Siyasette adalet, adalette de siyaset(sizlik) üzerine…

Bu yazının konusu, siyaset ve ahlaktır. En yalın ifadeyle ahlak, toplumsal beklentilere uygunlukla açıklanabilir.

        Çayı, kitapları, Eylül’ü,
        maviyi, denizi; seviyorum…
        ve tüm adaletsiz insanlardan 
       eşit derecede uzak duruyorum.
Sabahattin Ali
 

 

Ahmet Güneyli

Sosyal medya hesabımda yaklaşık üç ay önce paylaştığım bir iletiyle başlamak istiyorum bu yazıya…

“Kuzey Kıbrıs’ta sadece siyasetçileri eleştirmek ve halkın tercihlerini değerlendirmemek ya da sorgulamamak anlamlı gelmiyor artık. ‘Her halk layık olduğu şekilde yönetilir.’ noktasında hiç değildim ve bu görüşü pek hazzetmiyorum. Ama şu bir gerçek ki, demokrasilerde halkın ‘yanlış’ tercihleri olabileceği, hatta bu tercihlerin gayet bilinçli bir şekilde yapıldığı ve uzun yıllar boyunca tekrarlandığının açık yüreklilikle söylenmesi gerekir. Adayarısında; nepotizmin, kronizmin ve partizanlığın, insanların çıkarlarını sağladığı oranda demokratik olarak tercih edildiği söylenmelidir. Güce kayma, güçlünün yanında yer alıp çıkar elde etme bu coğrafyada doğal olandır, normalleştirilendir ne yazık ki. Tüm bunların karşısında, bir başka deyişle yürütmenin yanında adil bir yargı sistemi olmalıdır ki, demokratik sistemin sağlıklı bir biçimde işlemesi mümkün olabilsin. Son zamanlarda espriyle ya da kızgınlıkla eleştirdiğimiz Hükümetin, adalet inancımızı örselediği ve derin yaralar açtığı aşikârdır.”

İskoç filozof Hume’un da ifade ettiği gibi adaletin olmadığı yerde, onun yerini başka şey(ler) doldurur ki, bizim gibi gelişmekte olan toplumlarda, genellikle güç ve zorbalıktır adaletin yerine geçen. Ülkeyi güç ve zorbalıkla yönettikçe, sorunları baskıyla çözmeye yöneldikçe akabinde toplumsal çözülme gerçekleşir. Ve akla gelebilecek en kötü son gerçekleşir; insanlar kendi toplumuna yabancılaşır, yalnızlık ve bencillik hakikatiniz olur.      

Türkiye’nin eski bakanlarından birinin “Siyaset, adaletsiz olmaz lakin adalet siyasetsiz olmalıdır.” diye mühim bir sözü vardır (E. C. Gülpınar). Kanımca, bu sözün tam karşıtı bir durum yaşanmaktadır Türkiye’de. Adalete ve siyasete olan güven, yerle yeksan olmuştur. Türkiye’de hal böyleyken ve kimilerinin orada olan her şeyin Kıbrıs’ın kuzeyinde de olması yönünde isteği ortada dururken “siyaset adaletsizliğe mahkûm mu olacak bu adada?” şüphesi düşer belleğime. Bir de cümlenin öteki kısmı var aslında, ama orası daha sıkıntılıdır: “Kıbrıs’ın kuzeyinde adalet, siyasetteki hesaplaşmalardan ya da olumsuzluklardan bağımsız kalabilecek mi?”

Bir o kaldıydı deyişinizi duyar gibiyim. Pandemi öncesinde gündemi meşgul eden UBP’li eski Başbakan ile bir milletvekilinin davaları, yakın zamanda hükümet bozma/kurma çalışmalarına malzeme edilmiş, belki de üzerlerini örtbas etmek için pazarlık edilmiştir. Öte yandan, 1 Temmuz sonrası pandemi sürecinde adaya karantinasız giriş yapan yolcuların meselesi de halen gündemdedir. Esas sorulması gereken soru şudur: “Hükümet, kendinin, kendi bakanlarından birinin/birkaçının yargılanmasına müdahale edecek mi?”      

Bu yazının konusu, siyaset ve ahlaktır. En yalın ifadeyle ahlak, toplumsal beklentilere uygunlukla açıklanabilir. Ancak toplumsal beklentilere uygunluk, özgürlükleri ortadan kaldıran ve eylemlerde neler yapılması ya da yapılmaması gerektiğini dayatan bir forma dönüştürülürse toplumsal yaşamın her alanında (sanat, eğitim, siyaset, aile vb.) sıkıntıların yaşanılması kaçınılmazdır.  Halihazırdaki toplumsal problemleri yalnızca ahlaki öğretilerle ele almak ya da ahlaki öğretileri yüceltmek, akılcı çözümlerin önüne geçebilir çoğu zaman. Marksist bakış açısıyla değerlendirilecek olursa, daha iyi bir dünyada yaşamanın anahtarı olarak sunulan ahlakın, kimileri tarafından “ahlaki vaaz” olarak algılandığı görülür. Ahlaki vaaz söz konusu olduğunda ise, nedenlerden çok sonuçlarla ilgilenilmekte ve dahası, nedenlerden kopuk bir şekilde sonuçlar üzerinde durulmaktadır. Bu da sonuçsuz ve etkisiz bir çabadır zira Marx’a göre ahlak, onu ortaya çıkaran toplumsal koşullardan ayrı düşünülemez. Bu bağlamda, Kıbrıs’ta siyaset yapanları, işin kolayına kaçarak ahlaksız/adaletsiz olarak etiketlemek, onları toplumdan ayrı göstermek ve aynayı topluma/kendine çevir(e)memek ne kadar anlamlıdır sizce?  

Kıbrıs’ın kuzeyinde toplumsal beklentiler, siyasette ahlaklı olma ya da kalmayı nasıl etkiler? Bu sorunun asıl muhatabı, gelmiş geçmiş vekiller ve bürokratlardır elbette. Merak ediyorum, 1974 sonrasında görev yapmış siyasiler ve bürokratlar yaşadıklarını anlatsalar, toplumdan gelen beklenti ve talepleri kamuoyu ile paylaşsalar kim bilir neler çıkardı ortaya?!

Aslında olan şudur; ahlaki norm ve değerlerden yoksun toplumsal beklentiler, siyasilere iletildiği zaman süreç başlıyor. Söz konusu beklentiler bir süzgeçten geçirilmiyor, çünkü adayarısının en büyük hastalığı partizanlıktır. Belli vaatler sonucunda temsiliyet kazanmış ve toplumun içinden çıkmış BİZİM siyasetçiler, kendilerine iletilen ahlakSIZ istekleri boyunlarının borcu görüyorlar ve tereddüt etmeden yerine getirmeye çalışıyorlar. Günün sonunda, bunların yapılmasındaki yegâne gaile, siyasette kalıcı olmak. Dışarıda olduğunda bunu şiddetle eleştiren siyasetçi, içerde olduğunda yani hükümette görev aldığında “görev ahlak”ı bilinciyle hareket ediyor. Sonuçta da kendi adaletsiz ve ahlaksız davranışlarını kanıksıyor.   

Siyaset ve ahlak ilişkisi üzerine yorum yaparken adalet kavramına dair etraflıca düşünmek gerekir. Antik Yunan’dan itibaren Platon’un Devlet eseri temelinde siyaset ve ahlak ilişkisinin tartışılmasından beri adalet kavramının, önemini yitirmeden günümüze taşındığını söylemek gerekir. Adalet ile ahlak, o yıllardan beri içli dışlı olan iki kavram olarak ele alınır. Bir siyasetçiyi ahlaklı addedebilmenin ölçütlerinden biri, belki de en önemlisi adaletli olmasıdır. Konuyu Kıbrıs’ın kuzeyi özelinde değerlendirirsek, buradaki siyasilerin canımızı sıkan ve hatta yakan, onlara güven duymamızı engelleyen adaletsizliklerine ilişkin onlarca somut örneği anımsamak gerekir. Geçmişten bugüne dek ganimetin üleştirilmesinde, kamuya işe alımlarda, bürokratların atanmasında, kamudaki ihalelerde bu adaletsizliklere tanık oluyoruz.

Yakın zamanda yukarıda sözünü ettiğim meselelerden biri olan kamuya işe alımlarda Hükümetin adaletsizliklerine bir kez daha tanık olduk. Pandemi sürecindeki onca sıkıntıya karşın sırf seçimler var diye, tıpkı geçmişte yaşandığı gibi, birileri sınavsız ve münhalsiz kamuya istihdam edildi. Bu kişiler, partilerinin bayrağını sallamakla ve peşinden koşmakla yaşadıkları durumu “en doğal hak”ları bildiler. Aynı ayrıcalığı elde edemeyenler ise partisine küstü ve belki de çareyi başka partilerde aramaya koyuldu. Bir kısır döngü bu, hep aynı hikaye. Fransızların anonim sözü tam da uygun düşer bu minvalde: “Adaletin küçüldüğü ülkelerde, büyük olan suçlulardır.” diye.

Suçu, yüz kızartan ve kızartmayan diye ayırırız da, buralarda kamuya adaletsiz istihdam edilmek, ne yüzü kızartır ne de suçtan sayılır işte. Hal böyle olunca ahlak ve adaletin değeri kalmaz; adaletsizlik ve ahlaksızlık siyasetle çoğalır, tekrarlanır ve normalleşir.  Kimi zaman bu tür istihdamlara dava açıldığı da olur. Nitekim Kıbrıs Türk Amme Memurları Sendikasının Ağustos ayındaki istihdamları protesto edip dava açtığına şahit olduk. Lakin anlayamadığım ve kabul etmek istemediğim, söz konusu davalar nasıl sonuçlanıyor ki böylesi adaletsizliklere devam ediyorlar halen? Nasıl oluyor da, nasıl bir yargı sistemi var ki siyasiler aynı suçu yüzleri kızarmadan ve hiç ceza almadan işlemeye cesaret edebiliyorlar!

Tüm bunlar yaşanırken ideolojisiz siyasetle sahneye çıkan, insanların umutlarına oynayan ve toparlanma iddiasında olan iktidarın küçük ortağı, çoğu zaman bu adaletsizlikleri onaylamıyorum ya da haberim yok diyerek üç maymunu oynamayı ve halkla dalga geçmeyi yeğledi. Dahası, biz Hükümette olmasaydık, çok daha kötü olacaktı aldatmacasıyla kötünün iyisiyle yetinilmesini salık verdi. Önceden sert bir dille eleştirdikleri ve adeta yerden yere vurdukları partilerdeki kimi yanlışları yine gündeme getirip kendi basiretsizlik ve beceriksizliklerini küçültmeye ya da üstünü örtmeye yöneldi.     

Sözün özü, 2020 Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki tartışmaların odağında adayların kişilik özelliklerinin olduğunu düşünüyorum. Kıbrıs sorununa ilişkin politik görüşler gölgede kalırken adayların kişilik özellikleri, aslında adil ve ahlaklı olmaları üzerinden propaganda yapılıyor. Halkın takdirini kazanacak bir kişinin seçilmesi gerektiğine vurgu yapılıyor mesela. Cumhurbaşkanının herkese eşit mesafede durması gerektiğinin altı çiziliyor. Adaylar, ülke içindeki meselelere liderlik edip dengeyi sağlayacakları ve iyi hakemlik edecekleri yönünde vaatlerde bulunuyorlar. Seçim dönemindeki tartışmalardan görülüyor ki, siyasette adaletsizlik ve ahlaksızların yaşatılmayacağına ilişkin bir savunma yapma ya da taahhüt etme çabası var sanki…

Bir dönüşümün başlaması için bu seçimlerin bir milat olması lazım. Ancak şunu da söylemeden edemeyeceğim, sadece siyasiler için istemiyorum adaletli ve ahlaklı olmayı; esasen toplumsal ahlak ve adaletin yeşerip nüfuz etmesidir dileğim. Bir de yasa ve tüzüklerin böylesi adaletsizliklere zemin oluşturmayacağı bir yargı sistemidir özlemim…

  

 

 

               

Dergiler Haberleri