İngiliz döneminin ilk yıllarında Kıbrıs: Lefkoşalılar

“Lefkoşalılar, ‘Türk’ olsun, ‘Rum’ olsun, yumuşak tabiatlıdırlar. Meyve yiyip tropik iklimde yatıp kalkan insanların yumuşaklığı vardır üzerlerinde. Lefkoşa’da kadın ve erkekler milliyetlerini giysileriyle belli ederler.”

Haşmet M. Gürkan

1878 sonbaharında Lefkoşa’ya gelen W. Hepworth Dixon, kentin hayli ayrıntılı bir tasvirini yaptıktan sonra sözü Lefkoşalılara getirir ve “Lefkoşalılar” başlığı altında ayrı bir bölümde bu konuda çok ilginç şeyler yazar:

“Lefkoşalılar, ‘Türk’ olsun, ‘Rum’ olsun, yumuşak tabiatlıdırlar. Meyve yiyip tropik iklimde yatıp kalkan insanların yumuşaklığı vardır üzerlerinde.

Lefkoşa’da kadın ve erkekler milliyetlerini giysileriyle belli ederler. Erkekler sarık ve fes aracılığı, kadınlarsa yaşmak ve şallarıyla. Kadın giysileri ilk bakışta dikkatinizi ve ilginizi çeker. Tüm müslüman kadınlar baştan aşağı beyazlar giyinirler. Öylesine örtülüdürler ki yalnızca gözleri açıktadır. Öte yandan Ortodoks kadınları, tüm çekiciliklerini açığa döken parlak deniz yeşili portakal ve kırmızı renklerde ve çizgili elbiseler giyerler (…)

Lefkoşalı kızlar, ceylanlarınkine benzer gözleri, tatlı değirmi yanaklarıyla 9-10 yaşlarında sevimlidirler. Ne var ki düzgün yüzün en çok gereksinildiği daha sonraki yaşlarda bu güzellik kaybolur. Güzel gözler kalır, lakin çizgiler, renk ve canlılık ifadesi yitirilir. Müslüman kadınlarının bu yazgılarının farkında oldukları anlaşılıyor. Ortodoks inancındaki hemşireleri bunu bilselerdi onlar da çarşıda pazarda yüzleri peçeli gezeceklerdi. Hristiyan kadın boynunu ve yüzünü açar. Müslüman kadınsa ışıl ışıl bir çift gözden başka bir şeyini göstermez. Hiçbir erkek, süslü püslü olduğu halde, bir Rum kadınına iki kez bakmaz. Herkes yüzünü kendilerinden saklayan beyazlar içindeki kızın esrarlı bir şekilde geçip gidişine dönüp bakar. Beyazlar giyinmiş, beyaz kanatlı bu Müslüman kadınlar sokaklarda ve pazarlarda telaşlı telaşlı yürürler, evlerinin ihtiyaçlarını sağlarlar, bir kuyu yanında kümeleşirler, alacaklarını aldıktan, destilerini doldurduktan sonra bahçe duvarının ardındaki yuvalarına dönerlerdi. En basitine kadar onların evleri bir Doğulu çekiciliğine sahiptir. Kerpiç duvarlar onları yabancı gözlerden korur. Bu duvarların ardındaki bahçelerde meyve ağaçları çiçek açar, arılar çiçekten çiçeğe konar ve kadınlar peçelerini bir kenara iterek otururlar ve ipeklerini işlerler.

(…) Hurma ve narların yükseldiği duvarların ardındaki her avludan bir su sesi yükselir. (…) Müslüman mahallesinde hemen herkesin bir hurma ağacı var. Aynı şekilde herkes bir meyve bahçesine maliktir. İçinde bostan dolabı olan büyük bahçeler de vardır. Dar yolara köşkler ve balkonlar uzanır. Bütün perdeler iniktir. Fakat siz bir yabancı olarak yoldan geçerken o perdelerin ardından bir fısıltı ya da hafiften bir kahkaha duyarak oralarda belki de soluk yüzünüzü, sıkı kemerinizi ve çizmelerinizi eleştiren kadınların varlığından haberdar olursunuz. Sizi görünce Müslüman kadın yüzünü hemen örter. Yanındaki küçük yavrusu ise, kem gözünüzden korunmak için ya evin içine kaçar ya da yüzünü annesinin göğsüne saklar. Kim bilir onların nazarında ne garip yaratıklarız biz?

