Başarılı olmanın ölçütü nedir?
Çok çalışıp, zengin olmak mı?
En tepeye yükselmek için diğer insanların sırtına basmak; onları ezmek mi?
“Benden sonra tufan” anlayışıyla, sınırsız bir bencillik ve hırsla tüketmek mi?
Becerikli olup; önüne geleni becermek mi?
Yoksa, (atalarımızın İNSAN olma aşamasını yakalayabilmek için iki ayağı üzerinde durmasını hatırlayıp) DİK durabilmeyi zorlamak mı?
Çağdaş sosyologlardan İmmanuel Wallerstein’in, aydınlara biçtiği “üçlü görev” (Entelektüel, ahlaki ve siyasi görev) aslında herkes için geçerli olmalıdır…
Wallerstein, Entelektüel görevden kastettiği var olanı, durumu, gerçekliği eleştirel bir yaklaşımla analiz etmektir. Ahlaki görev, bugün öncelik vermemiz gereken değerlerin neler olduğuna karar vermekle ilgili görevdir. Siyasi görev ise dünyanın, toplumun var olan düzenden, sistemden daha iyi bir düzene, sisteme geçişe nasıl müdahil olunabileceğine, nasıl katkıda bulunulabileceğine dair siyasi görevdir.
Başarılı olmanın ölçütü, İNSAN olmanın gerektirdiği bu görevler için çaba göstermektir…
İnsanlığımızı hatırlamak; insan olmaktan ne kadar uzaklaştığımızı anlamak için hep kötü olayları bekleriz ne yazık ki!...
Çevresel etkenlere kapılıp; dar grupsal çıkarların önde tutulduğu; hırsa dayalı siyasi yapılanmaların ve “toplumsal kurallar” denilen dayatmaların esiri olduğumuzu fark etmeyiz genelde...
Adına “Sürü demokrasisi” diyebileceğimiz, bir sistem içerisinde, verili olanla yetinip; sorgulamaktan kaçınır; “çoban siyasetçilerimizin” peşinden meleye meleye uzaklaşırız insanlığımızdan...
Çevremizde hep “düşmanlar” dolanır!.. Korku üzerine kurulan baskıcı (siyasi/toplumsal) sistemin bir parçası olmaktan gurur bile duyarız hatta... “Robot vatandaş” aidiyetinin gölgesinde olmak; dava masallarıyla uyumak bizi rahatsız etmez...
Birbirlerinin şovenizmiyle beslenen liderlerin peşinde, “düşman” topluluklara karşı durmayı “vatanseverlik” sayar da; “insan sevgisinin bunun neresinde olduğunu sorgulamayı aklımızın ucundan bile geçirmeyiz... Öteki’ni aşağılarken, kendi insanlığımızı da aşağıladığımızı; İçimizde büyüttüğümüz nefret tohumlarının insan yanımızı boğacağını düşünmek bile istemeyiz...
Üretmekten çok tüketmek daha anlamlı gelir bize... Kendimiz için demokrasi yeterlidir!.. Sürünün içinde olmsa da, sürü olarak özgürlük; sürü olarak bağımsızlık; sürü olarak adalet isteriz... (Kim verecekse ?!!!)
Kendi yarınımızı, çocuklarımızın geleceğini düşünme adına; sonradan gelecek nesillerin yaşam hakkını yok sayarken, insanlığa karşı suç işlediğimizi düşünmeyiz...
“İki ağaç kesmekten; bizim dışımızdaki doğal hayatı azacık yok etmekten ne çıkar canım!.. Varsın ozon delinsin(ben mi düşünecem... delenler deldiği gibi yamasın!); varsın yağmur ormanları azalsın; varsın küresel ısınma alsın başını gitsin (iki klima daha takar serinlerim, ne olacak?!)...
Birileri gelen geçen gemilere Petrol satacak (Onların atıklarını da depolayacak)diye bir iki FOK rahatsız olacakmış, ne çıkar?
Her şeyi da ben düşünecek değilim ya!!.. Bana mı kaldı dünyayı kurtarmak?.. Biraz da büyüklerimiz düşünsün...
Hem bize soran kim?...”
Bize soran, insan yanımızdır...
İnsan yanımıza azacık daha çok kulak verip; yüzümüzü ona dönersek; insan olduğumuzu hatırlamak için ölümün kıyısına gelmeyi beklemek zorunda kalmayız...
İNSANIN KURDU
İncirin ballı torbacıklarına benzer
kurdu da...
Asma kurdu, yaprağının rengine...
İnsanın kurdu insandır derler ya,
aldırma!...
Herkesin içinde saklanır
kendi kurdu...
Kuşkucu olanı, ruhta saklanır
bürünüp hayalet kılığına...
Kötülük kurdu, beyin kıvrımlarında
kemirir durur düşüncelerimizi...
Kalp kapakçıklarında,
oynaşır, iyilik kurdu
her atışta duyarsınız
sevinç çığlıklarını...
Sevgi kurdu gözlerde ışıldar,
gözyaşıdır düşmanı...
Aşk kurdu, kirpiklerimize benzer
ok gibi asılır,
gergin kaşların altına...
Derimize benzeyen
ölüm kurdunun
kölesidir hepsi de,
kemirirler yaşamı
herbiri kendi yerinden...
Ocak 2007
Tamer Öncül