Halil Duranay
Qui tacet, consentire videtur
Uzlaşmanın ne anlamı var ki, işi yokuşa vurup zıtlaşmak çoğu zaman en ideal olan eylemken. Asıl zıtlaşmaların, karşıtlıkların, hayırların sindirilebildiği noktada ortak bir yaşam kurmak olanağı doğuyor, herkesi içine alıp onayan.
***
Onlar göze aldığına göre ben de göze alacağım. Gerçeği söyleyeceğim, çünkü kendisine kurala uygun biçimde başvurulan adaletin bunu eksiksiz olarak yapmaması durumunda, söyleyeceğime söz verdim. Benim görevim konuşmak, suç ortağı olmak istemiyorum. Yoksa gecelerim orada, işkencelerin en korkuncu içinde, işlemediği bir suçun cezasını çekmekte olan suçsuzun hayaletiyle dolup taşacak…[1]
Zola, Dreyfus davası üzerine içinde yukarıdaki alıntının olduğu “suçlamayı” yazdığında tarih 1898’di. Aslında bu “suçlama” metni entelektüelin, aydının, fikir işçisinin modernizm içinde ilk kez rolünü de tartışmaya açan hadisedir. Düşünce üreten zat, totalitarizmin düşünceyi yutmaya yeltendiği yerde dilsiz kalırsa varlığının hiçbir anlamı kalmayacağını bilmeli.
“Aydın, toplumu gelecekteki tarihçinin gözünde olacağı biçimiyle değil, toplumu kendi-için olacağı biçimiyle dile getirmektedir, bilisizlik derecesi ise toplumu yapılandıran minimum bilisizliği temsil etmektedir”[2] diyor Sartre. Said ise, “Entellektüelin yabancılığını vurgularken, bir şeyleri değiştirme imkanlarına set çeken olağanüstü güçlü toplumsal otoritelerin- medya, hükümetler, büyük şirketler vs. – oluşturduğu ağ karşısında kişinin kendisini genellikle ne denli güçsüz hissettiğini belirtmek istiyorum”[3] diyor. Benda ise daha kritik bir meselenin altını çiziyor ve diyor ki: “O Aydın, artık her türlü himayeden yoksundur; bugün hayatını kazanma zorunluluğuyla karşı karşıyadır ve onun üretiminden haz duyan sınıfı desteklemek zorundaysa bu kesinlikle onun suçu değildir.”[4] Düzenin iyicilik durumunda, kim şeytanın avukatlığını yapmaya cüret edebilir ki? Hiç kimse. Buna hiç kimse gönüllü baş koymaz, bu iş birilerine ihale edilir, üstelik toplum adına birilerine ihale edilir ve gönülsüz avukatlık da sanatçıya (düşünce üreten her kimse) ona kalır.
Bu şeytanın avukatlığı meselesi özellikle 19. Yüzyılda Dekadans dönemi Fransası’nda çok daha etkin bir hale geliyor. Nedeni ise Antik Dönem, Rönesans, Barok ve Klasizm boyunca sanatın bir patronaj meselesi oluşu. Tüm bu çağ ve akımlar boyunca sanatçı bir patronun (aristokratlar, burjuvalar, kilise, politik erk vs.) ekonomik himayesi altında genellikle ısmarlama usulü sanat eseri üretiyor. Fransız Devrimi’nden sonra bireyin kazandığı hürlük, sanata da bulaşıyor ve son patronaj sanatı olan Klasizim yerini Romantizm’e bırakıyor ve sanatçı binlerce yıl sonunda ilk defa antik estetik güzelliklerinin reprodüksiyonları, dini hikaye tasvirleri ve patron portreleri dışında bağımsız bir sanat dışa vurmaya çalışıyor. Romantizm döneminde bu özgürleşme bir emekleme aşamasında. Ancak durum Dekadans döneminde, çokça da Cousin’in “Sanat Sanat İçindir” argümanıyla beraber daha da radikalleşiyor. Özellikle avangard sanatın baş göstermesiyle sanat topyekün bir karşı forma bürünüyor.
Calinescu, avangardı “sert bir saldırganlık, törelere uymazlık (nonconformism) övgüsü, yol açıcı cesur keşif ve daha genel bir planda, ‘zaman’ın ve içkinliğin ebedi, değişmez ve aşkın olarak belirlenmiş görünmeye çalışan gelenekler üzerinde sonul zaferine olan güven”[5] olarak görüyor. Calinescu; avangardın sert ve yıkıcı üslubunu baskın bir nitelik olarak tanımlıyor, bu noktada avangard, klasik sanat anlayışının içinde tarihsel olarak töreden kopuşun, ayrıksılığın, düzen tanımazlığın çığlığını atıyor, öznel bir çığlık. Bu öznellik meselesi büyük ölçüde bireysele olan özlemin ve bireyin üstünlüğünün de bir çağrısıdır. Tarihsel olarak avangardın kullanımı 19. Yüzyılın politik ütopyacı fikirleriyle aynı sürece ait. Bürger’e[6] göre Saint-Simon’dan, Blanc’a, Marx & Engels’ten Tocqueville’ye dek bu sürece ait tüm politik kuramcılar, ileriyi hedef gösteren ve geleceğe hükmedeceklerini düşündükleri politik programlar kurdular, bu nitelikleri açısından politik bir avangard döneminden bahsetmek mümkün.
Bu süreçte sanat, politikanın hedefe ulaşmak için kullandığı sıkı bir araç olarak algılandığı söylenebilir. 19. yüzyıl’ın ikinci yarısında başlayan politik tartışmaların 20. Yüzyılın’ın hemen başlarında bir uzantısı olarak ortaya çıkan Füturist sanat akımları buna en çarpıcı örnekler olarak gösterilebilir. Ancak tekrar süreç başına dönecek olursak, bu sanat ve politika birlikteliği, yine Bürger’e göre, 1848 Fransız Devrimi’nde bir kırılma (hayal kırıklığı) yaşıyor. Bu kırılmadan sonra, Baudelaire’in “sanatçının otonomi talebine” de gönderme yapılarak, sanatta bir özerkleşme sürecinin arayışları başlıyor[7]. Başka bir değişle, sanatı tüm toplumsal kurumsallaşmalardan arındırıp, sanatın salt sanat olarak devam ettirilmesine girişiliyor. Kanımca bu sürecin sanata en ciddi katkısı sanatta bireyselliğin ne denli zorunlu bir gereklilik olduğunu iyice gün ışığına çıkartmış oluşudur.
Şimdi düzenin iyiyi oynadığı yerde, şeytanın avukatlığını yapma işi zoraki olarak sanatçıya düşüyor ya; iyilik, uzlaşısının ormanlarında dolanıp, sürekli kaybolurken, kalkıp da bir töre bozucunun tüm uzlaşı ormanını ateşe vermesi bireysel bir temizlenme, arınma, çoğunlukla da karşı durduğuyla hayatı pahasına yüzleşme denemesidir - öte değişle ontolojik bir mücadeledir, hele ki uzlaşı alanı din, zıtlaşan da sanatsa.
Yeni binyılın başında Vatikan’ın midesini bulandıran adam Casciolli geliyor aklıma. Casciolli bir sanatçı değil ama bir uzlaşı düşmanı. Casciolli evvela koyu bir Katolik, burjuva geleneğinden yetişme. Eski- Yeni Ahit üzerine bir zamanlar kafa yorarken, Tevrat’taki Yakup Peygamber ve onun Tanrı’dan İsrail unvanını aldığı güreş mesali kafasını kemirmeye başlıyor. Sonra İsa’nın tarihsel gerçekliğini kafasında tartışıp duruyor, bu işin sonucu ise “The Fable of Christ” kitabı oluyor. Kitapla beraber Casciolli Vatikan’a karşı Avrupa’nın din temeline dinamit koyduğu davasını açıyor. Vatikan milyonlarca inananı kandırıyor diyerek ciddi bir davayı gündeme getiriyor. İşin içinden çıkamayan mahkeme, davayı 2006’da AİHM’ne sevk ediyor. Casciolli bir modern Promethusluk yapıyor ve belki de farkında olmadan Bruno’nun ve diğer on binlerce engizisyon “fikir üreten” kurbanının intikamını alıyor.
Şimdi bizim gündemimizi “sanatçı, din ve toplum” eksenli bir dava meşgul ediyor, en azından rafine davranabilen medyanın gündemini. Vaka herkesin bildiği bir vaka: sosyal medyada, bir bestecinin din ile ilgili fikirlerini ve Ömer Hayyam’dan alıntılayarak yazdığı iletiyi paylaşması üzerine mahkemelik olması. Bir besteci 12.yüzyılda yaşamış Farsi bir rubaicinin iki mısrasıyla yüzlerce yıllık din kurumunu rencide ediyormuş! Evvela inanması güç geliyor ama durumu aklıselim okuduğunuzda aklınıza Galileo, Bruno, Hallacı Mansur falan geliyor sonra işin ne kadar vahim olduğunu yeniden idrak ediyorsunuz.
Şimdi tek adam yüzyıllardır süregelen bir dininin bugünkü inananlarının inançlarını rencide edebiliyorsa, tek adamın değil de, diğer tarafın dönüp kendisine bakması gerekir demek hiç de yanlış olmayacaktır. Bu işi politikadan sıyırıp kendi başına masaya koyarsak ortaya ciddi olduğu kadar ironik de bir durum çıkıyor.
Bir kelamla koca bir düzen kendini kötü hissediyorsa, koca düzenin karşısında tek başına kalan birey kendini nasıl hissediyor peki? Onun varlığını sırf bütünle zıtlaşıyor diye bu kadar sarsmanın hakkını kudretini kimden alabilirsiniz? Durup bir dakika düşünmek lazım; Say’ın sanatçı kimliği bir yana, bireyi böyle hunharca zedelemeye yeltenmenin bedelini toplumsal ölçüde kolay kolay ödenemez. Gün gelir Zola’nın dediği gibi geceleriniz, işkencelerin en korkuncu içinde, işlemediği bir suçun cezasını çekmekte olan suçsuzun hayaletiyle dolup taşıverir.
***
Yani bu birey denen ne idüğü belirsiz tanı, toplu olana karşı bu kadar korkunç bir tehditmiş demek. Ne demezsin, yeri gelir bireysel olan tarihselleşmiş olanı allak bullak ediverir, kimsenin ruhu duymaz. Bir şekilde tanışma fırsatı yakaladığım ve tanışmaktan da son derece mutlu olduğum sevgili Carol’un (Hanisch) 1969’da geniş kitlelerce yankı bulan “Kişisel Olan Politiktir” mottosunu bu vesileyle bir de ben avazım çıktığı kadar bağırtıyım bari, yeter ki sessiz kalınıp da durum onaylanmasın...
[1] Zola, E. (2007). “Suçluyorum”. Çev.T. Yücel. Can.
[2] Sartre, P. (1985). “Aydınların Savunusu”. Çev. R. Kırkoğlu. Alan.
[3] Said, E. (1995). “Entellektüel: Sürgün, Marjinal, Yabancı”. Çev. T. Birkan. Ayrıntı.
[4] Benda, J. (2006). “Aydınların İhaneti”. Çev. C. Soydemir. Doğu-Batı.
[5] Calinescu, M. (2003). Modernite’den Avant-Garde’a, Deneysel Edebiyat. Cogito, (60 /4). İstanbul: YKY
[6] Bürger, P. (2004). Avangard Kuramı (E. Özbek, Çev.) İstanbul: İletişim
[7] Artun, A. “Baudelaire’de Sanatın Özerkleşmesi ve Modernizm. Charles Baudelaire, Modern Hayatın Ressamı içinde. İstanbul: İletişim. s.7-75