(…) “Türk” olsun “Rum” olsun Lefkoşalılar Doğulu bir halktır, boş zamanlarını da doğulu gibi geçirirler. (…) Lefkoşalılar oyundan daha doğrusu başkalarının oynamasını seyretmekten hoşlanırlar. Bir Müslüman  “çengi”sinden hoşlanır; bir Hristiyan “sirto”sunu tercih eder. Ne var ki tüm Lefkoşalılar kız oynatmaya bayılırlar. Bu oyuncu kızların Doğu töreleri düşünüldüğünde hayli serbest bir yaşamları olduğu görülür. (…)

Giysileri ve bu giysilerin simgelediği dinsel inancın dışında yüz hatları ve renk açısından bir Türkü bir Rum’dan ayırmak güçtür. Lefkoşa’da hatlar ve renk hemen hemen aynıdır. Irk fikrini canlı tutan şey kıyafettir. (…)

Yaşam kolay olduğundan Müslümanlar da Hristiyanlar da hareketsiz kişilerdir. Hristiyanı da Müslümanı da ya bir duvar dibinde ya da bir ağaç gölgesinde oturup bir meddahı dinlemekten ve bu esnada tesbihlerini çekmekten zevk alırlar. Gücü daha az olduğundan değil de daha kurnaz olduğundan bir “Rum”, bir “Türk”e oranla daha tembeldir! Rumlara göre eziyetlenmek kölelere mahsustur. Bir Müslümanda hala daha çoban yaşamının zevklerinin sürdüğü görülür. Kentlerde bile, bir Müslüman bahçesiyle uğraşmaktan, arılarına bakmaktan, kuyusundan su çekmekten, meyve ağaçlarıyla ilgilenmekten hoşlanır. Oysa onun Rum komşusu dünya işleriyle daha ilgili birisi olarak kahvehaneleri ve çarşı pazarı dolaşıp en son haberleri tartışır ve kuruşunu şilin yapmaya uğraşır. Biri dut yetiştirmekle yetinir, berikiler bir banka kurmaktan söz ederler.

Frenk, Osmanlı, Levantin ve Rum aynı kentte az veya çok barış içinde yaşayıp giderler.

W.H.Dixon’la aynı günlerde Lefkoşa’yı ziyaret eden Mrs. Esme Scott-Stevenson adlı İngiliz kadın yazarın Lefkoşa izlenimleri Dixon’un yazdıklarını tamamlar niteliktedir.

Bn. Scott Stevenson, 29 Eylül 1878 günü sabahı Larnaka’dan Lefkoşa’ya varır. Kocasının görev yeri olan Girne’ye gitmezden önce 1-2 gün Lefkoşa’da kalır. Bu İngiliz kadın yazarın Lefkoşa ve Lefkoşalılar hakkındaki izlenimleri şöyledir;

“Kente Larnaka kapısından (Mağusa Kapısı HMG) girdik ve karanlık ve uzun bir kemeraltını geçince kendimizi  bozuk dar sokakların oluşturduğu bir labirentin içinde bulduk. Sokak ortaları, yavrularını emziren sayısız köpekler tarafından tutulmuştur. Bu köpekler önümüzden çekilmeyecek derecede tembeldirler. İlkin birçok dericinin çalıştığı bir sokağa daldık, sonra da iplik ve bez boyacılarının sıralandığı bir sokaktan geçtik. Ayaklarımızın arasından mavi ve koyu kırmızı boyaların oluşturduğu derecikler akıyordu. Yürüdük ve bu kez bir bakırcı ve zilciler çarşısından geçtik. Çekiç sesleri ve bağrışmalar kulakları sağır edecek derecedeydi. Derken sağa döndük ve kendimizi sebze çarşısında bulduk. Her tarafta kocaman karpuzlar, kabaklar vardı, soğan, incir, üzüm yığınları yerleri doldurmuştu. Bir köşe daha dönünce kasapların sokağına girdik. Sıska sığır gövdelerinin yanı sıra keçi ve oğlaklar asılıydı ve bunlardan bazılarının üzerleri sineklerden kapkaraydı. (Yazarla kocasının şimdiki Belediye Pazarı yöresine geldikleri anlaşılıyor. HMG.) Buralara da bir göz attıktan sonra önümüze kadınlar pazarı çıktı. Beyaz örtüler içinde kadınlar, önlerinde yerli kumaş topları, çömelmiş oturuyorlardı.

(…) Bu dar sokaklara çarşı denir ki gördüğüm şekliyle bir sokakta aynı zanaatı işleyenler sıralanır. Bu alışverişe çıkanlara büyük kolaylıktır. Siz sadece fırıncılar, tatlıcılar ya da sebzeciler çarşısını sorarsanız size burasını tarif ederler. Böylece sokakları dolaşıp aramaya gerek kalmadan istediğiniz şeyleri satan bir sürü dükkan arasında tercihinizi yaparsınız. Dükkanlar küçüktür ve sahibi Türk ise dükkanın bir köşesindeki bir kilimin üzerinde bağdaş kurup oturmakta ve nargilesini içmektedir. Dükkan sahibi Rum’sa kapısının önündeki bir sandalyede oturmuş komşusuyla çene çalmaktadır. Bir dükkanın damından karşıdaki dükkanın damına kadar uzanan hasırlar günün en sıcak saatinde bile sokağa serin bir gölgelik olur.

Sokaklarda yavaş yürümeğe mecburduk, çünkü katırlar, eşekler ve develer yolları tıkadıkları gibi nereye gitsem arkamızdan bir kalabalık geliyordu. Bununla beraber bu beni izleyenlerin hiç biri kabalık yapmadığı gibi hiçbiri de beni itip kakmadı. Tabii bu arada kocam onlarla aramda belirli bir mesafe bulunmasına özen gösteriyordu. Nerede dursak bize hemen sandalyeler uzatılıyor ve oturmamız teklif ediliyordu.   

Yerli halk çok dikkatimi çekmişti. Bunların bazıları şimdiye kadar gördüğüm en siyah insanlardı. O kadar siyahtılar ki derilerinin rengini kıyaslayabileceğim bir şey bilmem. Bu siyahiler, en parlak renklerde, süslü püslü giysiler içindeydiler. Mavi, yeşil, sarı ve koyu kırmızı renklerin harika bir karışımıydı bu giysiler. Bu insanlar genellikle yüksek sınıftan Türklerin hizmetçileriydi. Onlara bu hizmetlerine karşı maaş verilmez yalnız belirli bir miktar yağ, ekmek ve elbise sağlanır.

Kıbrıs’ta halen kölelik bulunduğunu söyleyen Sir Charles Dilke’nin görüşüne bir dayanak olabilirdi bu görünüm. Hiç kuşkusuz bu siyah insanlar köledirler, çünkü efendilerini bırakmayı akıllarından geçirmezler ve babadan oğla onlara hizmet ederler. Ne var ki tümünün de iyi beslenip iyi giydirildiği ve de hallerinden memnun oldukları apaçıktı. Onların yanı sıra, onlara tezat teşkil eden, beyaz sarıkları ve uzun kürk yakalı hırkaları içinde kişilik sahibi Türkler göze çarpıyordu: Tatlı zeytin yeşili açık sarı veya kahverengi renklerdeki bu cazip giysiler bir ressamın hemen hoşuna gidecek şeylerdi.

(…) Bu geleneksel giysili Türklerin tam zıddını oluşturan ve hiç de onlar kadar ihtişamlı bir görüntü sergilemeyen Avrupa giysili Türkler de vardır ki uzunca ceketleri ve kırmızı fesleriyle yine bizden farklıdırlar. En çok Türk kadınları beni hayrete düşürdü. Modası geçmiş Fransız stili ayakkabıları giyiyorlar ve tepeden tırnağa uzun beyaz örtüler örtünüyorlardı. Sadece gözleri görünüyordu ve yanlarından geçerken beni büyük bir merak ve dikkatle süzüyorlardı. Büyük beyaz demetleri andırıyorlardı. Ne var ki Rum kadınlarından daha az zarif değillerdi. Berikiler 20 yıl öncesinin Avrupa modasına uygun giysiler giyerler ve bu giysiler kendilerini olduklarından daha toplu gösterir. Rum kadınlarının şekilsiz, zevksiz giyimleri erkeklerinin güzel görünümlü giysileriyle bir tezat oluşturur.

(…) Çarşı Pazar dışında Lefkoşa’da görülecek pek bir şey yoktur. Eski eser olarak pek bir şey yoktur. Hisarlar ve Saint Sophia Kilisesi eski dönemlerin ihtişamından tek geri kalanlardır. S. Sophia, vaktiyle Luzignan Krallarının içinde taç giydikleri bir katedraldi, şimdilerdeyse bir Türk camiidir (Ayasofya – Selimiye Camii- HMG.). Camideki kimi halılar en az iki yüz yıllıktır, güzel tonlardaki orijinal renklerini korumaktadırlar. Bunların bazıları Anadolu, bazıları da İran yapısıdır.”

Bn. Scott- Stevenson Lefkoşa’dayken davet üzerine kocası Yüzbaşı Andrew Scott-Stevenson’la birlikte Cikko Medoşunda General Wolseley’nin karargahına akşam yemeğine gider ve orada Wolseley ve diğer yüksek rütbeli subay ve görevlilerle tanışır. Yazar, General dışında diğer İngilizlerin Kıbrıs’ta bulunmaktan pek memnun olmadıkları, tümünün de düş kırıklığı içinde olduklarını hayretle görür. Karargahtan dönüş olaylı geçer Stevensonlar için. İlkin Baf Kapısı dışında eski bir Türk mezarlığı içinde düşüp yollarını kaybederler, sonra da geç vakit Baf Kapısına vardıklarında Kapıyı kapalı bulurlar! Yüzbaşı sesinin bütün gücüyle bağırmak, kapıyı tekmelemek ve ışık gördüğü bir pencereyi taşa tutmak suretiyle güç bela Türk bekçiyi uyandırır, Kapıyı açtırıp kente girerler.

Dergiler Haberleri