmesi için 2014 yılı Mart ayını cenaze tarihi olarak belirledi. Cenaze gününe kadar Ahmet Bey dâhil toplam 6 Terazili bulunmuştu, fakat 5 Terazili halen kayıptı. Ahmet Bey ve diğerlerinin çıkarıldığı toplu mezarda çok sayıda Taşkentli de bulunmuştu. Diğer 5 Terazilinin Taşkent köyünün bulunamayan kayıplarıyla birlikte başka bir toplu mezarda gömülü oldukları anlaşılmıştı. Bu insanlık suçlarının ortaya çıkmaması için adanın her iki tarafında da bazı toplu mezarlar birkaç kez yer değiştirmiş, kurbanlar gömülü oldukları yerlerden çıkarılarak farklı yerlere gömülmüşlerdi. Bize gösterilen iskelet şemasında Ahmet Bey’in kalıntılarının %85’i mevcuttu. Geriye kalan %15’lik kısmı büyük olasılıkla katliamın diğer kurbanlarının taşındığı diğer toplu mezardaydı. Ahmet Bey’in kız kardeşi Havva Hanım kanser hastasıydı. Ne yazık ki cenaze törenine katılabilecek kadar, eşini, kardeşini ve köylülerini defnedebilecek kadar uzun yaşayamadı. Cenazeye bir ay kala aramızdan ayrıldı.

Kayıp Şahıslar Komitesi kurbanları göstermek maksadıyla aileyi çağırmış, birkaç kişi iskelet kalıntılarını görmek üzere çıkıp gitmiş, Ahmet Bey’in kalıntılarının üzerine yanlışlıkla başka birinin resminin konulduğunu fark etmişlerdi. Tepki gösterdikleri zaman “tamam, bir hata yaptık, düzelteceğiz” cevabını almışlardı. Cenaze işlemlerinin bürokratik sürecini tamamlamak için annem ve babam da dâhil olmak üzere aile üyeleri günlerce Dışişleri Bakanlığı-İçişleri Bakanlığı-Mağusa Belediyesi arasında mekik dokudu, o daire senin bu daire benim gidip geldi. Bürokrasi de hata da “insana mahsustu”, ama böylesine hassas ve insani bir konuda karşımıza çıkarıldıkça ben çileden çıkıyordum.

Cenaze günü gelip çattı. Acımızı paylaşmaya 50’den fazla ilerici ve barışsever Kıbrıslı Rum arkadaşımız da gelmişti. Babamla birlikte annemin yanından hiç ayrılmadık. Aile bunu uygun gördüğü için 6 yakınımız resmi törenle defnediliyordu. Tabutları askerler taşıyordu ve halk tabutlara yaklaştırılmıyordu. Cenaze namazının kılınacağı caminin avlusuna ilk getirilen tabut Ahmet Bey’e aitti. Yanımıza gelen ilk insan ise annemin yakın arkadaşı, kayıp şahıslar konusunda çok değerli çabaları ve katkıları olan Sevgül Uludağ idi. Cenazelerimizin defnedileceği alana geldiğimiz zaman, günün anlamına ilişkin konuşmayı yapmak üzere annem mikrofona geçti. Kayıplarımızı bulanlara, bize ulaştıranlara, töreni düzenleyenlere ve katılanlara teşekkür ettikten sonra “insanlık bütün kayıpların bulunmasını gerektirir. Kayıp şahıslar iki toplumun ortak acısıdır” dedi. Ahmet Bey’in defnedileceği noktaya geldiğimiz zaman imam bey “iki kişi gelsin lütfen” diye seslendi. Ben ve Ahmet Bey’in kız kardeşinin damadı mezara indik. Tabutu tuttuk ve yavaşça toprağa bıraktık. Ölümü ile annemle yolumu kesiştiren insan birkaç saniyeliğine ellerimin arasındaydı. Doğumumdan 12 yıl önce katledilmişti. Katledildiği zaman 25 yaşındaydı.  Bense cenaze günü 27 yaşındaydım. Bu cenaze annem için 40 yıl geciken bir uğurlama, benim içinse bir karşılama ve bir tanışmaydı. Annemle yollarımı kesiştiren insanla tanışıyordum.

Biz mezardan çıktıktan sonra anneme ve Ahmet Bey’in kardeşinin oğlu, kendisiyle aynı adı taşıyan yeğeni Ahmet’e hatıra olarak tabutun anahtarı verildi. Onlar birbirlerine sarıldı, bense ikisini birden kucakladım. 40 yıl geciken bir yas nihayet başlamıştı. Cenaze boyunca kafama dayalı duran bir de silah vardı: “Erkekler ağlamaz” öğretisi. Egemen kültür, toplum öğretileri ve aile öğretileri tarafından bizlere dayatılan bu kalıbı hayatım boyunca saçma bulmuş, fakat hiç farkında olmadan içselleştirmiş ve davranış biçimi haline getirmiştim. Bu kalıba dayanan, farkında olmadan benimsediğim rol modeli “ağlamayan”, “dik duran”, “misafirlerle ilgilenen”, “aileye güç veren”, “güçlü adam” rolünü bana adeta silah zoruyla oynatmıştı. Bu acı karşısında insanca tepki veremiyor, zorla “dik duruyordum”. Cenaze alanından dağılırken Ahmet Bey’in kız kardeşinin kızı annemin yanına geldi ve anneme “üzülme yenge, artık her şey daha güzel olacak. Onlar artık kayıp değil, ölü” demişti.

Cenazenin ertesi gününe Mağusa’daki evimizde (aslında 74’te göçmen olan bir Rum ailenin evi) birlikte uyanmıştık. Annem babama her zamanki gibi uzun zamandır tıraş olmamasından ötürü kızdı, hallerine gülümseyip arabama bindim ve bozuk yollardaki çukurlar nedeniyle kendimi aya iniş yapan astronotlar gibi hissederek işimin yolunu tuttum. Hayat devam ediyordu. Ahmet Bey “gelmiş”,  yas başlamıştı. Hem annem, hem babam, hem de ben bir ölçüde rahatlamıştık, çünkü 40 yıldır beklediğimiz artık gelmişti. Ahmet Bey’in Mağusa şehitliğindeki mezar taşıyla yetinmemiş, o günlerde bitirdiğim doktora tezimi Ahmet Bey’e, Kıbrıs trajedisinin bütün kayıp şahıslarına ve yakınlarına ithaf ederek bir mezar taşı da kendim dikmiştim. Cenazenin üzerinden bir buçuk yıl geçti. Kayıp şahıslar bulunmaya devam ediyor. Toplu mezarlardan çıkarılan kemiklerle birlikte geciken yaslar tutulmaya başlıyor. Her iki tarafın da korkunç insanlık suçları işlediği gerçeği alevleniyor, her iki tarafın da yıllardır sürdürdüğü tek yanlı mağduriyet propagandalarının koskoca bir palavra olduğu gün yüzüne çıkıyor.

Bugün Kıbrıs’ta barışa yaklaştık. Fakat kayıp şahıs yakınlarının sevdikleri insanlar bulunmadan önce ne Kıbrıs’la barışması mümkün, ne de hayatla. Kabullenilmesi zor bir gerçek ki, toplu mezarlardaki sevdiklerinin kemikleri kendilerine iade edilmeden onlar için hayat yeniden başlamayacak. Kıbrıs trajedisinin en ağır mağduriyetini hiç kuşkusuz kayıp şahısların yakınları yaşadı ve bu mağduriyetlerin giderilmesi adına, Kuzey’de ya da Güney’de, neredeyse hiç bir sosyal politika üretilmedi. Kayıp şahısların yakınları, katillerin yargılanması söz konusu olursa gerçeklerin su yüzüne çıkmasının ve toplu mezarların açılmasının zorlaşacağını biliyorlar. Belki de pek çoğu, Güney Afrika’da uygulanana benzer bir “itiraf karşılığında af” uygulamasına sıcak bakabilir. Kıbrıs’taki insanlık suçları nedeniyle kaybolan bu insanların katledilmeleri insanlığa karşı suçtur ve bundan dolayı yakınlarına tazminat ödenmesi sağlanabilir. Kurulacak federal devlet eğer ki bir sosyal devlet olacaksa, kayıp şahıslar için üretilecek pek çok politika vardır. Fakat hepsinden önemlisi, iki tarafın bir an önce geri kalan kayıpların da bulunması için insanlık namına iş birliği yapması ve Kıbrıs tarihinin en acı yüzü olan “kayıp şahıslar” ve insanlık suçlarıyla barış namına iki toplumlu bir yüzleşme sağlayacak Hakikat Komisyonu’nun kurulmasıdır. Pek çok barışsever, bu türden bir yüzleşmeyi “barışa yaklaşılırken eski defterlerin tekrar açılması” anlamına geleceği için reddetmektedir ve bu son derece üzücüdür. Hatalarından ders almayan toplumlar gelişemez, işlenen insanlık suçlarıyla ve bunların getirdiği acılarla yüzleşmeyen toplumlar ise barış yapamaz. Bizler kendi hesabımıza, Larnaka’nın Mari (Tatlısu) köyündeki Kıbrıslı Türk mezarlığına hem Ahmet Bey, hem de Kıbrıs trajedisinin bütün kayıp şahısları anısına sembolik bir anıt mezar inşa ettik. 5 Eylül günü saat 17.30’da iki toplumlu bir etkinlikle açılışını yapacağız. Gelebilenleri aramızda görmekten mutluluk duyacağız.

 

Dergiler Haberleri