Sekiz yaşında Şeher’e geldiğim günden beri yazıyorum. Önce çocukça, sonra, öğrendikçe, kültürümüzü, bize ait yaşantıları, gök kubbeye saldığımız onca sedayı… Gelenek ve göreneklerimiz, masal, fıkra, söylence, eski düğün, bayram, sinema ve tiyatrolarımız… giyim kuşam, şarkı-türkü ve manilerimizi…
Sözlü kültürümüzden – yazılı kültürümüze… bize ait her şeyi…
Osmanlı Dönemi – hatta daha da öncesi… İngiliz Dönemi ve şimdilerden...
Yerelden – ulusala ve Evrensele ulaşan o uzun yolun yolculuğunda…
BİZ KIBRISLILAR…
Haşmet Gürkan’ı, önce ‘doktorum’ sonra da ‘dostum’ olarak tanımak, hayatımın artılarından biridir…
Ondan, o kadar çok şey öğrendim ki!
Bazen onu çok özlediğimde, kitaplarını karıştırır sanki onunla sohbet etmiş gibi olurum… Geçen gün yine böyle bir buluşmada, ilk okuyuşumda altını çizdiğim Kıbrıslılarla ilgili bir bölümü, sizlerle de paylaşmak istiyorum.
Kıbrıs’ın, İngiliz Sömürgesi olduğu dönemlerde – doğal olarak – İngiliz Krallık Yönetimine yıllık raporlar sunulurdu o zamanın Kıbrıs’taki İngiliz Yüksek Görevlilerince. İşte, bunlardan biri – 1862 yılının son ayında – Kıbrıs İngiliz Konsülü’nün, Büyük Britanya Diş İşleri Bakanlığı’na gönderdiği yıllık raporun bir bölümü:
“Kıbrıslılar, sessiz ve sakin tabiatlıdırlar. Dost canlısı ve misafirperverdirler. Gözle görülür biçimde eğlenceden hoşlanırlar; fakat, doğuştan tembel olup, aylaklığa eğilimlidirler! Zamanlarının önemli bir bölümünü kahvehanelerde ve adanın çeşitli bölgelerinde kurulan panayırları sık sık ziyaret ederek ziyan ederler. Günlük yaşamlarında tutumlu ve ılımlıdırlar. Kepekli un ekmeği, peynir, zeytin ve sebze köylülerin doğal gıdalarıdır. Yine de şarabın bol ve ucuz olması nedeniyle, sarhoşluk yaygındır. Eşkıyalık, hırsızlık ve cinayet olaylarına hemen hemen hiç rastlanmaz adada.
Halkın, tesis edilmiş otoriteye karşı muhalefeti ve siyasal tepkisi yok denecek kadar azdır…” (Bu günkü durumumuzu değerlendirmeyi de size bırakarak sürdürüyorum yazımı…)
Ahh LEFKOŞAM… ŞEHERİM
Kıbrıs’la + ülkemle ilgili bir yazı yazacağım da, içinde Lefkoşa, Şeherim yer almayacak. Olası mı bu… değil kuşkusuz…
Hele de o eski Lefkoşa’nın… Şeherin tadı bir başkaydı…
Duyardık ama somut olarak da bilir, yüreğimizle de dokunurduk. Özellikle de ilkokul çocuklarının haftada bir “çevreyi tanımak” bakımından, uygun bir yerde – hısaraltı vb – piknikle noktalanan bir geziye götürürlerdi. İşte o günlerden başlamıştık yaşadığımız bölgeyi öğrenmeye hem de çok iyi öğrenmeye; çünkü görmekle kalmıyor, onun ertesinde, tarihiyle, coğrafyasıyla, resmiyle ve kompozisyonu ile konuyu işliyorduk. (Şimdiki çocuklar – okullar diye devam etmek istemiyor, onu sizlere bırakıyorum.)
***
Evet, devam edeyim: Eski Lefkoşa’ya üç kapıdan girilirmiş: Mağusa, Girne ve Baf kapısı. Belli bir saatte, geceleyin, bu kapılar kapanır, sabah güneş doğumundan önce açılırmış. Araba falan ne arardı ki… Tüm ulaşım hayvanlarla – özellikle de - eşek ve develerle yapılırmış.
Böyle olunca da, neredeyse öğle sularına kadar, belediyenin görevlileri yollardaki hayvan gübrelerini temizlermiş. Yollarlın çoğu ise toprak yolmuş.
Bizim çocukluğumuzda da yerinde duruyordu; Girne Kapısı yanında bir ara Mücahitler Parkı olan yerde,her Cuma ‘Hayvan Pazarı’ kurulurdu. Yine hatırlarım, Girne Kapısı Atatürk Büstü’nün karşısında, AKM ve okulların bulunduğu yer mezarlıktı. Dikilitaş’ın çevresi topraktı. Bayram yerimiz, Hayvan Pazarı’nın kurulduğu Mücahitler Sitesi’nin olduğu yerdeydi. (Daha önceleri Sarayönü’nde imiş. Daha sonra ise Çağlayan Bölgesi’ndeydi.)
Öğleden sonraları, belediye arabaları toprak yolları sulardı. Girne Kapısı’ndan Sarayönü’ne kadar kahveler vardı. Muzaffer’in Kahvesi, Söğüdün Kahvesi, Mısırlızade’nin, Mullasan’ın Kahvesi. Polisin avlusunda servi ağaçlarının altında serinde, nargileler içilirmiş.
Bizim zamanımızda, Çağlayan Bölgesi’nde olduğu gibi çocuklar, hurma dalına dizilmiş yaseminleri tepsilere sıralayarak satarlarmış. Yakalar açık, göğüste çiçek, kafalarda fes, elde nargile çok farklı bir alemi sergileyen amcalara… Muhallebiler, köfteler, galonbramalar, çıtır pıtırlar, minare külahları (ezilmiş şekerli leblebi), elmalı şekerler, kesme şekerler seyyar satıcılar tarafından satılırdı.
1930’lara kadar, Köşklü Çiftlik’te tek bir ev yoktu. O bölgenin bir bölümünde ağıllar, debbağlar, bahçeler vardı…
***
Ondan sonrası mı…
Ben ondan evvelini anlatmayı sürdüreceğim…
KIRMIZI ENTARİM
Kırmızı bir entarim olmadı hiç çocukluğumda
savaş yıllarıydı, can derdi işte
herşey kuponlaydı ama para nerde…
O yüzden alacaydı entarilerim hep
annemin dokuduğu / pek sevmezdim o zamanlar
şimdi düşünüyorum da, ne güzeldiler.
ama hep kırmızıdaydı benim aklım… hep…
O yüzden, kırmızı mektuplar bekledim gençlik sevdalarımdan
İçimde biriken fırtınaları erteleyerek…
Sonra, kırmızı kapaklı soluk bir albümde
kaldı her şey. O da 63’te yağmaya karışıp gitti…
Bazen bir şarkı ıslatır içimi çok eskilerden
kenarı yırtık bir fotoğrafla birlikte
karabulutlar kaplar her yanı birden
sırılsıklam olurum daha yağmur şiddetlenmeden…
Neriman CAHİT
AŞKIN HALLERİ
“Aşkın Halleri” alt başlık olarak “Tadımlık Aşk Hikayeleri” adıyla, Özlem Türker Eruygur tarfından yazılmış. Önsöz’ü yok. “İçindekiler”
Yüz dört sayfalık kitabın son sayfasında, Özlem T. Eruygur’un, Tokat’ta doğduğu ama üniversite eğitimine ‘Kıbrıs Öğretmen Koleji’nde başladığı… geri kalanını da’ Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Rehberlik ve Danışmanlık Bölümü’nde tamamladığı vurgulanıyor…
İlginç bir olguyu da yazayım: Bu onun “Yamalı Yürekli Aşk” – (2012) ve Aşkın Halleri – 2012 kitaplarından sonra aynı yılda üçüncü kitabı…
Ve, bir de inadı var yazarın:
“Eğer Siz, okuyacağınız bunca şeyden sonra hala aşkın gözüne giremezseniz şunu bilin ki, o, sizi görene kadar ben, inatla burada bekliyor ve yeni aşk hikayeleri yazmaya devam ediyor olacağım…”
Son söz olarak: Ben bu kitabı beğenerek okudum… Lütfen siz de deneyin, beğeneceksiniz…