Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (14)

Niyazi Kızılyürek: Ben Kuzey Kıbrıs’ı terk edip Almanya’ya gitmeye hazırlanırken, Kıbrıslı Türkler “masalımsı” dünyanın sonuna doğru ilerliyorlardı.

 

 

Niyazi Kızılyürek

niyazi@ucy.ac.cy

 

 

Ben Kuzey Kıbrıs’ı terk edip Almanya’ya gitmeye hazırlanırken, Kıbrıslı Türkler “masalımsı” dünyanın sonuna doğru ilerliyorlardı. 1974 Düzeninin “tozpembe dünyası” yerini yavaş yavaş sorunlu bir dünyaya bırakıyordu. Ganimet denizi bitiyordu ve toplum kendini yeniden üretemiyordu. İnsanlar hovarda mirasyediler gibi sadece tüketiyorlardı. “Yeni-Türedi” tüccarlar ithalatla uğraşıyorlardı. Üretim ve istihdama bir türlü geçilemiyordu. İnsanların büyük bir kesimi memurluğa akın ediyordu.

“Memur olmak” Kıbrıslı Türklerin eski bir zaafıydı. Adanın Osmanlı İmparatorluğu idaresinde olduğu dönemden İngiliz sömürge yönetimine kadar bütün zamanlar boyunca devlet kapısına kapak atmak maharet sayılıyordu. Modern zamanlara tutunamayan ve burjuvalaşamayan Kıbrıs Türk toplumunda yukarı sınıfı oluşturan az sayıda makam sahibi ve toprak ağaları vardı. Toplumun çok geniş bir kesimi fakir köylülerden oluşuyordu. Köylü ailelerin en büyük tutkusu ise çocuklarının okuyup makam sahibi olmalarıydı. Sömürge döneminde belli oranda Kıbrıslı Türk yüksek mevki sahibiydi. Fakat Kıbrıslı Türkler özellikle polis örgütünde görev yapıyordu. EOKA’nın Kıbrıslı Rumların kadim hayali Enosis için silahlı mücadeleye başlamasıyla Kıbrıslı Türk polislerin sayısında büyük artış oldu. Sömürge yönetiminin böl-yönet politikası sonucunda İngilizler Türklerden oluşan küçük çaplı bir “polis ordusu” kurmuşlardı. Bunda EOKA’nın silahlarını öncelikle Kıbrıslı Rum polislere çevirmesinin de etkisi olmuştu.

Kıbrıslı Türklerin kitleler halinde polis olmalarının temel nedeni yoksulluktu. Fakir köylü çocukları ve kentlerde yaşayan işsizler maaş hatırına güvenlik güçlerine kaydoluyorlardı. O dönemde EOKA’ya karşı kurulan yer altı örgütü VOLKAN da Kıbrıslı Türkleri polis olmaya teşvik ediyordu. İki toplum arasında gerilimin ve şiddettin yaşanmasına EOKA ile Kıbrıslı Türk polislerin karşı karşıya gelmesi neden olmuştu. Yardımcı polislerin sadece etnik kavgaya değil, ekonomiye de katkıları olmuştu. Polislerin gelirleri sayesinde Kıbrıslı Rumların karşısında çok sönük sayılan “Türk Çarşısında” ciddi bir hareketlenme yaşanmıştı. Bu “birdenbire zenginleşme” komik hikayelerin uydurulmasına yol açıyordu. Özker Yaşın’ın anlattığına göre, “bir çoban yardımcısı polis yazılmış ve aldığı ilk maaş ile evine bir soğutucu almış. Ancak köyünde elektrik yok! Çoban soğutucunun elektrik ile çalıştığından habersiz. Birkaç gün sonra, soğutucuyu aldığı yere giderek, büyük bir kızgınlıkla: “Bana bozuk bir buzdolabı verdiniz, çalışmıyor” diye şikayette bulunmuş!..”

Kıbrıslı Türklere kitleler halinde memur olmak Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduğunda nasip olmuştu. Cumhuriyetin Polis, Jandarma ve Ordusunda Kıbrıslı Türklere %40 kontenjan ayrılmıştı. Diğer kamu hizmetlerinde bu oran %30’du. Yani, Kıbrıs Cumhuriyeti kazasız belasız yoluna devam edebilseydi, Kıbrıslı Türklerin “üretici güçlerinin” neredeyse tümü memur olacaktı. Ne var ki, 1960’lı yıllarda yaşanan etnik çatışmalar sonucunda Kıbrıslı Türkler  kendilerini bütün mevkilerin dışında bulmuşlardı.

1974 Düzeni kurulurken Kıbrıslı Türkler memur olmak için adeta sıraya girdiler. Ayrılıkçı Türk milliyetçileri 1974 Düzeninin kalıcılaştırmak için ilk adım olarak Kıbrıs Türk Federe Devletini kurmaya karar verince, pek çok Kıbrıslı Türk’e memur olmak için gün doğdu. Bazı dairelerde memurlar oturacak yer bulamıyordu. Her şey gibi memurluk da oluşturulan patronaj sistemine bağlaydı. 1974 Düzeninin iskan ve istihdam politikalarında muhalifler ciddi haksızlıklara uğruyorlardı. Solcu olduğu için işe alınmayan veya işten atılan insanların sayısı hiç de az değildi. Eskilere dayanan bir anlayışa göre, “solculuk” ile “Türklük” bağdaşmazdı. Fakat Türk milliyetçiliğinin bu genel varsayımı yanında Kıbrıs’ta solculuk “Rum-Severlik”, yani “ihanet” anlamına geliyordu. Nitekim 1958 yılında Türk milliyetçiliğinin vurucu yer altı örgütü TMT ilk kurşunlarını solcu Kıbrıslı Türklere sıkmıştı.

Solcuların dışlandığına dair ilk duyumu Luricina gettosuda yaşarken aldım. Fakat 1974 Düzeninin solcuları nasıl dışladığına Akçay’da doğrudan tanıklık ettim. Yakından tanıdığım ve fikirlerinden oldukça etkilendiğim Tuncer Bahadır tıp mezunu bir solcuydu. Mesleğini çok kısa bir süre yapabilmişti. Solcu olduğu için işinden kovulmuştu. Tuncer dinamik tavrından hiç bir şey kaybetmemişti. “Şeyini” kesip yedi ama kasaba minnet etmedi. Ayağına çizmelerini geçirerek sabah akşam tarlalarda çalışıyordu. Fikirlerinden zerre kadar taviz vermiyordu. Bazen salatalık, bazen de çiçek yetiştiriyordu. Sesi her zaman gür çıkıyordu. Hatta biz gençleri etrafına toplayıp Marksizm tartışmaları yapıyordu.

Kıbrıs’ta yeni adıyla “Kuzey Kıbrıs” olarak anılan bölgede işlerin iyi gitmediği yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. En dikkat çekici olan ise bir zamanlar TMT saflarında mücadele edenlerin askerler karşısındaki şahsiyetsiz tavırlarıydı. Türk ordusundan bir on başı kahveye gelmeye görsün, hepsi de esas duruşa geçiyorlardı. Lefkoşa’daki elitlerin hali beş beterdi. En çok kullandıkları cümle “Emret Komutanım” cümlesiydi. Bunların ulusal bir komünitenin onurlu liderlerine benzeyen hiç bir halleri yoktu. Kendi yurtlarını “ganimet diyarı” olarak görüyor, ganimeti de Türk askerlerine borçlu olduklarını düşünüyorlardı. İçine yuvarlandığımız şahsiyetsizlik dehşetengizdi…

 Milliyetçi hamaset hakikatleri balçıkla sıvaya dursun, Kıbrıslı Türkler tedirgin olmaya başlamışlardı. Kelimenin tam manasıyla “protektorat” olduklarını yaşayaral tecrübe ediyorlardı. Koruyucu hamiler onları aşağılamaktan kaçınmıyordu. Askerlere yağ çeken siyasetçiler “Anavatanı kıble” ilan edip tapınıyorlardı ama Türkiye’den gelmeye başlayan “soydaşlarla” “ulusal birlik” sağlanamıyordu. Kıbrıslı Türklerin büyük çoğunluğu giderek “Anavatan’la özdeşleşme” aşamasından farklılıklarını keşfetmeye başladıkları yeni bir aşamaya geçiyorlardı. Geliştirdikleri “pasif direnişi” ırkçılığa varan söylemlerle ortaya koyuyorlardı. “Karasakal”, “Gaco”, “Fica” gibi sözcükler Türkiyelileri tanımlamak için kullanılıyordu. Türkiye’den gelenlerin de “Kıbrıslı soydaşlarını” sevdikleri söylenemezdi. Belli ki, Kıbrıslı Türkleri ulusal fantezilerindeki gibi bulmamışlardı. Konuştukları Türkçeden kılık kıyafetlerine, kadınlarının ‘serbestliğinden’ ‘dinsizliklerine’ kadar, ‘Türk’e benzemeyen’ bin bir türlü halleri vardı. Soyut ‘soydaşlar birliği’ yerini süratle somut ‘farklılığa’ bırakıyordu. Ve her şey geleceğin huzursuz toplumuna işaret ediyordu. Daha birkaç yıl önce “özgürlüğe yolculuk” adını verdikleri nüfus hareketiyle Kıbrıs’ın kuzeyine toplanmışlardı ama şimdi göç etmek için fırsat kolluyorlardı. ‘Anavatan’ Kıbrıs’taydı ama Kıbrıslı Türklerin Londra’daki sayısı durmadan artıyordu. İşsizlik, partizanlık, gelecek endişesi insanları göç yollarına düşürüyordu. Gidenlerin yerine, Türkiye’den ‘soydaşlar’ gelmeye devam ediyordu. ‘Taksim yıldızı’ parladıkça, Kıbrıs Türk toplumu sönüyordu. Kuzey Kıbrıs, dünyadan kopuk, her şey ile Türkiye’ye bağımlı bir coğrafya olup çıkmıştı. Ve bu bağımlılığın ağır bir bedeli vardı. Ya özsaygınızı yitirip şahsiyetsizleşecektiniz, ya da baş kaldıracaktınız…  

Pek çok insanın sağa sola dağıldığı bir dönemde Almanya’ya gitmeye karar verdim. Fakat yolculuk hazırlıklarına başladığımda aklıma gelmeyen önemli bir engelle karşı karşıya kaldım. “Adım” seyahat etmemi engelliyordu ve acilen “adıma” bir çare bulmalıydım.

“Soyadı Kızılyürek”

 1974’le birlikte her şey gibi adlarımız da değiştirilmişti. Toponomi politikaları coğrafyayı yeniden adlandırırken, “anthroponomi” politikaları isimlerimize göz dikmişti. Her tarafa “öz Türkçe” isimler verilerek “vatan-mühendisliği” yapılırken, “soydaşlar” da “öz Türkçe” isimler alarak eski Kıbrıs’ın son kalıntılarını da bünyelerinden arındırmalıydılar. “Yeni hayat” yeni isimler gerektiriyordu. Bir zamanların Latince ve Rumcadan kırma takma isimleri şimdi yerlerini “öz Türkçe” isimlere bırakmalıydı. Örneğin Luricina’da “Bunamesetimaso” soy isimli biri Türkçeye ancak “sanaküfretmiyeyimha!” diye çevrilebilirdi. Anlaşılacağı üzere bu tür çeviri isimleri seçmek oldukça zordu. Kendimize “sıfır” isimler seçmeliydik. Ortalık birdenbire Kızılderili isimlerini çağrıştıran soy isimleriyle doldu.

Bizim aileden hiç kimse henüz soyadı almak için başvurmamıştı. Almanya seyahatim için kimlik ve pasaport çıkarmaya giriştiğimde, soyadı almak yükümlülüğü ile karşılaştım. Soyadı almazsanız, pasaport alamazdınız. Rejim, “isim polisliğini” iyi yapıyordu. Zaruretten kendime isimler düşünmeye başladım. Serde solculuk vardı ve ismimde mutlaka bir kızıllık olmalıydı. Sözlükleri karıştırdım ve üç ayrı “solcu” soyadı seçtim. Kızıltaç, Kızılkara, Kızılyürek… Kızılyürek’i kendime uygun gördüm. Diğer isimleri de arkadaşlarıma pazarladım. Soyadımı Kızılyürek olarak değiştirmek üzere başvurduğumda, aslında sürpriz olmayan bir sürprizle karşılaştım. Soyadını baba tarafından hayatta olan en yaşlı erkek alma hakkına sahipti. Militarist rejimin ataerkil aklı böyle emrediyordu. Baba tarafından en yaşlı erkek babamın dedesi olan Arif Ağa idi. Hemen kapısına dayandım. “Dedecim, okumak için Almanya’ya gitmeye karar verdim” dedim. “Maşallah evladım, çok iyi, nihayet ailemizden biri okumaya gidiyor, hayırduam seninle olsun! ” dedi. “Dedecim, iyi güzel de, bana bir soyadı lazım, bunu da ancak sen alabilirsin” dedim. Soyadının ne anlama geldiğini anlatınca ve bundan sonra ailemizin kendisinin seçeceği isimle anılacağını söyleyince, dedem “Sürgün alalım” dedi. “Rumlar bizi malımızdan mülkümüzden etti”. Dedemin bu sözleri üzerine hazırladığım senaryonun tehlikeye girdiğini anladım. Ani ve seri bir dil cambazlığıyla bunun iyi bir fikir olmadığını söyledim. Gurbet ellerde “Sürgün” ismi ile anılmanın iyi bir şey olmayacağını, herkesin aklına bin bir türlü “şeytanlık” geleceğini, “acaba ne yaptılar da sürüldüler” diye düşünerek bana kem gözle bakacaklarını ağlamaklı bir tonda sıraladım. İhtiyar adam “peki evladım, ne alalım” diye sorunca, özenerek seçtiğim ismi yumuşak bir ses tonuyla mırıldandım: “Kızılyürek”. Dedem, “bu ne demektir evladım” diye sorunca, büyük bir ihtimamla önceden hazırladığım cevabı hiç tereddüt etmeden yapıştırdım: “iyi kalpli insan demektir dede.  İnsanlara yardım eden insanların yüreğini anlatan bir isimdir” dedim. Sözlerim üzerine dedem gevşedi. “Biz herkese iyilik ettik oğlum, köyün okulunu ve çeşmesini yaptırdık” diye saymaya başladı. “Tamam dede, anlaştık” diyerek ömrü bir asrı bulan büyük dedemin yanından ayrıldım. Ertesi gün birlikte Lefkoşa’ya gittik. Nüfus dairesinde hazırlanan soyadı varakasının altına başparmağı ile mührü basınca, onlarca aile “Kızılyürek” soyadına mahkum olmuş oldu. Aralarında sıkı Denktaşçılar, fanatik anti- komünistler de vardı. Fakat yapacak bir şey yoktu. Ailenin en yaşlı erkeği konuşmuştu…

Ben Almanya’ya “Kızılyürek” soyadlı pasaportumla hareket ederken arkamdan bana yapılan küfürleri daha sonra öğrenecektim. Denktaş hayranlarından bazıları bu isimden kurtulmak için mahkemeye bile başvurmuşlardı. Fakat isim değiştirmek külfetli bir işti. Sonunda bu isimle yaşamak zorunda kaldılar.

Yaptığım “yaramazlığı” Almanya’da hatırladıkça kıs kıs gülüyordum. Yıllar sonra dedemin önerisi olan “Sürgün” ismini almadı

Aldığıma pişman olacaktım ama soyadım Kızılyürek de olsa aslında bir “sürgün” olarak yaşayacaktım…                      

 

 

 

Arşiv Haberleri