Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (11)

Niyazi Kızılyürek: O sabah savaş uçaklarının gürültüsüyle uyandık. Uçan ölüm makinelerinin sesleri gökyüzünü adeta deliyordu. Bıraktıkları bombalar müthiş bir gürültü ile patlıyordu

 

 

Niyazi Kızılyürek

Niyazi@ucy.ac.cy

 

 

O sabah savaş uçaklarının gürültüsüyle uyandık. Uçan ölüm makinelerinin sesleri gökyüzünü adeta deliyordu. Bıraktıkları bombalar müthiş bir gürültü ile patlıyordu. Kıbrıs ovalarına paraşüt yağıyordu. 20 Temmuz sabahı Türk Silahlı Kuvvetleri Kıbrıs’a denizden ve havadan asker çıkarıyordu. Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı…

Mücahit olsun olmasın herkes Luricina tepelerine çıkmıştı. Bütün kafalar Beşparmak dağlarına çevrilmişti. Gökyüzünü kaplayan dumanları seyrederken sonsuz bir sevinç içindeydik. Evet, savaşa seviniyorduk! 1964’ten beri gelmesini beklediğimiz Türkiye şimdi Kıbrıs’taydı. Köyün yaşlı komutanı heyecanını yenemedi ve geri tepmesiz topunu komşu Rum köyü Limya’ya çevirdi. Dizlenerek ilk atışı yaptı. İsabetsizdi. Olsun! Biz top atışını alkışlarla kutladık. Sonra, kasabada çok az kişinin Harp Akademisinde okuduğunu bildiği genç subay ortaya çıktı ve Luricina’yı adeta kuşbakışı seyreden İstavroz Tepesini Rumlardan önce almak gerektiğini söyledi. Gerekli hazırlıklar yapıldı ve bir grup Mücahit İstazroz Tepesine çıktı. Çıkmak kolay oldu. Rumlardan hiçbir tepki gelmemişti.

Benim gibi ortaokul mezunlarının bir kısmı eline silah alıp mevzilerde nöbet tutuyordu. Bir kısmımız tepelerdeki Mücahitlere erzak taşıyor veya sivil savunma hazırlıklarına yardımcı oluyorduk. Tam da İstavroz Tepesine tırmanmıştık ki tepe kurşun yağmuruna tutuldu. Yoğun silah sesleri ve başımızın üzerinden geçen kurşunlar bizi büyük bir korkuya gark etti. Korkudan başım patlayacak gibiydi. Müthiş bir ağrı hissediyordum. Ateş “molası” olunca, genç “lojistikçiler” apar topar tepeden indik. Ben artık “hizmetlerimi” sivil savunma alanında sürdürmeye devam edecektim.

Göçmen Evlerinin etrafında bulunan iri gövdeli yaşlı zeytin ağaçlarının altına sığınaklar kazıyorduk. Yunan uçaklarının olası bir saldırısına karşı almamız gereken önlemlerden biriydi bu. Mahallenin genç kızları ve erkekleri –aramızda yaşlı amcalar da vardı- elimizde kazma kürek çukur kazıyor, akşamları da hep beraber televizyon seyrediyorduk. Bir yandan Türk askerleri kasabamıza ne zaman gelecek, Mehmetçikleri ilk kim görecek türünden eğlenceli tartışmalarla adeta savaş oyunu oynuyor, diğer yandan da aşkla tanışmak için fırsat kolluyorduk. Televizyon seyrederken genç kızlarla genç erkekler birbirimize iyice sokulurduk. Kontrolden çıkan ellerimiz gizlice oraya buraya uzanırdı. Kazdığımız sığınaklarda bir öpüşme anı yakalama umuduyla hava kararıncaya kadar kazma sallardık. Öpüştüğümüz de olurdu. Savaş içinde “aşk” yaşardık.

Dr. Freud haklıydı. İnsan iki temel güdü tarafından yönlendiriliyor, Thanatos ve Eros güdüleri. Yaşam, bu iki uç arasında geçen zamandır. İnsanın ölümün farkında olması onu hayvanlar aleminde kendine özgü bir yere koyar. Ölüm korkusu Eros güdüsünü harekete geçirir. Savaş, ölümle iç içe yaşamak anlamına gelen insan ömrünün “doğal akışına” -ki bu yeteri kadar ağır bir varoluşsal acıdır- dışarıdan gelen ve ölümü doğal olmayan bir şekilde yakınlarına taşıyan yıkıcı bir müdahaledir. Savaş zamanlarında yaşanan aşkların daha tutkulu olması bundandır. Thanatos tribi Eros tribini ateşliyor. Ve Türkiye’nin Kıbrıs savaşında ben ilk defa aşkla tanıştım…

Savaş ateşkes ile noktalandığında tepelerden askerleri görmek için merak ve heyecan içinde etrafa bakınan Luricina halkına “vuslat” nasip olmamıştı. Türk askerleri köyün yakınına kadar gelmiş fakat Luricina’ya ulaşmamıştı. 15 Temmuz sabahı yamaçlarında sürü güttüğüm Gastros Tepesinde durmuşlardı. Luricina, adayı ikiye bölen çizginin son şekli verildiğinde (16 Ağustos günü) daha sonraları “milli egemenliğin” sembolü “sınır” olarak adlandırılan ayırım çizgisinin 3-4 mil güneyinde kalmıştı. Kasaba Kıbrıslı Rumlarla çevrili olduğundan, oradan çıkış mümkün değildi. Bu düş kırıklığı kısa bir süre sonra giderildi. Bir gece Mücahitlerin düzenlediği küçük bir operasyonla Luricina’dan Gastros Tepesine yol bağlandı. Bir grup asker kasaba meydanında görüldüğünde kasaba halkı şenliklerin en büyüğünü yaşayacaktı. Türk askeriyle nihayet kucaklaşmıştık. Birkaç gün sonra açılan yoldan Lefkoşa’ya gidip gelmeler başladı. Gastros Tepesinde durup askerlerle selamlaşır, onlara ikramlarda bulunurduk. En çok üzüm ve hellim ikram ettiğimizi hatırlıyorum. Luricina’nın üzümü çok meşhurdu. “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası esnasında üzüm satıcıları epeyce zorlanmışlardı.  “Luricadiko Stafili” diye bağıramadıklarından “Akincilaridir izimü” türünden Türkçe sesler çıkarmak zorundaydılar. Şimdi gururla üzümlerimizi Türk askerlerine sunuyorduk.

Bu tanışma seanslarının birinde bir askerin hiç konuşmadığı dikkatimi çekti. Herkes mutluluk dolu ve eğlenceli bir havada sohbete dalarken, o ağzını açıp tek kelime etmiyordu. Sonunda komutanı olaya “açıklık” getirdi. “O Kürt’tür, anlamaz” dedi. Doğrusu, bu bizim için pek de açıklayıcı olmadı. “Kürt” sözcüğünü ilk defa işitiyorduk ve hiçbirimiz ne anlama geldiğini bilmiyorduk. Aslında Türkiye’de de o tarihlerde herkes Kürt halkının varlığını bilmiyordu. “Dağ Türk’ü” olarak adlandırılan ve baskıcı Kemalist ulus-devletin hışmına uğrayan Kürt halkının varlığı ancak PKK’nın silahlı mücadeleye başlamasından sonra tanınacaktı. Varlığı artık tanınsa da hakları hala tanınmayı bekliyor.

“Akın var, Kuzeye akın…” Savaşla birlikte coğrafyamızın “adresi” de değişmişti. Artık Kıbrıs değil, “Güney ve Kuzey Kıbrıs” vardı. Ve güneyde kalan Kıbrıslı Türkler kuzeye akın ediyordu. “Özgürlüğe Yolculuk” koymuştuk bu yolculuğun adını. Tel örgülü bir ülkede özgür olamayacağımızı yıllar sonra anlayacaktık. Savaşa da “Barış Harekatı” adını vermiştik. Yüz atmış bin Kıbrıslı Rum’un evinden kovulduğu, yüzlerce insanın öldürüldüğü, toplu katliamların, tecavüzlerin ve çeşitli savaş suçlarının yaşandığı düpedüz bir savaşa “Barış Harekatı” deme cüretini göstermek savaşı yapanların milliyetçiliğinin çarpık fantezisinden kaynaklanıyordu. Fakat Kıbrıslı Türklerin savaşta bulduğu coşku ve sevinç 1974 öncesi yaşadıkları aşağılanmayla ilgiliydi. Kıbrıs’ın “gerçek sahipleri” olduklarına inan Kıbrıslı Rum yöneticiler 1964-74 arasında Kıbrıslı Türklere “sıradan bir kiracı” muamelesi yapmışlar, Kıbrıslı Türkleri aşağılamadan kaçınmamışlardı. Zaman zaman şiddete başvurmuşlar, Kıbrıslı Türkleri evlerinden yurtlarından etmişlerdi. Böyle bir deneyim yaşayan Kıbrıslı Türkler savaşın Kıbrıslı Rumlara getirdiği büyük felaketi sadece görmekten gelmiyor, intikam hırsından beslenen büyük bir Schadenfreude (başkasının başına gelen kötülükten sevinç duymanın Almancası. Yunancada bu duyguya Herekakia deniyor.) yaşıyorlardı.   

          Luricina dar bir yolla kuzeye bağlanmıştı ama kasaba sakinleri kendilerini güvenlikte hissetmiyordu. Ayrıca, kovulan Kıbrıslı Rumlardan arda kalan ganimet Kuzeyi oldukça “cazip” bir yer kılıyordu. Sonunda onlar da Kuzey akınına katılmaya karar verdiler. Fakat “yerliler” ile “göçmenler” arasında bu konuda fikir birliği yoktu. Yerel TMT liderlerinin Merkezle istişarelerinden sonra Luricina’ya 1964 yılında göçmen olarak gidenler yollarını ayırmaya karar verdiler. Bodamyalılar, Dalililer ve Aysozomonolular başka, Luricinalılar başka yerlere gideceklerdi.

         Büyükler ikamet yeri ve ganimet mekanı seçedursunlar, Ortaokulu yeni bitiren ve Liseye gitmek isteyen benim kuşağım eğitim derdine çare arıyordu. Sonunda bizi bir otobüsle Lefkoşa’ya götürüp öğrenci yurduna yerleştirdiler. Lefkoşa Türk Lisesi’nin birinci sınıfına kayıtlarımızı yaptırdık ve öğrenci yurduna yerleştik. Bir odada 16 kişi…

          Hepimizde savaşın izleri vardı. Savaş biz erkek çocukların haylazlığını daha da artırmıştı. Yurtta ve okulda yaptığımız yaramazlıkların hattı hesabı yoktu. Aramızda Güneyden kaçarak gelen çocuklar vardı. Aileleri orada kalmıştı. Tuhaf bir gerilim içinde aşırı hareketliydik. Geceleri hala havada kurşunlar uçuşuyordu. Kurşunların kaldığımız yurdun duvarlarına tosladığı da olurdu. Silah sesine o kadar çok alışmıştık ki, gece oldu mu “kekliklerin ötmesini” bekliyorduk. Sonra pijamalar içinde sokağa çıkar Lefkoşa “By Night” yapardık. En çok da yurdun yanında küçük bir barakada sandviç yapan “Sir” amcaya giderdik. Onun esprileriyle eğlenir mutlu olurduk…         

 

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri