Geçtiğimiz haftalarda, North Rhine-Westphalia bölgesinde ve finansmanlığını NRW KULTURsekretariat’ın üstlendiği Uluslararası Ziyaretçi Programı çerçevesinde gerçekleşen ‘Halbstark: 9-13 Yaş arası Çocuklar ve Genç Yetişkinler Tiyatro Festivali’ndeki ilk günlerimden bahsetmiştim. İlki 2010 yılında gerçekleşmiş ve iki yılda bir, Almanya’nın ‘bisiklet şehri’ olarak anılan Münster’de düzenlenen bu festival, NRW KULTURsekretariat’ın 2012 yılı boyunca aynı bölgedeki 21 şehirde gerçekleştirdiği (ve yıl sonuna kadar gerçekleştireceği) pek çok kültür-sanat festivalinden sadece biri/ydi.
Kaldığım yerden devam ediyorum....
10 KASIM, CUMARTESİ
Festival’de tanıştığım ve aynı amaçla Münster’de bulunan Çek Hana Galetkova, Polonyalı Iwona Ubermann ve Agata Zawrzykraj ile sabahları hotelin kahvaltı salonunda özelde izlediğimiz oyunlar, genelde dünya tiyatrosu üzerine yaptığımız sohbetler çok doyurucuydu. Özellikle Hana’nın dramaturg olarak çalıştığı Ostrava’daki Kukla Tiyatrosu’nun ‘tüm engellerin kaldırılmasına’ yönelik gerçekleştirdiği farklı tiyatro programları, tiyatronun neden yapılması gerektiği, ve amaçları konusundaki açıklamalarını dinlemek tokat etkisi gibi. Bu program çerçevesinde yaptıkları ve beni en çok etkileyen, görme engelli çocuk ve gençler için sahneledikleri ‘80 günde devri alem’ oyunu. Black Box (Siyah Kutu) odada sahnelenen oyuna, görme duyusu olan seyirciler ise gözlerine siyah bant takılarak alınıyormuş. Seyirciler daire şeklinde tek sıra dizilmiş koltuklara oturup, ortada anlatılan oyunu ‘izliyormuş’. Görme dışındaki tüm duyuları harekete geçiren bir yorumla sahnelenen oyunda sık sık kullandığımız ışık, ses efekti ve müzik gibi drama araçları yanında, örneğin, güneş etkisi yaratmak için ısı; rüzgar için vantilatör; yağmur, köpüren deniz için su damlacıkları gibi pek çok farklı araçtan yararlanmışlar. Ayrıca oyunda farklı mekanlar ve atmosfer yaratırken kokular, hatta seyircinin tadına bakacağı yiyecekler, dokunarak algılayacağı objeler kullanılmış... İnanılmaz, ilham vericiydi.
Kahvaltı sonrası, Hana, Iwona, ve kafamın içinde dönüp duran pek çok proje hayali ile birlikte Theater in der Meerwiese’e yollandık. İtalyan Compagnia Rodisio ekibinin sahneleyeceği ‘Storia di una Famiglia’ (Bir Ailenin Hikayesi) oyununu izlemeye...
Oyun yine festival kapsamında çocuklara/genç yetişkinlere yönelik düzenlenmiş atölye çalışmalarından bir erkek çocuğunun küçücük bedeninden büyük sesiyle söylediği şarkıyla başladı. Festival programı arasına serpilmiş bu küçük performanslar hem sunan hem de izleyen çocuklar için harika bir motivasyon.
Oyun İtalyancaydı, ancak İtalyan oyuncular bedenlerini o kadar başarılı kullandılar ki oyunu anlamamak mümkün değil. Buna, Akdenizli olarak paylaştığımız ‘aile içi ilişkiler’ de eklenince, yüksek ritimli bu oyun, dilini anlamadan esprilerine kahkahalarla güldüğüm ilk oyun oldu.
Sonra hep birlikte, rehberimiz Almut’un ayarladığı otobüs ile bir saat uzaklıktaki Hamm şehrine doğru yola çıktık. Şöförümüz ortayaşlı bir kadın, çok az İngilizce konuşuyor ama sürekli gülümsüyordu. Yol boyunca geçtiğimiz ormanlık alanlar ilkokul kitaplarından öğrendiğimiz şekliyle tam bir sohbahar ziyafeti sundu gözlerimize...
Hamm’a gitme sebebimiz eşzamanlı gerçekleşen bir başka tiyatro festivali olan Hellwach Festivali. Festivali organize edenlerse özel bir tiyatro olan Helios Theater ekibi. Birincisi 2002 yılında gerçekleşen Hellwach, Halbstark gibi iki yılda bir düzenleniyor. 9 farklı bölgeyi kapsayan festival, 2 yaş ve üstü çocuk seyirciye yönelik bir duyarlılık taşıyormuş her zaman. Festivale katılan oyunların ortak özelliği ise kukla, obje, ışık, dans gibi drama öğelerinin ağırlıklı olarak kullanılması.
Oyun öncesi Helios Theatre ekibinin sanat yönetmenleri Michael Lurse ve Barbara Kölling ile sohbet ettik. Bizim ekipten birinin “Çocukların festivale ilgisi nasıl?” sorusuna bağlı olarak tiyatro bünyesinde tam zamanlı çalışan iki tane tiyatro pedagogu bulunduğunu öğrendik. Festival öncesinde bölgedeki tüm okulları ziyaret eden bu tiyatro pedagogları, çocuklarla çeşitli aktiviteler yapıyor, onları tiyatro festivaline yönelik hazırlıyormuş.
Hellwach Festivali kapsamında izlediğimiz oyun Türkiye’den Tiyatrotem ekibinin sahnelediği ‘Nasıl Anlatsak Şunu?’ adlı oyundu. Gölge tiyatrosu ve kukla kullanılan bu oyun, broşüründe 6 yaş ve üstü seyirciye hitap ettiğini savunsa da, hep eleştirdiğim, Türk/Kıbrıslıtürk oyun yazarları ve tiyatro ekiplerinin çocuk seyircinin zekasına hakaret gibi duran oyun stiline bire bir örnek teşkil etti.
Oyun sonrasında yine Hellwach Festivali çerçevesinde düzenlenen ‘Eğitimde Estetik’ seminerine katıldık. Ardından, aynı kapsamda, Martin-Luther Kilisesi’nde iki Fransız ışık ve dekor tasarımcısının bir araya getirerek açtığı ‘Heureuses lueurs – Allusions d’optique’ adlı ışık ve optik lens ‘ilüzyon’ sergisini dolaşma fırsatı bulduk.
Sergi, soğan kabuğu misali, çok katmanlı, her katmanda pek çok farklı açılım barındırıyordu. Atık/çöp gibi duran demir parçacıkları, teller ve çeşitli objelerin bir araya gelerek nasıl hareketli mekanizmalara dönüşebileceği, ya da daha hayati bir ders gibi duran: hiçbir şeye benzetmediğimiz bir çiziciğin bile farklı/doğru ışık ve lensler (bakış açısı) ile nasıl muhteşem bir şey olarak algılanabileceğini gösterdi. Akşama bu mekanizmalara benzer objelerin kullanılacağı bir oyun vardı Hellwach Festivali programında, ancak bizim Münster’e geri dönmemiz gerekti. Hollandalı ISH ekibinin hazırladığı ve Theatre Münster’de sahnelenecek ‘This is ISH’ (İşte bu ISH) adlı dans gösterisi vardı.
‘This is ISH’ dans gösterisi öncesinde tiyatronun karşısındaki Vinothek am Theater’e şarap içmeye gittik Hana ile. Gösterinin başlama saatine çok az kaldığı için güzelim şarapları (onunki beyaz, benimki kırmızı) neredeyse fondipledik ve Theatre Münster’in daha önce görmediğimiz büyük salonunda toplandık. Gösteri gerçekten de tanıtım broşüründe vaat ettiği gibiydi: “...harekette sınır tanımıyordu!”
Gösteri sonrası tiyatronun fuayesinde parti vardı. Günün yorgunluğu üzerine 2-3 bira, az biraz da dans eklenince yattığımız yeri sezmedik.
11 KASIM, PAZAR
Bu sabah Hana ile vedalaştık ve Ostrava’ya geri dönmek üzere ayrıldı hotelden. İzlediklerimiz, öğrendiklerimiz yanında, bu festivallerden kalan en güzel şeylerden biri de ilişkiler, yeni bağlantılar, dostluklar...
Bu sabah izleyeceğimiz oyun Fransız La Compagnie Karyatides ekibinin ‘Carmen’ uyarlaması. İlk günden, programda adını görünce, Georges Bizet’in bu trajik operasının çocuklara yönelik nasıl yorumlandığını, hazırlandığını çok merak etmiştim. Yine Theater in der Meerwiese salonunda sahnelenecek bu oyunun başlamasını beklerken sahnenin önüne kurulmuş büyük bir kum havuzuna benzeyen dekor parçası dikkatimizi çekti. Oyunun başlamasıyla o kum havuzunun minyatür bir dünyada, koskocaman bir evrene dönüşebileceğini; bir çingene ve askerin efsaneleşmiş aşkının Barbie ve Ken bebekleriyle bu derece etkili anlatılabileceğini düşünmemiştim.
Sahnede tek bir kadın oyuncunun/obje-kuklacının bulunan -aslında sahne yanında José’yi seslendiren, aynı zamanda müzik-efektleri veren bir erkek de vardı- bu oyun, izlediğimiz oyunlar arasında ‘çocuklara göre’ en ağırı ve kötü sonla biteni olmasına rağmen, obje kullanarak gerçeklik ilüzyonu yaratmak konusunda izlediğim en etkileyici oyunlardan biriydi.
Almanca bilen ekip arkadaşlarım festival kapsamında gerçekleşen seminerlerden birine gittiler, bizse Almut’la birlikte, benim için festival programı dışından ayarladıkları, geleneksel Alman kukla tiyatro ekiplerinden Charivari Puppet Theatre’ın ‘Kaspar Dreaming’ (Kaspar Rüya Görüyor) oyununu izlemeye gittik.
Bir ara sokakta, yalnız gitsem hiç bulamayacağım bir yerin, arka tarafındaki küçücük bir bina evsahipliği ediyor bu tiyatro ekibine. Herkesin, hatta kaldığımız hotelin çalıştıranların bile konuklarına “anahtarlarınızı yanınıza alın, 15:00-18:00 saatleri arasında gelirseniz kapıyı açacak kimseyi bulamazsınız” deyip kiliseye gittiği Pazar gününün bu saatlerinde “yazık, herhalde tek seyirci biziz” diye tipik bir Kıbrıslıtürk tiyatro emekçisi gibi hayıflanırken, içeriye bir girdik ki tüm koltuklar doluydu! Nasıl, nasıl sevindim anlatamam.. (Bana neyse!)
Festival oyunlarının bile tüm koltukları dolmazken, bu ekibin tüm oyunlarının her zaman ‘kapalı gişe’ oynandığını söyledi Almut. Küçücük salonu dolduran seyirciye göz gezdirince en ön koltukların küçük çocuklara ayrıldığını, arka koltuklara ise bu çocukların anne-babaları, nene-dedelerinin yerleştiğini farkettim. İzlerken herkes gülüyor, büyükler de en az çocuklar kadar keyif alıyordu.
Aslında bence yaşlı bir adamcığa benzeyen, ama hangi Almana sorsan ‘yaramaz bir küçük oğlan çocuğu’ olarak bilinen Kaspar karakterini bilmeyen yokmuş. Herkes bu kukla karakterinin çeşitli maceralarını izlemiş mutlaka küçüklüğünde. Salonda gördüğüm yetişkinlerin, kendi çoçukluklarında da bu koltuklara, ama daha öndekilere oturduklarını hayal ettim oyun boyunca.
Tiyatro çıkışı Rhine nehri yanında uzun bir yürüyüş yaptık. Hava diğer günlerden daha soğuktu. Kalın giysi giymeyi sevmeyen birisi olarak, üstüste bir sürü ince giyerek bir kalın yaratma çabam bugün sökmedi. Yine de otobüse binmektense, geçtiğimiz parkta iki yana dizilmiş asırlık ağaçlardan dökülen yapraklar arasından yürümek çok keyifli.
Isınmak için gözümüze kestirdiğimiz ilk puba girdik. Girmişken hem karnımızı doyurduk, hem de bir şeyler içtik, sohbet ettik. Biraz enerjimizi toplayınca yine soğuğa çıkacak gücü bulduk kendimizde ve festivalin kapanış oyununa yetişmek için Theater Münster’e doğru adımlarımızı hızlandırdık.
Kapanış oyunu Almanya-Hollanda ortak hazırlanan ‘Hotel UROPA’ oyunuydu. Almanca sahnelenen bu oyunu ara ara yükselen ateşim ve gelip giden titremeler nedeniyle keyfimce izleyemedim...
12 KASIM, PAZARTESİ
Gidiş yolculuğunda Ercan’da yaşadığımız 4 saatlik rotara taş çıkarır ve “beterin beteri var” dedirtecek nitelikteydi. Ercan’a dönüş yolculuğunda 1 tren, 2 uçak kaçırmak gibi bir rekor kırma denemem oldu ki, bu başlı başına bir yazı konusu olabilir... Gülümseyerek hatırlayacağım ileriki bir zamanda yazılacak, belki...
Ve bitirmeden;
Halbstart Festivali benim için eşsiz bir deneyimdi. Bunu olanaklı kılan herkese teşekkürler...