MEYDANLARIN ANLATTIĞI…

Şık ve pahalı Strasbourg’dan sonra Noel heyecanının henüz hissedilmeye başlandığı Budapeşte fazlasıyla mütevazı, ama bir o kadar sıcak ve cana yakın geliyor insana. Fark büyük. Acılı bir tarihin yükünü omuzlarında taşıyan Macarlar, hiç de aşina olma

 

Şık ve pahalı Strasbourg’dan sonra Noel heyecanının henüz hissedilmeye başlandığı Budapeşte fazlasıyla mütevazı, ama bir o kadar sıcak ve cana yakın geliyor insana. Fark büyük. Acılı bir tarihin yükünü omuzlarında taşıyan Macarlar, hiç de aşina olmadığımız dillerine rağmen sanki bize çok daha yakın ve tanıdık görünüyorlar.

Her yurtdışı kaçamağında olduğu gibi, Budapeşte’de de ara sokaklardan dolaşarak giriyorum meydanlara. Genellikle kentlerin vitrin muamelesi yaptığı ve çoğu kez arka sokakları yok saydığı meydanları, hayatı okumak için güvenilir kaynak olarak görmem. Her meydan, aslında kent ayıplarını örtmek için değerlendirilir zira…

 Hiçbir arka sokağın olmadığı, olamadığı, olamayacağı kadar şık, zengin ve özgürdür meydanlar. Hayat, meydanları tekzip edercesine yaşanır arka sokaklarda… Kent yoksullarının, emekçilerin, gençlerin ve her türden ötekilerin en güçlü itirazlarını duyurmak için hep kent meydanlarını seçmelerinin nedeni belki de budur. Resmi görüntünün gayrı resmi gerçeklik tarafından tekzibi!...

Belki yakın tarihinin kişisel tarihimle kesişmesinden dolayı Budapeşte, Strasbourg’dan çok daha fazla etkiledi beni bilmiyorum. Budapeşte sokaklarında neredeyse adeta kazınarak silinmiş “sosyalist” dönemin izlerinin peşine düşerken halkların otoriter rejimler karşısında verdikleri özgürlük mücadelesinin bazen ne kadar kafa karıştırıcı olabileceğini fark ediyorum.

Elbette bu benim kafa karışıklığım… Tıpkı şimdi Ortadoğu’da diktatörlere karşı verilen mücadeleyi izlerken hissettiğime benzer şeyler hissediyorum otobüslerde, metroda karşılaştığım özellikle yaşlı insanların yüzlerini incelerken. 1956 ruhunu anlamaya çalışıyorum. Sözde bir “Halk Cumhuriyeti’nde” halkın özgürlük ve demokrasi için döküldüğü ve karşılarına dikilen Sovyet tanklarına direnmeye çalıştığı sokaklarda yürürken tüylerim ürperiyor.

Bugünün “Arap Baharından” on yıllar önce, Doğu Avrupa baharının filizleri acımasızca kırılmıştı. Macar devriminin CIA tarafından desteklenmiş olduğu bilgisi; reformcu Sosyalist Imre Nagy’nin önderliğinde işçilerin, gençlerin, rejimin tüm ötekilerinin özgürlük mücadelesini gölgelemeye yetmiyor.  Yeni sorunlar yumağında Macar Halkı için sosyalist dönem,hâla nefretle anılan karanlık bir çağ. Parlamento binası önünde eylem yapan bir avuç insanı izlerken, fotoğraf çektiğimi ve meraklı gözlerle izlediğimi fark eden yaşlı bir Macar’ın kulağıma eğilip tiksintiyle “Komünistler! Yeniden dönmeyi hayal ediyorlar ama bir daha asla!” deyişi sarsıcı. Göstericileri korkuyla karışık bir öfkeyle izleyerek geçip gidenlere bakarken de, parlamento binasını gezerken de, insanın içine işleyen gece soğuğunda sokaklarda yatanları izlerken de aklımı kurcalıyor bu soru: Nerede durmalı?

Macar halkının yıktığı sosyalizm, benim gençlik düşlerimin sosyalizmi değildi. Ama herhalde Macar devrimcilerinin kurmayı hayal ettikleri rejimin de yıkılan rejim ile bir alakası yoktu.

Otoriter, üstelik “hak cumhuriyeti” adıyla anılan bir rejimi yıkabilme cesaretini gösteren, bu mücadele sırasında büyük ölçüde yalnızlaşan Macar halkının ve diğer Doğu Avrupa halklarının özgürlük yürüyüşünde alınması gereken tutum ne olmalıydı ise, bugün Mısır’da, Suriye’de yaşananlar karşısındaki tutum da o olmalı sanırım.

“Yerine konacak” şeyin ne olduğuna bakmaksızın, öncelikle ve koşulsuz olarak özgürlük mücadelesini desteklemek. Sonra? Sonrasına dair yanıtı yine halkların kendileri verecek kuşkusuz.

Otoriter yönetimlerin, yakın tarihe bakıp da koltuklarında rahat oturabilmelerine şaşıyorum. İnsanlık özgürlükler konusunda ağır adımlarla mesafe alıyor gibi görünse de sadece benim kuşağımın tanık olduğu altüst oluşlara bakılırsa, adımların sıklaştığını görmek mümkün.

Kentlerin arka sokaklarındakiler, meydanlarda daha fazla boy gösterdikçe bu sık, küçük adımlar dolu dizgin bir koşuya dönüşecek elbet. Ve bu koşu, dünyanın kentleri dijital devrimle birbirine daha yakınlaştıkça daha da hızlanacağa benziyor.

Bir gün New York’ta başlayan bir şarkının sözlerini Londra’dan Budapeşte’ye, İstanbul’dan Lefkoşa’ya, Tahran’dan Pekin’e kadar duyacağız. Farklı dillerde ve tonlarda da olsa, aynı şarkıyı meydanlarda söylemeye başladığımız gün dünya bugünkünden daha güzel bir dünya olacak…

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri