Kuzey Kıbrıs’ta sisteme alternatif düşünmenin toplumsal ve ahlaki engellerini anlamak - 2 –

Mustafa Ongun: Bu memlekette hiçbir şey değişmez çünkü bizim insanımız goyun gibidir… Yukardaki alıntı benim dedemden tutun da, yaşıtlarım ve benden küçük yaştakilere kadar birçok insandan işittiğim bir sözdür

 

 

Mustafa Ongun

m.ongun85@gmail.com

 

 

Bu memlekette hiçbir şey değişmez çünkü bizim insanımız goyun gibidir…

 

Yukardaki alıntı benim dedemden tutun da, yaşıtlarım ve benden küçük yaştakilere kadar birçok insandan işittiğim bir sözdür. Bu sözün neredeyse bir atasözü haline gelmesi, Kıbrıs’ın kuzeyinde değişim için alternatif üretmeye çalışanlar olsa dahi bu çabanın boş bir çaba olduğu manasına gelmektedir. Alıntıladığım bu sözü her duyduğumda, kendi kendimize ırkçılık yapıyor olduğumuzu ve “acaba neden koyun gibiyiz sorusunu” ciddi anlamda sormaktan ısrarla kaçındığımızı düşünüyorum. Hiçbir topluluk ve insan özünde koyun gibi değildir. Her insan ve her topluluk değişmeye, otoriteyi sorgulamaya ve alternatifler üretip sürüden ayrılmaya (ve hatta başka sürüler oluşturmaya) doğası gereği yatkındır. Değişemememizin veya alternatif üretmememizin sebebi “goyun” gibi olmamızdan ziyade - değişmesi çok da zor olmayan - bazı toplumsal ve ahlaki yapılarımızdır.

Okuyanların hatırlayacağı üzere, geçen haftaki yazımda değişmemizi ve alternatif üretmemizi engelleyen bu toplumsal ve ahlaki yapılarımızı irdeleyecek bir yazı dizisine başlamıştım. Yazıda bu etkenlerden belki de en önemlisinin muhafazakarlık olduğunu iddia etmiştim. Bu muhafazakar yapının ise iki ana kaynağı üzerinde durmuştum. Kaynağın birini, aile, okul ve iş yeri gibi kurumlarda otoritenin ve geleneğin sorgulanmaması olarak tanımlamıştım. İkincisini ise genel olarak eğitimde, spesifik olarak ise üniversitelerimizde var olan anti-entelektüel karakter olarak özetlemiştim. Yazının sonucunda ise bu iki kaynaktan beslenen muhafazakarlığın alternatif üretmemizi engelleyen en önemli etkenlerden biri olduğunu iddia etmiştim. Daha sonra ise alternatif üretmemizi engelleyen muhafazakarlık dışında bir başka nedenden daha bahsetmemiz gerektiği üzerine durmuştum. Bu nedeni de pragmatist ahlaki yapı olarak belirlemiştim.

Geçen yazıma yönelik aldığım geribildirimlere dayanarak pragmatist ahlaki yapıya geçmeden önce, bu yazıda muhafazakarlığın kaynaklarını biraz daha derinlemesine incelemek gerektiği sonucuna vardım. Bu nedenle, bu yazı da bir önceki yazı gibi Kuzey Kıbrıs’ta muhafazakarlığı besleyen temelleri ve bu temellerin alternatif üretmedeki eksikliğimiz üzerindeki etkisini açmak niyetinde olacaktır.

Ailede muhafazakarlık

Bir önceki yazıda da belirtildiği gibi muhafazakarlık, Edmund Burke’un ortaya attığı biçimi ile hâlihazırda var olan geleneğin, ahlakın, otoritenin ve kurumların muhafaza edilmesi (veya muhafaza edilme isteği) olarak anlaşılabilir. Bu tanımlamadan yola çıkacak olursak, ailedeki muhafazakârlığı anlamak için ilk önce bu kurumda halihazırda var olan ve korunmaya çalışılan geleneğin ve otoritenin ne olduğuna bakmak gerekiyor. Dürüst olmak gerekirse, aile kurumumuzda baskın olan gelenek erkeğin otoritesine dayalı, cinsiyetçi bir gelenektir. Aile kurumu önemli bazı değişimlerden geçse de, geleneksel olarak kocalar eşlerinden daha akıllı, daha özgür, daha sosyal ve psikolojik olarak daha güçlü olarak algılanmaktadır. Benzer bir gelenek ailedeki çocukları algılayış biçimimizde de görülmektedir. Erkek çocukları, sosyal, güçlü ve akıllı olarak algılanırken, kız çocukları erkekler kadar özgür ve sosyal olmaması gereken, kırılgan, duygusal ve muhtaç bireyler olarak algılanmaktadır.

Birkaç örnek vermek gerekirse, evli bir erkeğin arkadaşları ile birlikte meyhane, bar vs. alanlarda sosyalleşmesi çoğu zaman normal karşılanırken, evli bir kanının yanında kocası olmadan bunları yapması genel olarak pek hoş karşılanmaz. Aynı şekilde, kız arkadaşlarıyla birlikte olan erkek çocukları ile övünülürken, erkeklerle dışarıya çıkan kız çocuğu utanılacak bir şey yapmış gibi algılanmaktadır. Yani karşı cinsle olan iletişiminde özgür olan ve hatta olması gereken erkek çocukları iken, kız çocuklarının erkeklerle arkadaşlık yapması pek de iyi bir şey olarak algılanmaz. Aile kendini ilerici ve aydın diye tanımlasa bile, kız ve erkek çocuklarına ilişkin gelenek sorgulanmamaktadır - ve hatta sorgulanmaması gereken bir alanmış gibi de görülmektedir. Evdeki iş bölümünde de genel olarak gelenek (yani kadınların ve genç kızların ev işinden sorumlu olması, erkeklerin ise bu işlere karışmaması vs.) korunmaktadır.

Ailede bu türden muhafazakarlığa verilecek örnekler çoğaltılabilir. GaiLe’de Feminist arkadaşlarımızın yazılarını okuyanlar zaten bu verdiğim örneklerin çok daha fazlalarını bileceklerdir. Bu nedenle örnekleri çoğaltmaya pek de gerek yoktur. Baskın aile yapımızın geleneksel cinsiyetçiliği koruduğu, erkeğin otoritesini yıkmadığı, yani muhafazakar olduğu açıktır. Benim burada vurgulamak istediğim nokta, erkek-kadın ilişkilerindeki muhafazakarlıktan ziyade, bu mahafazakarlığın siyasi alternatifler üretme ve değişim üzerindeki etkileridir.

Bu bağlamda, buradaki esas iddia, ailedeki kadın ve erkek arasındaki pratik eşitsizliklere yönelik muhafazakarlığımızın, geleneksel anlamda daha güçlü olana - teoride eşit olsak bile - pratikte itaat edilmesi gerektiği fikrini bize empoze etmesidir. Ailedeki geleneğin sorgulanmaması günün sonunda bizi şu türden bir psikolojiye alıştırmaktadır: Geleneksel olarak daha özgür, daha güçlü, daha donanımlı olanı sorgulamadan kabul etmeliyiz. Güçlü olanın alternatifleri ile yetinmeli, kendi alternatiflerimizi üretmekten kaçınmalıyız… Politik meselelerde güçlü olanın alternatiflerini kabul etmeyenler, ailedeki muhafazakarlığı koruyarak aslında kendi politik duruşlarının tersine çalışan bir toplumsal ve ahlaki yapıyı beslemektedirler – ve bu kişilerin sayısı oldukça fazladır. Örneğin “Türkiye bizden daha güçlü, daha donanımlı”, “biz alternatif üretemiyoruz”, “adamlar üretiyor, onların alternatiflerini kabul etmekten başka çaremiz yok” gibi söylemlerin temelleri, ailedeki bu anlatmaya çalıştığım muhafazakarlık aracılığı ile atılmaktadır. Şimdi baştaki alıntıya gelecek olursak, bizi değişime kapalı, alternatif üretemeyen itaatkar bireyler haline getiren genetik özelliklerimiz değildir. Daha doğar doğmaz muhafazakar bir aile yapısı içine doğmamız bu hale gelmemizde sandığımızdan daha önemli bir etkendir.

Eğitimde Muhafazakarlık

Eğitimde muhafazakarlıktan bahsederken çoğumuz milliyetçilik veya dincilik gibi bir eğitim sistemini aklında canlandırmaktadır. Ancak eğitimde milliyetçilik ve dincilik dışında daha kapsamlı (yani iki sistemde de var olabilen) bir muhafazakarlık vardır. Bu türden muhafazakarlığı sanırım en iyi şekilde tabir edenlerden biri de Paulo Freire’dir. Freire için geleneksel eğitim öğrenciyi içi boş bir banka hasabı gibi düşünür ve bilgiyi öğrencinin kafasına para gibi yatırmaya çalışır[i]. Bu eğitim anlayışında eğitimci aktif iken öğrenci her zaman pasif durumdadır[ii]. Freire’ye göre bu eğitim sistemi genel olarak hakim olan geleneğin ve otoritenin kendini muhafaza etmesine yarar. Çünkü Freire’nin “bankacı eğitim” diye tanımladığı bu eğitim modeli, bireyi pasif hale sokarak onun toplumsal değişime katkı koymasını engellemektedir. Bunun nedeni ise bankacı eğitimin ezbere dayalı, eleştirel düşünceyi geliştirmeyen ve sorun çözmeyi zorlaştıran bir eğitim olmasıdır.

Bu bağlamda eğitim sistemimiz milliyetçi olması bir yana, özünde “bankacı eğitim”dir. Okul, çocukların öğretmenin verdiği bilgiyi ezberlemesi ve bu ezberi test edecek olan sınavları geçmesi üzerine temellenmiştir. Sınavlara ve ezbere bu kadar dayalı bir eğitim sisteminde alternatif üretmenin ve değişmenin bu kadar problemli olması aslında hiç de şaşırtıcı değildir. Günün sonunda, en azından Freireci bir yerden baktığımızda, ister dinci ister milliyetçi olsun, bizim benimsediğimiz eğitim sistemi değiştirmeye değil muhafaza etmeye yöneliktir.

Yazının başında yaptığım alıntıya tekrardan dönecek olursak, sanıldığının aksine bu memlekette bir şeyler değişebilir çünkü biz doğamız gereği alternatif üretmekten yoksun itaatkar bireyler değiliz. Biz, siyasi irademize sandığımızdan daha fazla etkisi olan aile ve eğitim yapımızı değiştiremiyoruz. Bu bağlamda yazıda anlatılanlardan çıkarılacak genel bir sonuç varsa sanırım o da şudur: Siyasi ve ekonomik alternatifler üretip bir şeyleri değiştirmek isteyenler, aileyi ve eğitimi bu değişimin temeline almadan başarıya ulaşamayacaklardır.[iii]

Bu noktada ailede ve eğitimde değişimin ne yönde olması gerektiği üzerine bir şeyler söylemek gerekmektedir. Ancak bunu yapmadan önce serinin ilk yazısında bahsedilen anti-entelektüel toplumsal yapı daha derinlikli bir biçimde ele alınmalıdır. Bunun nedeni ise anlatmaya çalıştığım muhafazakarlığın devam etmesini sağlayan özelliklerden birinin de anti-entelektüel yatkınlıklarımızdır. Bu yatkınlığın özellikle üniversiteler ile olan ilişkisi üzerine daha derinlemesine bir şeyler söylemek gerekmektedir. Bu nedenle bir sonraki yazı bu konuyu temel alacaktır…

(Devam Edecek)



[i] Freire, Paulo. Pedagogy of the Oppressed. London: Continuum, 2007.

[ii] Freire, Paulo. Pedagogy of the Oppressed. London: Continuum, 2007.

[iii] Bu açıdan baktığımızda, Kıbrıs’ta alternatif üretmeye en fazla katkı koyanlar belki de eğitimde radikal değişim talep eden ve uygulayan eğitimciler ile ailede muhafazakarlığı dışlayan feministlerdir. 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri