“Kıbrıs’ın üzerine karanlığın çökmesi için uğraşıldı”

Timur Soykan, son dönemde haberleri, kitapları ve sürekli gözaltına alınmasıyla Türkiye’de en çok konuşulan gazetecilerden biri haline geldi.

Simge ÇERKEZOĞLU

Timur Soykan, son dönemde haberleri, kitapları ve sürekli gözaltına alınmasıyla Türkiye’de en çok konuşulan gazetecilerden biri haline geldi. Son olarak kurdukları Onlar TV ile yeni nesil haberciliğin nasıl yapılması gerektiğine iyi bir örnek oluşturuyor. Ancak Soykan, hâlâ “Ben muhabirim” diyecek kadar acemi, “Hiç kimseye güvenmiyorum” diyecek kadar cesur ve “Makara ile gazeteye haber yetiştirmeye çalıştığımız günleri hatırlarım” diyecek kadar da tecrübeli bir gazeteci. Kadıköy’de Bahariye Caddesi’nin paralelinde, Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde buluşuyoruz. Görüşebileceğimiz en anlamlı mekân olarak burayı tercih ediyorum. Mehmet Aksoy’un “Nazım Hikmet Hapiste” başlığıyla anılan heykelinin gölgesinde sohbetimizi gerçekleştiriyoruz. Heykelde yer alan söz durumumuzu özetliyor: “Mesele esir düşmekte değil, teslim olmamakta — bütün mesele.” Her şeye rağmen Soykan, Türkiye’nin üzerindeki karanlığın dağılacağına dair umudunu koruyor. Kıbrıs’ta halkın kendi tercihlerini yapmasının önemine değinirken, bunun demokrasinin en temel şartı olduğunu hatırlatıyor. Sözlerini şöyle tamamlıyor, “Anladım ki, milliyetçilik, faşizm, emperyalizm olmasa, halklar barış içinde çok güzel yaşarlardı.”

“Türkiye aklını yitirmiş bir noktada”

Timur Soykan’la sohbetimize gazetecilik mesleğini konuşarak başlıyoruz. Gazeteciliği seçmesinin temelinde, gerçeği söyleyebilme gücü yatıyor. Ancak geldiğimiz noktada Türkiye’de gazeteci olmak, kapkaranlık bir yerde kendine yol bulma çabasına dönüşmüş durumda. Ben kapkaranlık bir yerde kalsam herhalde gökyüzüne bakmayı denerdim; belki de bu yüzden, onun sözlerinde de umut  arıyorum.

“Yazmayı her zaman çok sevdim. Bunun yanında maceralı bir hayat yaşamak istedim; pek çok hayatı böylece inceleyebilecektim. Zamanla politik gayelere kapıldım ve halka gerçekleri ulaştırmanın bir yolu olarak gazeteciliği meslek olarak gördüm. Tüm bunları düşününce bu mesleği çok sevdiğimi söylemeliyim. Gazetecilik, insanların hayatına giren bir anahtar gibi; pek çok olayı incelemenizi, öğrenmenizi, hatta yaşamanızı sağlıyor. Yazmak için de çok şey biriktirebildiğim bir meslek. Türkiye’de gazeteci olmak ise çok zor. Çok yıpratıcı; büyük bir baskı altındayız, adeta istibdat dönemi yaşıyoruz. Siyasal İslam iktidarında gazeteciliğin adeta suça dönüştüğü bir noktadayız. Fatih Altaylı, Furkan Karabay hâlâ cezaevinde. Sürekli gözaltına alınıyor, adliyeye gidiyoruz. Bir yandan devlette ve toplumda derin bir kirlenme, mafyalaşma söz konusu. Bu mafyalaşan sistemde, hem devletin baskı aygıtları hem de yeraltı dünyasının tehditleri üzerimizde. Bir uyuşturucu kaçakçısı hakkında haber yapıyorsunuz, ertesi gün motorlu adamları kapınıza gelebiliyor.” Tabii tüm bunlara ek olarak bir de gazetecilerin yaşadığı sansüre dikkat çekiyor.  “Üstüne bir de sansür var. Radyo Televizyon Üst Kurulu ve Basın İlan Kurumu gibi kanallar üzerinden yürütülen bu baskıya, tamamen siyasallaşmış bir yargı eşlik ediyor. Artık yalnızca niyetinizden ya da attığınız bir tweet’ten dolayı gözaltına alınabiliyor, hapse girebiliyorsunuz. Devletin denge ve denetleme mekanizmaları işlemez hale gelmiş durumda. Basın özgürlüğünü koruyacak hiçbir yapı kalmadı; yargı, yürütme ve yasama birlikte gazetecileri susturmaya çalışıyor. Böyle bir ortamda hiçbir şeye güvenemiyorsunuz. Sadece işinizi yapıyorsunuz. Belgelerle yazı yazıyorsunuz, dava açılıyor; mahkemede belgelere rağmen yargılanıyorsunuz. Türkiye aklını yitirmiş bir noktada. Biz gazeteciler de bu ortamda yalnızca hakikati savunmaya çalışıyoruz.”

“Merkez medyada sansürle çok karşılaştım”

“Ben bu işi yapmak, anlatmak zorundayım” diyor Timur Soykan, “aksi halde kendime, mesleğime, ideolojime, memleketime ihanet etmiş olurum.” Sohbetimiz böylece yazılarına ve kitaplarına geliyor:

“BirGün gazetesinde yazıyorum. Patronu olmayan, gerçekten özgür bir gazete. Bana bugüne kadar kimse ‘şunu yaz, bunu yazma’ demedi. Patronsuz ama sahipsiz değil. Meslek hayatımın yirmi yıldan fazlası ise merkez medyada geçti; orada çok kısıtlandım. Sansürle, hatta otosansürle çok karşılaştım. Kitaplarım tamamen belgeye dayalı. Haber dosyaları yazıyorum ama kitaplarım, olaylar zincirinin oluşturduğu bir iklimi anlatıyor. Örneğin Baron İstilası kitabımdan haberler yaptım; ancak kitabın asıl amacı, tüm dünyadan uyuşturucu baronlarının Türkiye’ye nasıl doluştuğunu ve onları buraya çeken siyasi atmosferi ortaya koymaktı. Hollanda’dan İspanya’ya, Latin Amerika’dan Çeçenistan’a uzanan ağları, siyasetin bu ilişkilerdeki rolünü yazdım. Bu kitap sayesinde konuyla ilgili bir külliyat oluştu. Baronlar Savaşı kitabımda ise Türkiye’deki baronların kendi aralarındaki çatışmaları anlattım. Bu savaş hâlâ sürüyor; ondan fazla cinayet işlendi, adeta çerez gibi adam öldürüyorlar. Ben sadece yeraltı dünyasını değil, onun yerüstüyle bağlantılarını da yazıyorum. Esas mesele budur. Burhan Kuzu’nun taraflardan biri olduğunu, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ndan açılan bir telefonla bir baronun altı ayda serbest kaldığını, firari birinin defalarca ülkeye girip çıktığını ortaya koydum. Bu, ülkenin unutmaması gereken en büyük skandallardan biridir. Tarikatlarla ilgili kitaplarım da var. Kitap her zaman tarihe not düşer; bu yüzden önemlidir. Ayrıca polisiye romanlarım ve öykü kitabım var — hepsinde gerçek hayata dair izler bulunuyor.”

“Youtube gazeteciyi özgürleştiren mecra haline geliyor”

Yazılan bu haberler, yapılan araştırmalar ve kitaplar ana akım medyada pek yer bulamıyor. Zamanla sosyal medya ve YouTube, ana akım medyanın yerini aldı diye düşünüyorum.

“Ben yıllarca geleneksel yazılı medyada çalıştım. Mesleği öyle öğrendim; yıllarca matbaaya haber yetiştirmeye çalıştım. Biraz da ‘dinazorlaştım.’ Makara ile fotoğraf çektiğimi hatırlıyorum. O dönem artık tarih gibi. Yeni nesil bunları bilmiyor. Tabii, zaman durmuyor; değişimler kaçınılmaz. Kitle iletişim araçları da değişmeli. Gençler baktığımızda artık televizyon izlemiyorlar. Gazeteyi fiziki olarak okuyanların sayısında ciddi azalma var. Haberin kolektifleşmesi anlamında sosyal mecralar önemli. Habere daha hızlı, etkin ve gazeteci tekelinden çıkarak erişiyorsun; bu kötü bir şey değil. Tabii yanlış, yalan gibi sorunlar da var; bir haberi teyit etmek zorlaşıyor. Aslında haber yapmak çok pahalı bir iştir. Bir yerde deprem olduğunda, patron jet kaldırır ve oraya giderdik. Günlerce o bölgede kalırdık; otel, araç kiralar, bazen aylarca sahada kalırdım. Medya patronluğu zengin işi, tekeldi ve bu tekelleşme sorun yaratıyordu. Şimdi sosyal mecralar, bu tekel yapısını dağıtıyor. En son arkadaşlarımla Halk TV’den ayrıldık ve kendi TV’mizi kurduk. Kendi patronumuzuz. 900 bini aşmış, 1 milyona yakın takipçimiz var. Halk TV’de daha çok orta yaş üstüne ulaşırken, şimdi daha gençlere de erişiyoruz. Ben kendimi hep muhabir olarak gördüm. Haberimin çok insana ulaşması benim için kıymetlidir. Tabii televizyon hâlâ güçlü bir mecra ama YouTube çok hızlı gelişiyor ve gazeteciyi özgürleştiren bir mecra haline geliyor. Değişimi seviyorum.”


 

“Halk bu gidişata dur diyecektir”

Baron İstilası kitabında Timur Soykan, “Türkiye’de esas sorun devletin yapısıdır. Devlet kendisi demokratik, hukuk devleti, hesap verebilir ve denetlenebilir bir yönetime kavuşmadığı sürece, devletin nerede başladığı ve çetelerin nerede bittiği belirsizliğini koruyacaktır,” ifadelerine yer veriyor.

“Kitabı yazalı birkaç yıl oldu, ancak bugün durum daha da kötüleşti. Türkiye’de devlette çeteleşme gerçeği var. Asıl çete her zaman siyasetin ve devletin içindedir. Bu çeteler bürokrasinin derinliklerinde yer alır. Güçlü çete her zaman böyle olmuştur. Devletle ve siyasetle bağlantılı mekanizmaların birleştiği noktalarda konumlanırlar. Türkiye, 1996 yılında bir içişleri bakanının polisler üzerinden çete kurup uyuşturucu kaçakçılığı yapıp, insan öldürdüğünü görmüştür. Günümüzde ise devlette çok sayıda çete bulunmakta ve bu yapılar devleti her tarafından kemirmektedir. Bunu denetleyecek mekanizmalar ise tamamen işlevsiz hale gelmiştir. Eskiden mafyalar ortaya çıktığında karşılarında güçlü bir irade olur, siyaset müdahale etmek zorunda kalırdı. Artık siyaset bu duruma müdahil olmamaktadır. Bu ise devletin çürümesi ve çöküşü anlamına gelir. Türkiye’de nereye dokunsanız skandal çıkar, ülke ciddi bir çürüme sürecindedir. Hangi haberi yaparsanız yapın, değişen pek bir şey olmaz; ama ellerinizde biriktirdiğiniz belgeler kalır. Devletin çürüme ve körelme süreçlerinin bu kadar hızlı ve zincirleme olabileceğini düşünmemiştim. Bugün sahte diplomalar tartışılıyor; insanlar hukuk mezunu yapılıyor, bu tür durumların sonu yok. Biz Orta Doğu’da bir ülkeyiz ancak cumhuriyet kazanımları ve devrimleri olan bir ülkeydik; böylece Orta Doğu’dan belirli ölçüde kopuyorduk. Laiklik, parlamenter sistem, yasama-yürütme ayrılığı gibi değerler vardı. Şimdi tüm bunlar ortadan kalktı ve ülke tamamen emperyalist bir projenin uygulandığı bir sürece girdi. Türkiye, Orta Doğu’laştı; devletin değerleri eridi ve otoriterleşme ortaya çıktı. Ancak Türkiye’nin demokrasi geleneği var ve bu duruma tamamen uyum sağlamak mümkün değil. Bir süre daha kötüleşme yaşansa da halk bu gidişata dur diyecektir.”

“Türkiye Kıbrıs’ı yasa dışı zemine sürükledi”

Son olarak elbette Kıbrıs’ı konuşuyoruz. Baron İstilası kitabında, Hakan Ayık isimli aranan bir mafya üyesinin Kıbrıs’ta yakalanma sürecine yer veriyor. Şahıs, teminatla serbest bırakıldıktan sonra aniden ortadan kayboluyor. Bu bölümü bir hikaye gibi okuyorum ama şaşırmıyorum.

“Kıbrıs’a haber için çok gittim. Kıbrıs denince aklıma, Baba filminin ikincisinden bir sahne gelir: Bir mafya babasının doğum günü için herkes toplanır, Küba haritası şeklinde bir pasta yapılır ve bölge bölge kesilip paylaşılır. Kıbrıs da Türkiye için tam böyle bir yer. Türkiye 1990’lardank beri Kıbrıs’ı yasa dışı bir zemine sürükledi; çeteleşmenin arka bahçesi oldu. Bir yandan keskin milliyetçi söylemler yükselirken, diğer yandan sürekli kara para akıtıldı. Kıbrıs kumarhane bölgesi haline getirildi, siyasi cinayetler işlendi. Sedat Peker, Kutlu Adalı’nın ölümünü açıkladı. Kıbrıs’ın sadece kimliği değil, demografisi de bu süreçte değiştirildi. Sağ siyasetin kirli yüzü Kıbrıs’a yüklendi. Halil Falyalı bunun iyi bir portresi. Yasa dışı bahis merkezine dönüşmesi, Falyalı’nın uyuşturucu bağlantıları, Türkiye’deki siyasetçilerle ilişkileri, Türkiye’den rüşvet için gelen polisler… Hepsi Kıbrıs’ın üzerine karanlığın çökmek istendiğinin göstergesi. Türkiye ayrıca her zaman oradaki seçimlere de müdahale etti. Türkiye orayı yöneten, ‘yavru vatan’ diyen bir çizgi izledi. Barış Harekâtı bence haklı ve şarttı; insanların korunması için emperyalizme rağmen yapıldı ve bedeli yıllarca ambargolarla ödendi. Bu harekât meşruydu; ancak sonraki süreçte Kıbrıs’ın kendi iradesini oluşturması, halkının tercihleriyle yönetilmesi en doğru olanıydı. Türkiye’nin oraya müdahalesi, halkın kendi tercihlerinden çok Türkiye’nin tercihleriyle öne çıkması demokratik teamüllere de aykırı bir durum. Halk seçimini kendi yapmalı. Demokrasinin en temel şartı bu. Orada yaşayan insanlar için de Türkiye’nin bu denli gölgesi altında olmalarını özgürlükleri açısından kaygı verici buluyorum. Kıbrıs’a kapılar açıldığında gitmiştim. Adaya dair fikrim o noktada şekillendi. Tabii çok şey okumuştum ama sadece okuyarak olmaz; yaşamak da gerekir. O yıllarda Radikal gazetesinde muhabirdim. Otuz yıl sonra geçişlere izin veriliyordu. Ben de bir aileye katılıp güney Kıbrıs’a geçtim. Bu bambaşka bir duyguydu. Orada, toprağından koparılmanın ne anlama geldiğini gördüm. Aynı duyguyu Rumlar’da da hissettim. Halklar kardeştir derler ya, orada halkların gerçekten kardeş olduğunu gördüm. Birbirlerine çok benziyorlardı. Anladım ki, milliyetçilik, faşizm, emperyalizm olmasa, halklar barış içinde çok güzel yaşarlardı.”

Röportaj Haberleri