Tarihsel Yasalar mı, Tarihsel Süreçlerin Mantığı mı?

Hakkı Yücel: İngiliz Marksist Tarihçi Eric Hobsbawm’ın ölümünün (1.10.2012) ardından yazdığım yazıya başlamadan önce üstadın kimi eserlerini yeniden karıştırmış, bu arada Komünist Tarihçiler Grubu’nda birlikte çalıştıkları E.P.Thompson’u

 

 

                                                                                              Hakkı Yücel

                                                                                     yucelh@kibrisonline.com

 

 

İngiliz Marksist Tarihçi Eric Hobsbawm’ın ölümünün (1.10.2012) ardından yazdığım yazıya başlamadan önce üstadın kimi eserlerini yeniden karıştırmış, bu arada Komünist Tarihçiler Grubu’nda birlikte çalıştıkları E.P.Thompson’un “Teorinin Sefaleti” (Alan Yayıncılık) kitabına da göz gezdirmiştim. Hobsbawm ile Thompson arasındaki ilişki ileride hep sürecek olsa da, ‘Komünist Tarihçiler Grubu’ ve ‘Britanya Komünist Partisi’ndeki birliktelikleri, Sovyetlerin 1956 Macaristan işgalinin ardından sona ermişti. Bu tarih, Batı solunun kendisinde olduğu kadar, Thompson’un gerek tarihçilik ve gerekse entelektüel-politik hayatında önemli bir kırılma noktasıydı. Öyle ki, bu kırılma anına kadar partide hâkim olan ve genelde o dönem evrensel solunun da büyük bir kesimini kuşatan Stalinist anlayışa karşı muhalefetini sürdüren ve ısrarla “Sosyalist Hümanizma” diye nitelendirdiği bir siyasi tavrın teorik-politik çerçevesini çizmeye çalışan Thompson, mutlakiyetçi otoriter sol ortodoksiye şimdiden sonra çok daha net bir biçimde karşı duracak, bu alanda önemli açılımlar sergiliyecekti. Onun kült eseri olan “İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu” (İletişim Yayınları) ve bir bakıma bunu tamamlayan “Teorinin Sefaleti” kitapları bu bağlamda ses getirirken, henüz İki Kutuplu Dünya’nın ve Soğuk Savaş yıllarının hüküm sürdüğü bir dönemde sergilediği  -aynı anda kendisini de eleştirinin merkezine koyan- bu sol eleştirel tavrın anlamı daha da bir önem kazanıyordu. E.P.Thompson’u şimdi yeniden hatırlıyor olmamın sebebi biraz da bu. Bugün itibarıyla arkasında bıraktığı tarihsel mirasla yüzleşme içinde olan, köklü bir değişim sürecinin yaşandığı günümüz dünyasının gerçeklerini kuşatacak ve onu geleceğe taşıyacak yeni teorik-ideolojik-politik arayışlarını sürdüren Sol’un, kendi geçmişinden çıkaracağı dersler var.

 

Thompson’un biri 60’ların başında Perry Anderson’a, diğeri ise 70’lerin ortalarında Althusser’e yönelttiği  -Anderson’a “İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu”,  Althusser’e ise “Teorinin Sefaleti” kitabında-  eleştirel görüşleri, bir Marksist olarak onun gerek tarihyazımındaki yaklaşımını ve metodolojisini ortaya koyması  ve gerekse mutlakiyetçi ortodoks solu hedef alan teorik kapsamlı eleştirel açılımlarını içermesi bakımından büyük önem arz ediyor. (“Teorinin Sefaleti” kitabının 1994 tarihli birinci baskısında yer alan ve bu yazıya da ilham veren Serdar Turgut imzalı “Karşı Koyma”cı Geleneğin Aydını: E.P.Thompson” başlıklı kapsamlı giriş yazısı, bu konuda geniş bilgiler içeriyor). Thompson’un, Anderson’un İngiliz tarihiyle ilgili olarak yazdığı “Bugünkü Krizin Kökenleri”  başlıklı çalışmasına yönelttiği ve “sol düşüncenin yakın tarihi içinde bugün hâlâ süregiden, en şiddetli tartışmalardan biri”nin başlamasına vesile olan eleştirisi “onun -(Anderson’un,hy.) çalışmasında kullandığı yöntemle ilgilidir.”    Özetle söylediği şudur: Anderson söz konusu çalışmasında “Fransız Devrimi ve sonrasındaki gelişmeleri inceleme yoluyla ‘tipik’ bir model” oluşturmuştur ve “bu modele ait kavramlarla İngiliz tarihini incelemeye çalışmakta ve buradaki özgül gelişmeler modele uymadığı için de bu tarihi eleştirmek”tedir. Bir başka ifadeyle Anderson mutlakiyet atfettiği ve doğruluğundan emin olduğu modelini -bunu teorinin mutlaklaştırılması ve aşkın kılınması olarak anlamak ve okumak mümkündür- bir bakıma zorla İngiliz tarihinin üzerine giydirmeye çalışmaktadır. Thompson bu zorlamaya “İngiltere’de olayların bir türlü, Fransa’da ise başka türlü geliştiğini, aradaki farkın önemli olup, değişik geleneklerin oluşmasına neden”olabileceğinin kabul edilmesi gerektiği gerekçesiyle karşı çıkmakta ve şu sonuca varmaktadır: “(....)bu özgül güç dengelerine ve ondan kaynaklanan gelişmelere eğer modelde yer yoksa, o zaman modeli reddetmek gerekiyor, gerçek tarihi değil.”  Kanımca bu tespit solun  geleneksel -onu ortodoksiye boğan, bir dogmaya dönüştüren-  hastalığını ortaya koyması bakımından önemlidir ve o hastalık da teorinin -ya da teorik modellerin- bütün zamanlar ve durumlar için geçerli olduğu biçiminde mutlaklaştırmasıdır. Burada şunu hatırla(t)mak gerekir ki Thompson’un Anderson’da karşı çıktığı teorik çözümlemede bir ‘model’ oluşturulması değil, oluşturulan ‘model’in mutlaklaştırılması, ya da ‘model’ ile yaşanan süreç -tarihsel gerçeklik- arasındaki dinamik ilişkinin göz ardı edilmesi, aralarında kurulması gereken diyaloğun es geçilmesidir. “İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu” kitabında Thompson -başlıktan da anlaşılacağı üzere- “sınıf’ın kendisi bir şey değil bir oluşumdur” derken, kategorik ve mutlak bir tanımlama yapmaktan ziyade, tarihsel süreçle teorik ‘model’ arasındaki dinamik ilişkiyi ortaya koymaktadır.

 

Thompson’un Althusser’e yönelik eleştirilerinde temel hareket noktası ise, onun Marksizm’in indirgemeci yorumunun (mekanik altyapı-üstyapı yorumunun) artık tıkandığı tespitinde bulunurken, bunun karşısında geliştirdiği teorik alternatifin, bu kez de tarihsel süreci -tarihsel gerçekliği- tümüyle göz ardı etmiş olmasıdır. Bir başka ifadeyle Althusser’in teorik yorumunun tarihsel gerçekliği -süreci- adeta yok kertesine indirgemesi, onun yerine “teorinin yarattığı bir tarihsel gerçeklik” in var olduğunu iddia edecek kadar teoriyi hayattan koparması,  tarihsel süreçle teori arasındaki doğrudan ilişkiyi ve aralarında kurulması gereken diyaloğu ortadan kaldırmasıdır.  Thompson’a göre Althusser’in ortaya koyduğu teorik modelde insanın mevcut “üretim ilişkilerinin belirleyiciliğindeki özgün bileşimden oluşan üretim biçiminin ve ekonomik, siyasal ve ideolojik pratikleri kapsayan toplumsal formasyonun, kendisine uygun gördüğü rolleri yerine getirmekten, bu rollerin ‘taşıyıcısı’ olmaktan başka bir fonksiyonu yoktur.”  Böyle olduğu içindir ki ona göre “Marksizm teorik bir anti-hümanizm” ve de tarih “öznesi olmayan bir süreçtir.” Bu noktada Thompson Althusser’e yönelik olarak eleştirilerini dile getirirken onun “model ile gerçeklik arasında sürekli diyalog kurulmasını ve modelin ‘olgusal denetim’ altında tutulması gereğini” göz ardı ettiğine vurgu yapmakta ve bu ilişkinin dikkate alınmamasının, teorinin ‘verili olanı’ es geçen ve salt ‘olması gereken’le yetinen zafiyetine işaret etmektedir. Sonuç itibarıyla söylediği şudur: “İnsanlar arası ilişkilerde nedensellikler tespit edilebilir, ama bu hiçbir zaman modelin tespit ettiği ‘olması gereken’ ile tam bir benzerlik göstermeyecektir, yani tarihsel kanunlar yoktur, ancak tarihsel süreçlerin mantığı vardır.”     

 

Bu yazı kapsamında Thompson’la sınırlanan , ancak özellikle 20.yy ortalarından itibaren farklı örnekleriyle -örneğin Frankfurt Okulu- ve farklı boyutlarıyla hız kazanarak geliştiği gözlenen sol düşünce kapsamındaki eleştirel anlayışın, o dönemler itibarıyla henüz yeterince bir karşılık bulmasa da, aslında sol adına bir gereklilik olduğu, özellikle bugün gelinen nokta göz önüne alındığında daha kolay anlaşılacaktır. Burada şunu hatırla(t)mak gerekmektedir: Marksizm ekseninde bu tartışmaların yaşandığı dönemde ve öncesinde, dünya henüz ‘İki Kutuplu’ varlığını korumaktadır ve de ‘Soğuk Savaş’ mantığı yürürlüktedir.  Daha da önemlisi modern zihniyetin epistemolojisi (bilgi teorisi ve felsefesi) büyük oranda geçerlidir ve bunun da zemininde ‘pozitivizm-pozitivist anlayış’ yer almaktadır. Bu anlayışın belirgin özelliği ise, Etyen Mahcupyan’ın “İdeolojiler ve Modernite” (Patika Yayınları) başlıklı çalışmasında da ifade ettiği gibi “gerçekliğin tek olduğu, gerçekliğe ulaşma yönteminin tek olduğu ve bu yöntemin tek bir ilerleme çizgisi yarattığı” yaklaşımını esas almasıdır. Pozitivist anlayışa göre “dış gerçeklikle insan zihni arasında mutlak ve tek yönlü bir ilişki” söz konusudur  ve aynı anlayış “doğaya ve topluma dışsal yasalar ve dolayısıyla bir düzen atfetmekte ve kendi yönteminin bu düzeni aynen yansıttığını ileri sürmektedir.  Hal böyle olunca da ‘tarihin yasaları’ üzerinden kurulacak ‘nedensellik ilişkisi’ bize yanılmaz bir biçimde tarihsel gerçekliği (doğruyu) sunabileceği gibi, bu doğrulardan hareketle tarihin varacağı yeri öngörmemiz de mümkün olacaktır. Son kertede bir mutlakiyeti ve kesinliği ifade eden ve modern zihniyet dünyasının sınırlarını çizen bu anlayışın, modern dönemin ideolojilerini de kuşatması kaçınılmazdır ve zaten öyle de olmuştur. Bu durum sol ideoloji için de geçerlidir. Nitekim dünyayı anlamayı ve anlarken değiştirmeyi ön gören ve buradan önermelerde bulunan Marksizmin, onu salt bir ideoloji kertesine indirgeyen ve ‘mekanik yorumu’ olarak nitelendirilen, ‘determinist-indirgemeci’ biçimi, tam da böyle bir malûliyeti taşımaktadır. Böylesi bir mutlakiyetçilik ve kesinlikle malûl solun ise sonuç itibarıyla düşünce alanında bir sığlığa ve kolaycılığa, siyasal alanda otoriter, dayatmacı ve sadakati talep eden hiyerarşik bir yapı(lanma)ya ve entelektüel alanda ise kendini tekrar eden bir konformizme mahkûm olması kaçınılmazdır.

 

20.yy.ın ortalarından itibaren hâkim epistemolojik anlayışın esnemeye ve farklı arayışlara yönelmesiyle solun içinde kendisine yönelik olarak başlayan eleştirel tartışma süreci, yüzyılın sonu itibarıyla yaşanan büyük altüst oluşlardan sonra artık bir zorunluluk halini alacaktır. Şundan ki, tarihin kendine içkin gerçekliği bir çırpıda ele veren ve ona yanılmazlık/kesinlik atfeden yasalarınının olmadığı, aksine bir ihtimaller ve seçenekler çokluğu içerdiği; keza ileriye doğru vektörel bir gelişim seyri izlemediği artık açığa çıkmıştır. Bu bağlamda sol düşünce-ideolojinin tarihsel süreçleri zamandan bağımsız açıklayacak her dönem için geçerli mutlak modellerinin olmayacağı, tarihsel süreçlerin dinamizmi ve değişkenliği karşısında yeni açılımların sergilenmesi gerekeceği; yine sol siyasal örgütlenmelerin dikey anlamda derinleşen ve yukardan aşağıya işleyen otoriter hiyerarşik yapısının yeni dönemin koşullarını gözeterek, hem dikey hem de yatay anlamda genişleyen, daha kucaklayıcı demokratik-katılımcı yapısal değişime uğraması gerekeceği ve nihayet sol düşüncenin entelektüel arka plânının da kendisini yenileyerek yeni referans kaynakları yaratmasının da bir gereklilik olduğu bir döneme girilmiştir.

 

Modernitenin zihniyet kalıplarının ve siyasal yapılanmalarının çözülmeye başladığı bu dönemde, onun zihniyet dünyasının içinden bakan ideolojilerin, geniş ölçekli ortak toplumsal talepleri ve ihtiyaçları karşılayacak çözümler üretemediği aşikârdır.  Bu kaotik geçiş döneminde, solun yaşadığı çıkmaz nedeniyle ön alan liberalizmin ise sorunları çözebileceği iddialarının aksine yeni ekonomik-siyasal-ahlâki sorunlar ürettiği de ortadadır. İşte tam da bu nedenledir ki, yaşanmakta olan tarihsel sürecin fırsatlar sunan dinamik mantığını gözeten, vazgeçilmez değerleri özgürlük-eşitlik-adalet ve ahlâk temelinde kendini yenileyen, siyasal-toplumsal ve entelektüel düzeyde bu özgüveni ve cesareti göstererek, bu sürece etkin bir şekilde müdahil olacak yeni bir zihniyet dünyasının öznesi olmayı başarabilen yeni bir sol, bugün ve gelecek için hâlâ göz ardı edilemeyecek ciddi bir seçenektir.

 

Bu özgüveni ve cesareti gösteremeyen sol ise ya her taşın altında emperyalizmi yeniden keşfetmeye ve komplo teorileri ile yetinmeye devam ederek giderek marjinalleşecek ya da

öznesi olamadığı tarihsel sürecin hükmüne tabi nesnesi olarak sürüklenecek ve kendinden uzaklaşacaktır. 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri