Tufan Erhürman
Son günlerde pek çok akıllı insan, iyisini kötüsünü ayırt etme ihtiyacı hissetmeksizin, siyaset yapmamaya davet ediyor ya bizi, ben de, “vardır elbet bir hikmeti” diyerek, biraz daha okuyayım şu depolitizasyon meselesi üzerinde diye düşündüm.
Okurken, son dönemlerin önemli filozoflarından Jacques Rancière’in şu cümlesine rastladım: “Siyaset sanatının, yani kendi gerçekleşimini kendi sonunun yanı başında, mükemmelliğe erişini de kendi uçurumunun kıyısında tutan sanatın en eski işi depolitizasyondur” (Jacques Rancière, Siyasalın Kıyısında, çev. Aziz Ufuk Kılıç, İstanbul, Metis Yayınları, 2007, s. 33).
Yazar, depolitizasyonun izlerini Aristo’ya, Platon’a kadar geri giderek takip eder ve bunu demokrasinin ve siyasetin bir paradoksu olarak inceler. Gerçekten de bizim bugün karşı karşıya olduğumuzu aratmayacak bir paradokstur o zamanlardan beri söz konusu olan. Sanırım bizimkini ilk kez sevgili Ulaş Gökçe tanımlamıştı. “Siyaset bitmiştir diyerek siyaset yapıyorlar” mealinde bir cümleydi kurduğu. Ulaş’ın izniyle, onun cümlesini biraz değiştirerek, şöyle okuyorum ben: “Siyaset yapmayın diyerek siyaset yapıyorlar”.
Rancière, sevgili Ulaş’ın cümlesini anlamamızı kolaylaştıracak örnekler de veriyor tarihten. Mesela iyi tiran modelinin örneği olarak gösterilen Pisistratos ile ilgili şunları söylüyor: “Pisistratos, fakirlere, toprak satın almaları için kendi cebinden para veriyordu. İki amacı vardı: Vakitlerini kentte sürtmekle geçirmeyip köylerde dağınık halde kalsınlar; diğer yandan, kendi ölçülerine uygun bir zenginliğe sahip olarak kendi özel işleriyle ilgilensinler de ortak meselelerle ilgilenmeye istekleri ve zamanları kalmasın” (Rancière, Siyasalın Kıyısında, s. 33). Nüfusun ve fakirlerin sayısının Pisistratos’un dönemindekiyle kıyaslanamayacak ölçüde arttığı günümüzde kolay kullanılabilir bir yöntem değil elbette. Ancak egemenin kendisinden başka kimse siyasetle ilgilenmesin diye neleri göze alabileceğini göstermek açısından ilginç bir örnek olabilir bu.
Rancière’in verdiği ikinci örnek, zaman zaman bizde de kısık bir sesle de olsa önerildiği için daha da dikkat çekici. “[‘İyi siyaset’] için, yerleri dağıtırken duyguları da yeniden dağıtmak, kimilerine verilen şeyleri diğerleri için de arzu edilebilir kılan özelliği ortadan kaldırmak gerekecektir... Bunun en iyi örneği, idareciliğin bilabedel [maaşsız] olmasıdır. Bu sayede herkes kendisine düşen yeri memnuniyetle dolduracaktır. Fakirlerin idarecilikte gözü olmayacak ve idarecileri kıskanmayacaklardır; çünkü idareciliğin getirisi yoktur. Özel bir tutku olan kazanç için, kamusal bir tutku olan şan ve şerefi özgürce feda edeceklerdir. Zenginler ise idarecilik yapabilecek, ama bu yolla servetlerini artıramayacaklardır. Hatta biraz kırpılacaklardır bile. Ortak şeref mevzularını, yani ‘en iyiler’ olarak ‘daha az iyiler’ tarafından yönetilmeme ihtiraslarını tatmin etmek için bedel ödeyeceklerdir. Böylelikle kamusal ve özel ihtiraslar iyi düzenlenmiş olacaktır” (Rancière, Siyasalın Kıyısında, s. 31-32).
Görüldüğü gibi Rancière, bu örnekte, konu üzerinde uzun boylu düşünmeyen herkesin ilk nazarda sıcak bakabileceği bir düzenlemeyi işaret etmektedir. Birçok insanın, siyasetçilerin yalnızca keselerini doldurmakla uğraştıklarını ileri sürdüğü ve bundan şikâyetçi olduğu bir yapıda, örneğin milletvekilleri ve bakanlar maaş almasınlar denildiğinde, bu öneriyi büyük bir coşkuyla alkışlayacağını tahmin edebiliyorum. Oysa böyle bir düzenleme, hiç kuşkusuz, “demos” (halk) ve “kratos” (iktidar) sözcüklerinin birleşmesi sonucu ortaya çıkan demokrasinin doğasına aykırıdır çünkü demokrasi yalnızca varsılların değil, halkın tamamının iktidarıdır.
Görüldüğü gibi, halkın tamamının “ortak iyi” üzerinde söz söylemesini, halk içerisindeki farklı sınıfların, katmanların ve grupların “ortak iyi”ye ilişkin tahayyüllerinin ve projelerinin eşit koşullarda yarışmasını gerektiren siyaset ve demokrasi, tarih boyunca, paradoksal biçimde, “iyi siyaset” ve “iyi demokrasi” adına ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Siyaset, pre-modern dönemlerde belli sınıflara, katmanlara, kadınlara doğrudan doğruya yasaklanırken, modern dönemlerde depolitizasyona ilişkin daha rafine yöntemlerle, dolaylı olarak imkânsız kılınmıştır. Siyasetin yasaklandığı veya olanaksız kılındığı yerde demokrasi de olamayacağına göre, bu yasaklar ve olanaksızlıklar aynı zamanda demokrasinin ortadan kaldırılması anlamına da gelir.
Kıbrıs’ın Kuzeyinde Depolitizasyon
Kıbrıs’ın kuzeyinde halkı yönetmeye soyunanların da kendilerine göre rafine sayılabilecek yöntemleri vardır. Onlar da siyaset sanatının en önemli aracının depolitizasyon olduğunun elbette farkındadırlar ve bu aracı iki ayak üzerine bina etmeye çalışmaktadırlar. Bunlardan birincisi, siyaseti kötülemektir. Halk, siyasetin kötü bir şey olduğuna inandırılmalıdır ki ikinci ayak olan onu dışarıda bırakacak yönetim modellerini kabullenmekte güçlük çekmesin.
Bu amaçla, bu ülkede “siyaset” adı altında yapılan şeyle iyi siyaset arasında herhangi bir ayrım yapmayarak başlarlar işe. Siyaset, yandaşlara çıkar dağıtmanın diğer adıdır onlara göre. İdeoloji “ortak iyiye ilişkin bir tahayyül” değil, “boş ve körü körüne bir inanç”tır. Ama zaten ve neyse ki ideolojiler de bitmiştir günümüzde. O zaman siyaset, yandaşlara çıkar dağıtmaktan ibaret kalmıştır. Bunun böyle olduğu, siyasetçilerin tümünün yozlaşmış, çıkarcı, kendilerinden başka kimseyi düşünmeyen, cahil ve yeteneksiz insanlar olmalarından bellidir.
Kaldı ki Kıbrıslı Türklerin büyük çoğunluğu da henüz demokrasiye hazır değildir. Kendi hâllerine bıraksanız, kendi kendilerine zarar verecek kararlar alırlar. O hâlde ikinci ayağa gelmiştir sıra. Büyük çoğunluğu dışarıda bırakacak, siyasetten uzaklaştıracak, “onun yararına” olan ama onun tarafından uygulanmayacak bir yönetim modeli bulmak gerekmektedir. İki alternatifi vardır bunun. Ya bugüne kadarki çıplak vesayeti tercih edeceksiniz, ya da, kamu kurumlarının özelleştirildiği ve ülkeyi teknokratların yönettiği dolaylı vesayeti. Sistemin değiştirilmesi gerekiyorsa, siz zahmet etmeyin, onu da biz değiştiririz. Çıplak vesayetten yorulduysanız, yeni, çağdaş ürünümüz gelmiştir: Alın size dolaylı vesayet...
Dolaylı Vesayet
Bir ülkede yapılan seçimlerde oy vermek, temelde, o ülkeyle ilgili olan ve tüm yurttaşları ilgilendiren önemli kararları sizin adınıza kimin almasını istediğinizi ortaya koymak anlamına gelir. Örneğin elektrik enerjisi konusunda alınacak kararlar, doğal olarak ülkede yaşayan tüm yurttaşları ilgilendirir. Doğrudan demokrasiyi uygulayacak koşullar ve hukuki düzenlemeler varsa, bu tip kararların tüm yurttaşların katıldığı bir toplantıda alınması gerekecektir. Temsili demokraside ise yöntem şudur: Yurttaşlar, seçimlerde sandığa giderek ülkeyle ilgili kararları kendilerini temsilen verecek kişileri, yani vekillerini seçerler. Vekiller de bu kararları halkı temsilen verirler. Oysa bu tip hizmetlerin özelleştirilmesi durumunda, hizmetle ilgili kararları yurttaşların doğrudan doğruya ya da temsilcileri aracılığıyla vermeleri imkânsız hâle gelir. Artık o konudaki kararlar, özel şirketin başındaki kişiler tarafından verilecektir.
Buna karşın, gerçek anlamda liberal ülkelerde, bu sorunun nispeten aşılmasını sağlayacak bir yöntem vardır. Eğer aynı piyasada birden çok aktör faaliyet gösteriyorsa, bakanların ve milletvekillerinin hizmetin yakın gözetim ve denetim altında görülmesini sağlama olanakları olur. Bu durumda, seçilmişlerin iradesine rağmen karar alan özel şirket, gerektiğinde faaliyetinin durdurulmasına ve sözleşmesinin feshedilmesine kadar varan yaptırımlarla karşılaşabileceğini bildiğinden, bakanların ve milletvekillerinin iradesi hilafına karar vermekten çekinir. Ama özel şirket tekel durumundaysa (ki gerçek anlamda liberal olan ülkelerde bu hukuken mümkün değildir), bakanlar ve milletvekilleri şirketi yakın denetim ve gözetim altında tutsalar bile, onu, faaliyetlerinin durdurulmasıyla ya da sözleşmesinin feshedilmesiyle tehdit etmeleri mümkün değildir. Çünkü tekel durumundaki şirketin faaliyetinin durması, hizmetin de durması ve ülkenin karanlığa gömülmesi anlamına gelir. Bu şartlar altında, örneğin elektrik hizmetinin özelleştirilmesi ve bir özel tekelin eline geçmesi durumunda, aslında, yurttaşlar ve onların temsilcileri ülkedeki tüm yurttaşları etkileyecek bir konuda karar alamaz duruma gelirler. Bu da, o noktada siyasetin ve dolayısıyla demokrasinin bittiği anlamına gelir.
Peki bunun vesayetle ilgisi nedir? Eğer özelleştirme sonucunda bir hizmet (özellikle de tüm yurttaşları ilgilendiren stratejik bir hizmet) bir tekelin eline geçtiyse, bu, aslında yurttaşların doğrudan doğruya ya da seçtikleri aracılığıyla karar vermesi gereken bir konuda, onlar adına bir özel şirketin karar vermesi anlamına gelir ki sizinle ilgili kararları sizin adınıza başka birisi verebiliyorsa ve üstüne üstlük bu sizin karar vermeniz durumunda kendinize zarar vereceğiniz öngörüsüyle yapılmışsa, bunu da geniş anlamda vesayet kavramı içinde değerlendirmek gerekir. Buna ek olarak, ülkede yapılan tüm özelleştirmelerde yabancı özel tekeller devreye giriyorsa ve bu özel tekellerin hepsinin menşei aynı ülkeyse, o zaman vesayet daha da katmerli hâle gelecek demektir.
Neo-liberalizmin özelleştirmeyle birlikte gündeme getirdiği, geniş halk kesimlerini siyasetten uzaklaştıran, dolayısıyla demokrasiyi fiilen uygulanamaz kılan eğilimlerden biri de teknokrasidir. Türkiye’de Kemal Derviş’in ve İtalya ile Yunanistan’da yaşanan sorunların ardından teknokrat başbakanların iş başına getirildiği hatırlanırsa, bu tartışmanın bize özgü olmadığı da fark edilecektir. Buradaki temel mantık, neo-liberalizmin bir ideoloji değil, (ekonomik) akıl olarak dayatılması ve ülkenin ancak bu aklı hayata geçirecek bilgiye sahip uzmanlar ve teknokratlar tarafından yönetilmesi hâlinde, iyi yönetilebileceğinin kabul edilmesi/ettirilmesidir.
Sonuç olarak, dolaylı vesayeti meşrulaştırmak için kullanılan önermeler şunlardır:
1. Siyaset kötüdür.
2. Siyasiler, beceriksiz, iş bilmez, cahil, kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen kişilerdir.
3. Bunun sonucunda kamu hizmetleri doğru dürüst yürütülmemekte, devlet kötü yönetilmektedir.
4. Yurttaşlar da kendi adlarına karar verecek doğru kişileri seçmek konusunda basiretsiz davranmaktadırlar.
5. O nedenle devletin ve kamu hizmetlerinin siyasetten arındırılması gerekir.
6. Bunun yolu, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, devletin küçültülmesi, yalnızca denetim ve koordinasyonla görevlendirilmesidir.
7. Bu denetim ve koordinasyon işi de siyasetten arındırılmalıdır. Bunun için, bu görevleri de siyasilerin değil, uzmanların ve teknokratların üstlenmesi gerekir.
Sonuç
Görüldüğü gibi bu önermeler ve mantık dizgesi, tam da Rancière’in sözünü ettiği siyasi ustalığın ürünüdür. Bal gibi bir ideoloji ve siyasi pozisyon olan neo-liberalizm, kendini diğer ideolojilerden ve siyasi pozisyonlardan ayırarak “akıl” mertebesine yükseltmiş, geriye kalan tüm ideolojileri ve siyasi pozisyonları da “boş inanç” derekesine indirgemiştir. Siyasetin paradoksu da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Neo-liberalizmin ve neo-liberallerin ustalığı, kendi siyasi hâkimiyetlerini sürdürebilmek amacıyla, küçük bir yönetici sınıf dışındaki herkesi depolitize etmeye, ortak iyi konusunda karar almayı bırakın, düşünmekten bile arındırmaya yönelmektedir. Doğru kararlar, özelleştirilen hizmetleri yöneten CEO’lar ve onlarla uyum içinde çalışacak teknokratlar tarafından alınacaktır. Halk ise, kendi özel işleriyle uğraşacak, “iyi” hizmet alacak, siyasete, dolayısıyla “ortak iyi”ye kafa yormayacak, boş inançlardan arınacak, alternatif tahayyüller peşine düşmeyecektir.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Aslında, “akıl” diye dayatılan bir ideolojidir ve teknokratlar da bu ideolojinin gereği olan siyaseti, çoğu zaman siyaset yaptıklarını dahi fark etmeyecek biçimde hayata geçirmektedirler. Yani birileri siyaset yapmaya devam etmektedir. Siyaset yapmamaya çağrılanlar ise, alternatif siyaset üzerine kafa yoran halk kesimleridir. Siyaset ya da “değişim” gerekiyorsa, bu kesimler duracak, “akıl”ın temsilcileri onlar adına siyaset yapacak, “değişim”i gerçekleştirecek, çıplak vesayetten dolaylı vesayete geçilmesini sağlayacaklardır.
Sanırım bu yazıyı, üzerinde düşünülmesinde yarar gördüğüm iki iddiayla bitirmek yerinde olacaktır: Kıbrıs Türk halkının kendi iradesine ve demokrasiye sahip çıkmasının yolu, siyasetten vazgeçmek değil, tam tersine, doğru dürüst, kelimenin gerçek manasıyla siyaset yapmaktır. Siyasetten uzaklaşmak bizi iyi yönetime değil, kendi kendimizi yönetme idealinden tamamen vazgeçme sonucuna ulaştıracaktır.