“Esas düğüm noktası, Kıbrıs’ta normalleşme ve çözüm”

Uluslararası İlişkiler Uzmanı ve Müzakere Heyeti eski üyesi Dr. İpek Borman, Kıbrıs sorununun çözümünün, bir kilit taşı gibi, Türkiye’nin hem bölgesel, hem de AB bağlamındaki ilişkilerini dönüştürebileceğini belirtti.

“Esas düğüm noktası, Kıbrıs’ta normalleşme ve çözüm”

Ödül AŞIK ÜLKER

Uluslararası İlişkiler Uzmanı ve Müzakere Heyeti eski üyesi Dr. İpek Borman, Kıbrıs sorununun çözümünün, bir kilit taşı gibi, Türkiye’nin hem bölgesel, hem de AB bağlamındaki ilişkilerini dönüştürebileceğini belirtti.

Dr. Borman, “Türkiye-AB ilişkilerinin gelişmesi Kıbrıs sorununa mutlaka olumlu etki eder, ancak, burada esas düğüm noktasının, Kıbrıs’ta bir normalleşme ve çözüm olduğunu değerlendiriyorum” dedi.

Dr. Borman, şu ifadeleri kullandı:

“Raporda da ortaya konduğu üzere, Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğünden, buna bağlı olarak Türkiye’nin bir AB üyesi olan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımamasından kaynaklanan sorunların, çeşitli aktörler arasındaki ilişkileri olumsuz etkilediği, bölgesel işbirliği ve istikrarı engellediği, Türkiye-AB ilişkilerinin ve hatta NATO-AB ilişkilerinin gelişmesinin önündeki faktörler olduğu çok aşikardır. Sonuçta, Kıbrıs sorunu çözülmeden, sorunun taraflarından biri Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla AB üyesi olmuştur. İçinde siyasi bir çatışma barındırmasına ve bölünmüş olmasına rağmen AB üyesi olmuştur. Aynı zamanda, AB üyeliğine aday başka bir ülke de bu çatışmanın doğrudan müdahilidir ve taraflarından biridir. Bu bağlamda, aday ülke olan Türkiye’nin AB’ye yönelik yükümlülükleri veya AB ile geliştirmek istediği ilişkiler, bir AB üyesi olan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni de haliyle kapsamaktadır. Dolayısıyla burada birbirinin içine geçmiş ve birbirini karşılıklı olarak etkileyen süreçlerden bahsediyoruz. Bir süreçte gerçekleşecek olumsuz bir gelişme diğer süreci de olumsuz etkilerken, olumlu bir gelişme ise tam tersine ilişkileri dönüştürecek bir potansiyele sahiptir. Kıbrıs’taki durumun bir şekilde normalleşmesi ve elbette Kıbrıs sorununun çözümü, bir kilit taşı gibi Türkiye’nin hem bölgesel, hem de AB bağlamındaki ilişkilerini dönüştürebilir.” 

AP 2023-2024 Türkiye Raporu’nu Yenidüzen’e değerlendiren Dr. Borman, raporda sürpriz olmadığını, raporun Avrupa Komisyonu’nun 2023 ve 2024 yıllarına ilişkin raporları ışığında bir durum tespiti ve analizi yaptığını ve ortaya Türkiye-AB ilişkileri bağlamında karamsar bir tablo çıktığını belirtti.

Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerinin 2018’de dondurulduğunu hatırlatan Dr. Borman, “O zamandan bu yana, göç, ticaret ve güvenlik gibi belirli alanlarda ilişkiler ve işbirliği sürdürülse de, AB üyelik perspektifi şu an için ortadan kalkmış durumdadır ve ilişkilerin üyelik dışında yeni bir çerçeveye oturtulmasından bahsediliyor. Raporda belirtildiği üzere, bunun başlıca nedeni demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları konularında Türkiye’deki durumun giderek daha da kötüleşmesidir” diye konuştu.

Dr. İpek Borman, Türkiye’nin stratejik ve jeopolitik öneminin yadsınamayacağını, AB’nin,

kapısında duran ve bir NATO müttefiki olan Türkiye’yi tamamen gözden çıkaramayacağını ancak uluslararası ilişkilerde her şeyi sadece jeopolitik açıdan veya stratejik bağlamda değerlendirilemeyeceğine vurgu yaptı.

Dr. İpek Borman, şu ifadeleri kullandı:

“Türkiye’nin AB’ye katılımında veya AB ile kurumsal düzeyde yapısal ilişkiler kurmasında esas ölçütün jeopolitik ve stratejik hesaplamaların olmadığı, AB açısından net bir husus olarak ortaya konuluyor. Burada, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları gibi Avrupa değerleri ve normları ön plandadır. Raporda da bunların katılım sürecinin merkezinde yer aldığı ve bu bağlamda Türkiye ile AB arasında büyük bir uçurum olduğunun altı çiziliyor.”

Önümüzdeki süreçte, Türkiye-AB ilişkilerinin mevcut haliyle devam edeceğini kaydeden Dr. Borman, raporda da belirtildiği gibi, en fazla daha dinamik bir stratejik ortaklık çerçevesinde bazı konularda işbirliklerinin artırılmasının söz konusu olabileceğini söyledi.

“AP raporunda bir sürpriz yok”

Soru: AP, 2023-2024 Türkiye Raporu’nu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sürpriz var mı?

Dr. Borman: AP raporunda bir sürpriz yok. Rapor, Avrupa Komisyonu’nun 2023 ve 2024 yıllarına ilişkin raporları ışığında bir durum tespiti ve analizi yapıyor. Bu da Türkiye-AB ilişkileri bağlamında fazlasıyla karamsar bir tablo ortaya çıkarıyor. Özellikle 2016’daki darbe girişiminden sonra Türkiye’de hızlanan demokratik gerileme sonucunda, AB’ye katılım müzakereleri Konsey tarafından 2018’de dondurulmuştu. O zamandan bu yana, göç, ticaret ve güvenlik gibi belirli alanlarda ilişkiler ve işbirliği sürdürülse de, AB üyelik perspektifi şu an için ortadan kalkmış durumdadır ve ilişkilerin üyelik dışında yeni bir çerçeveye oturtulmasından bahsediliyor. Raporda belirtildiği üzere, bunun başlıca nedeni demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları konularında Türkiye’deki durumun giderek daha da kötüleşmesidir. Nitekim Türkiye raportörü açıklamalarında bunu net bir şekilde ortaya koydu, “Türkiye’nin AB üyeliği önündeki en büyük engel demokratikleşmedir” dedi.

“AP’nin ortaya koyduğu tespitleri ciddiyetle ele almak gerekir”

Elbette bunları söylerken ortaya koymamız gereken bir çerçeve var. AP, AB’nin üç ana kurumundan birisidir. Komisyon ve Konsey’den farklı olarak, üyeleri doğrudan AB vatandaşları tarafından seçildiği için Parlamento raporlarının ve alınan kararların, AB vatandaşlarının genel eğilimlerini ve tercihlerini yansıttığını göz önünde bulundurmalıyız. Yani Komisyon, AB’nin yürütme erki olarak genel çıkarlarını temsil ederken, devlet ve hükümet başkanlarından oluşan Konsey AB’nin genel siyasi yönelimlerini ve önceliklerini ortaya koyarken, Parlamento da Avrupa halkının demokratik süreçlerle şekillenen ortak iradesini yansıtır. Bu anlamda Parlamento’nun daha keskin ifadelerle durumu ortaya koyması bizi şaşırtmamalı. Ancak tabii AB içindeki genel eğilimi anlamak bakımından bize bir ışık tutuyor. Dolayısıyla, Türkiye-AB ilişkilerinin geliştirilmesi bağlamında, AP’nin ortaya koyduğu tespitleri ciddiyetle ele almak gerekir.

“AB Türkiye’yi elbette tamamen gözden çıkarmak istemez”

Soru: Raporda Türkiye'nin stratejik ve jeopolitik önemine, uluslararası güvenlik açısından kritik alanlarda artan varlığına ve etkisine dikkat çekiliyor, Türkiye'nin stratejik bir ortak, NATO müttefiki ve AB'nin güvenlik, ticaret, ekonomi ve göç alanlarında yakın ilişkilere sahip olduğu bir ülke olduğuna vurgu yapılıyor. Diğer taraftan da birliğe katılım için kestirme yollar olmadığının da altı çiziliyor. Bu noktada, Türkiye-AB ilişkileri nereye gidiyor? AB Türkiye’yi gözden çıkarır mı?

Dr. Borman: Türkiye’nin stratejik ve jeopolitik önemi elbette yadsınamaz. Özellikle de içinden geçtiğimiz uluslararası ortamda, kritik bir siyasi coğrafyada yer alan Türkiye’nin hem bölgesel hem de küresel anlamda üstlenebileceği önemli roller var. Halihazırda gerek Rusya-Ukrayna savaşı gerekse Suriye’deki gelişmeler bağlamında etkin bir rolü olduğunu görüyoruz. Güvenlik, savunma, enerji ve ticaret yolları gibi jeopolitik gelişmelerin de tam göbeğindedir. Bugünkü uluslararası konjonktüre baktığımızda, AB hele ki kapısında duran ve bir NATO müttefiki olan bu denli stratejik öneme haiz bir ülkeyi elbette tamamen gözden çıkarmak istemez. Ne kadar üyelik sürecini dondursa da, ne kadar çeşitli sorunlar yaşasa da, reel politik açısından değerlendirdiğinizde, birbirlerine ihtiyaçları olduğu açıktır. Bu minvalde, çok ciddi birtakım kırılmalar yaşanmadığı sürece, AB ile olan ikili ilişkiler en azından bu alanlarda ağır aksak olsa da devam ettirilmeye çalışılacaktır. Nitekim, belirttiğiniz gibi Parlamento raporunda da bunlar yer alıyor. Raporda, örneğin AB’nin Rusya’ya yönelik yaptırımlarına Türkiye’nin katılmaması, hatta bu yaptırımların kendisi üzerinden delinmesine izin vermesine yönelik eleştiriler getirilirken, Kıbrıs Cumhuriyeti ile ilişkilerinin normalleştirilmemesi, Doğu Akdeniz’de yürüttüğü politikalar ve attığı bazı adımlar tenkit edilirken, yine de güvenlik, terörle mücadele, ticaret ve enerji gibi alanlarda daha yakın ve dinamik ilişkilerin geliştirilmesi yönünde çağrıda bulunuluyor. Ancak, uluslararası ilişkilerde her şeyi sadece jeopolitik açıdan veya stratejik bağlamda anlayamayız ve değerlendiremeyiz. Yine rapora baktığımızda, AB’nin de bunu bu şekilde değerlendiremeyeceği söyleniyor.

“Anlaşılan o ki, Türkiye-AB ilişkileri mevcut haliyle devam edecek”

Özellikle Türkiye’nin AB’ye katılımında veya AB ile kurumsal düzeyde yapısal ilişkiler kurmasında esas ölçütün jeopolitik ve stratejik hesaplamaların olmadığı AB açısından net bir husus olarak ortaya konuluyor. Burada, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları gibi Avrupa değerleri ve normları ön plandadır. Raporda da bunların katılım sürecinin merkezinde yer aldığı ve bu bağlamda Türkiye ile AB arasında büyük bir uçurum olduğunun altı çiziliyor. Üyelik perspektifini geçelim, özellikle Türkiye’nin mevcut aşamada istediği gümrük birliğinin modernize edilmesi veya vize serbestiyeti getirilmesi gibi adımların bile, Türkiye’nin AB’ye yönelik yükümlülüklerini yerine getirmesine bağlandığını görüyoruz. Bu yükümlülükler de çok çeşitlidir. Anti-terör yasasının değiştirilmesinden tutun, Kıbrıs Cumhuriyeti ile ilişkilerin normalleştirilmesine kadar giden yükümlülüklerden bahsediyoruz. Raporda, bunların gerçekleştirilmediği bir ortamda, bir al-verin parçası olarak bu adımların atılmasının da mümkün olmadığı söyleniyor. Kısacası, Türkiye-AB ilişkilerini kurumsal ve yapısal olarak geliştirilecek unsurlar Kopenhag kriterleri ile dış politika dahil diğer yükümlülüklerin karşılanmasıdır. Bugün belki dünya genelinde, özellikle de Trump yönetiminin başa gelmesinden bu yana, transaksiyonel dediğimiz daha perakendeci ve al-vere dayalı bir diplomasi izleniyor. Ama bu yönde bir anlayışın, Türkiye’nin katılım müzakerelerinin yeniden başlaması veya AB ile kurumsal ilişkilerinin derinleşmesi bakımından bir kestirme yol teşkil etmesi söz konusu görülmüyor. Anlaşılan o ki, Türkiye-AB ilişkileri mevcut haliyle devam edecek, raporda da belirtildiği gibi, en fazla belki daha dinamik bir stratejik ortaklık çerçevesinde, örneğin iklim krizine yönelik birlikte adımlar atılması, enerji güvenliği, bölgesel istikrarın sağlanması ve terörizmle mücadele konularında işbirliklerinin artırılması söz konusu olabilecektir.

“Her iki tarafın mülkiyet konusunda izlediği siyaset bizi büyük çıkmazın içine sürükledi”

Soru: Raporda, Kıbrıslı Rumların Kıbrıs’ın kuzeyinde kalan mallarının satışı ve Maraş konusunda da maddeler var. Kıbrıslı Türklerin güneyde kalan mallarıyla ilgili tartışmalar da yaşanıyor. Bir yanda, mülkiyet konusundaki tutuklamalar, diğer yanda kanun hükmünde kararnameyle yabancıların kuzeyde daha fazla taşınmaz mal almasına olanak sağlayacak bir düzenleme, Maraş’ı bir “rövanş” olarak değerlendirmek gerektiğine dair açıklamalar... Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum yetkililerin bu konudaki tutumunu nasıl değerlendiyorsunuz?

Dr. Borman: Açıkçası her iki tarafın da bu konuda izlediği siyasetin bizi şimdiki bu büyük çıkmazın içine sürüklediğini düşünüyorum. Mülkiyet sorunu, Kıbrıs sorununun ana başlıklarından biridir. Yıllarca müzakere masalarında en çetrefilli konulardan biri olarak ele alınmıştır. İlk defa Annan Planı’nda, mülkiyet sorununun bir çözümle birlikte kapsamlı olarak nasıl halledilebileceğine ve nasıl bir mülkiyet rejimi ortaya çıkabileceğine dair önümüze bir resim konulmuştur. Belki Annan Planı hayata geçirilemedi, ancak 2004 sonrası oluşan yeni siyasi ortamda, Kıbrıs Türk tarafı Türkiye’nin de desteğiyle mülkiyet meselesinin önünü açacak dönüştürücü bir siyaset izledi ve çok önemli adımlar atıldı. Taşınmaz Mal Komisyonu’nun kurulması ve bunun AİHM tarafından, Rumlar tarafından kullanılabilecek etkin bir iç hukuk yolu olarak tanınması çok önemli gelişmelerdi. Böylelikle, malını yitirmiş kişiler TMK’ya başvurarak kuzeyde bıraktıkları mallar üzerindeki haklarını kullanabilecek ve bunlara yönelik çare üretilmesini isteyebilecekti. Nitekim, TMK’ya binlerce başvuru yapıldı. Ayrıca 2010’daki Demopoulos kararıyla ilk defa şimdiki kullanıcıların da haklarını tanıyan ve malını yitirmiş kişiyle şimdiki kullanıcı arasında bir denge kurulması gerektiğini ortaya koyan bir yaklaşım ortaya çıkmıştı. Bunun üzerine ise, taraflar arasındaki müzakere süreçlerinde, ortaya çıkan ilkeler ve kriterler doğrultusunda bir mülkiyet rejimi inşa edilmeye çalışıldı.

“Kapalı Maraş’la ilgili atılan kışkırtıcı adımlarla, Kıbrıs Rum tarafının Pandora’nın kutusunu yeniden açması sağlandı”

2015-2017 dönemindeki müzakerelerde mülkiyet sorununun çözümüne ilişkin süreç öyle bir noktaya geldi ki, BM Genel Sekreteri’nin Crans-Montana’da sunduğu ve taraflar arasında stratejik bir anlaşmayı sağlayacak olan Guterres çerçevesi dediğimiz belgede, mülkiyet başlığının nasıl sonuçlanacağına ilişkin çerçeve de netlik kazanmıştı. Elbette bu gelişmeler, kapsamlı bir çözüm olana kadar sadece bir ara formül niteliğindeydi. Eğer o durumdan bugün bu duruma geldiysek, bunun karşılıklı kabul edilebilir bir çerçevede Kıbrıs sorununun çözümü perspektifinden uzaklaşmamızdan dolayı olduğunu da görmemiz lazım. Çünkü Rum tarafının politikaları zaten bellidir ve ortadadır. Rum yönetimleri ne TMK’nın kurulmasına, ne de malını yitirmiş Rumların TMK’yı kullanmalarına sıcak baktı. Hatta TMK’ya başvuruları her zaman caydırmaya çabaladı. Zaten ezelden beri konuyu uluslararası mahkemelere taşıyarak, mülkiyet meselesinde hukuku bir araç olarak kullanmaya çalıştı. Halbuki Kıbrıs Türk tarafı, hukukun bu şekilde araçsallaştırılmasının önüne geçmek için, AİHM’in de yönlendirmesiyle, zamanında bu adımları atmıştı. Samimi bir şekilde çözümü aramaya da devam ettiği için, aslında bu bağlamdaki zorlukları bir nebze olsun aşabilmiştik. Oysa, 2020 yılında liderlik değişikliğiyle beraber, Türk tarafının Kıbrıs sorunu politikasını kökten ve topyekûn değiştirmesiyle, ayrıca Rumlar açısından hassas olan ve ilgili BM Güvenlik Konseyi kararları bulunan kapalı Maraş’la ilgili atılan kışkırtıcı adımlarla, o tarihe kadar mülkiyet konusunda elde edilen kazanımların yarattığı olumlu zemin bertaraf edilmiş oldu ve Kıbrıs Rum tarafının Pandora’nın kutusunu yeniden açması sağlandı.

“Taraflar, bir an önce tek taraflı ve kışkırtıcı adımlar atmaktan vazgeçmeli”

Şimdi ise, ne manidardır ki, her iki tarafın bu konuda adeta elbirliğiyle yürüttüğü siyaset, kuzeyde hepimizi içine alan büyük bir kara kutu haline geldi. Rum tarafı, Kıbrıs Türk tarafını siyaseten baskı altına almak için eline geçen kozu gayet güzel kullanıyor maalesef. Bunun savunulabilecek bir tarafı yok. Çünkü bu siyasetten, hem bireyler, hem de toplumlar zarar görüyor. Korku ortamı yaratılarak, toplumlararası ilişkilere de dinamit konuluyor. Maalesef bugün, her iki liderliğin de bizi getirdiği durum budur. Bu şekilde devam edilmesi, hatta tarafların birbirlerini daha da kışkırtmaya yönelik adımlar atması halinde, statüko dediğimiz durumun daha da kötüleşeceğini ve bizi daha da yaşanmaz bir noktaya taşıyabileceğini düşünüyorum. Dolayısıyla, tarafların bir an önce tek taraflı ve kışkırtıcı adımlar atmaktan vazgeçmesi ve karşılıklı kabul edilebilir bir zeminde Kıbrıs sorununun çözümüne odaklanması artık gereklilikten öte bir hal almıştır.

“Mevcut şartlarda ciddi bir gelişme yaşanabileceğini öngöremiyorum”

Soru: Kıbrıs sorununun çözümsüz kalmasından üzüntü duyulduğunun belirtildiği raporda, çözümün tek uluslararası kimliğe, tek egemenliğe, tek vatandaşlığa ve siyasi eşitliğe sahip iki toplumlu, iki bölgeli bir federasyon temelinde olabileceği belirtiliyor. İki devletli çözüm önerisine karşı olan duruş tekrarlanıyor, Crans-Montana’da kalındığı yerden müzakerelere dönülmesi çağrısı yapılıyor. BM Genel Sekreteri Guterres kişisel temsilci atadı, Avrupa Konseyi Kıbrıs’a özel temsilci atadı. Mevcut şartlarda Kıbrıs konusunda ne gibi gelişmeler yaşanabilir?

Dr. Borman: Her iki tarafın da sahip olduğu anlayış ve bu bağlamda sürdürdükleri siyasete bakacak olursak, açıkçası ben mevcut şartlarda ciddi bir gelişme yaşanabileceğini öngöremiyorum. O ya da bu sebeple, tarafların ortaya koyduğu diyalog arayışını da hiç samimi bulmuyorum. Kıbrıs Rum tarafı tanınmış bir devlete ve AB üyeliğine sahiptir. Bugünkü uluslararası ortamda bakıyoruz ki, hem küresel hem bölgesel güçlerle işbirliğini artırarak, özellikle savunma alanında ilişkilerini derinleştirerek, Doğu Akdeniz’de çeşitli ittifaklar kurarak ve önemli bir ortak haline gelerek nüfuzunu daha da artırıyor. Tanınmışlığın tüm avantajlarını kullanarak uluslararası toplum içinde yerini sağlamlaştırıyor. Bu konfor alanı içinde, Rum tarafındaki mevcut liderliğin, Kıbrıs sorununun çözümü yönünde samimi bir iradesi ve önceliği olduğunu düşünmüyorum.

“Rum liderin, görünürde çözüm istermiş gibi hareket etmesi kolay”

Üstüne üstlük, karşısında kendisini çözüm yönünde motive edecek bir muhatabı da yok. Tam tersine, aslında uluslararası toplum nezdinde elini rahatlatan bir muhatabı var. Dolayısıyla görünürde çözüm istermiş gibi hareket etmesi kolay. Diğer taraftan, Kıbrıs Türk tarafına baktığımızda, geçtiğimiz 4 yılda hiçbir şekilde diyalog kurmaya yanaşmayan bir anlayışın hâkim olduğunu görüyoruz. Şimdi ne değişti de bir anda tekrardan diyaloğun kurulması yönünde bir istek doğdu? Mevcut Kıbrıs Türk liderliğinin, Kıbrıs sorununun karşılıklı kabul edilebilir bir zeminde çözümünden yana olmadığını biliyoruz. İdeolojik olarak da durum böyledir. Ancak, önümüzdeki Ekim ayında kuzeyde seçimler var. Seçimlere giderken sanki taraflar arasında bir diyalog başlamış ve işbirliği yapılıyor şeklinde bir ortam yaratılması ve böylelikle karşılaşılabilecek eleştirilere karşı ön alınması düşünülmüş olabilir. Elbette, mevcut uluslararası ortamda, hem uluslararası toplum hem de içerideki kamuoyları nezdinde tarafların bir araya gelmeleri yönündeki beklentinin karşılanması da bir unsur olmuş olabilir. Ama sonuç olarak, ciddi bir anlayış ve siyaset değişikliği olmazsa, dış faktörler tarafından da Kıbrıs sorununun çözümü veya ilişkilerin bir şekilde normalleştirilmesi kritik bir gelişme olarak önümüze çıkmazsa, mevcut şartlarda iyiye doğru değil, az önce değindiğimiz gibi kötüye doğru gelişmelerin olması maalesef daha gerçekçi görülüyor. Bu, hiçbir şekilde tercih edebileceğimiz bir durum değildir tabii ki.

“Birbirinin içine geçmiş ve birbirini karşılıklı olarak etkileyen süreçler...”

Soru: 62 maddelik Türkiye raporunda 33 kez Kıbrıs kelimesinin geçmesi ne anlama gelir? Dünyada ve bölgede yaşanan gelişmeler, Kıbrıs’taki çözümsüzlük Türkiye’nin AB sürecini, Türkiye-AB ilişkileri de Kıbrıs sorununu nasıl etkiler?

Dr. Borman: Raporda Kıbrıs kelimesinin bu kadar çok yer alması, Kıbrıs sorununun veya Kıbrıs’taki mevcut durumun yarattığı koşulların en azından AB nezdinde büyük bir yer kapladığını gösteriyor. Tabii bunu söylerken, Kıbrıs sorununun AB’nin gündeminde kayda değer bir yerde olduğu veya bir çözüm konusunda artan bir motivasyonu bulunduğu iddiasında değilim. Kıbrıs, özellikle de mevcut konjonktürde, AB için öncelikli bir konu gibi görünmüyor. Ancak, raporda da ortaya konduğu üzere, Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğünden, buna bağlı olarak Türkiye’nin bir AB üyesi olan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımamasından kaynaklanan sorunların, çeşitli aktörler arasındaki ilişkileri olumsuz etkilediği, bölgesel işbirliği ve istikrarı engellediği, Türkiye-AB ilişkilerinin ve hatta NATO-AB ilişkilerinin gelişmesinin önündeki faktörler olduğu çok aşikardır. Sonuçta, Kıbrıs sorunu çözülmeden, sorunun taraflarından biri Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla AB üyesi olmuştur. İçinde siyasi bir çatışma barındırmasına ve bölünmüş olmasına rağmen AB üyesi olmuştur. Aynı zamanda, AB üyeliğine aday başka bir ülke de bu çatışmanın doğrudan müdahilidir ve taraflarından biridir. Bu bağlamda, aday ülke olan Türkiye’nin AB’ye yönelik yükümlülükleri veya AB ile geliştirmek istediği ilişkiler, bir AB üyesi olan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni de haliyle kapsamaktadır. Dolayısıyla burada birbirinin içine geçmiş ve birbirini karşılıklı olarak etkileyen süreçlerden bahsediyoruz. Bir süreçte gerçekleşecek olumsuz bir gelişme diğer süreci de olumsuz etkilerken, olumlu bir gelişme ise tam tersine ilişkileri dönüştürecek bir potansiyele sahiptir. Kıbrıs’taki durumun bir şekilde normalleşmesi ve elbette Kıbrıs sorununun çözümü, bir kilit taşı gibi Türkiye’nin hem bölgesel, hem de AB bağlamındaki ilişkilerini dönüştürebilir. Türkiye-AB ilişkilerinin gelişmesi de Kıbrıs sorununa mutlaka olumlu etki eder, ancak burada esas düğüm noktasının Kıbrıs’ta bir normalleşme ve çözüm olduğunu değerlendiriyorum. 

Röportaj Haberleri