BAF HAKKINDA AKLIMDA KALAN BİLGİ KIRINTILAR -22-
Ulus Irkad
Evet, artık ellili yıllardan altmışlı yıllara geldik. Daha önce de anlattığımdan dolayı bu konuyu da kesip artık altmışlı yıllardan bahsetmem gerekiyor diye düşünmekteyim. 1960’lı yılların başları; babam İlkokul öğretmeniyken kazandığı bir bursla Ankara’da Gazi Eğitim Enstitüsü’ne eğitime gidiyor. Bu eğitimden sonra artık döndüğü zaman ortaokul hatta lise öğretmeni sayılacaktır. Sanırım ellili yılların sonlarıdır, 58 veya 59 yılları... Artık Kıbrıs Sorunu da bir sona doğru gitmeye başlamıştır. Nihayet Kıbrıs Cumhuriyeti ilan edilmiştir. Üç yaşındaydım. Ve o yıl yani 1960 yılında, İstanbul’dan gelen, orada eğitim gören küçük halam ve küçük amcamla birlikte Lozan Otobüsleriyle Lefkoşa’ya gidişimi, orada da Türk Alayı’nı karşılamamızı, Dr Küçük’ün Gönyeli ovalarında alaya konuşma yapmasını anımsamaktayım.
Gelen Türk Alayı’nın Gönyeli ovalarında silahlı gösteri yapması da hep aklımda. Evet, yıllardan 1960’tır ve Kıbrıs Cumhuriyeti de kurulmuştur. Cumhuriyet kurulduktan iki sene sonra yani 1962 yılında ben önce anaokuluna gideceğim ama bu yıllar içinde, İngiliz Dönemi’nden yol memuru olan dedem Baf entellektüellerinden Hamza Erdoğanla ve ona bakmak için köylerde ona yoldaşlık eden ninemle birlikte, Rum-Türk köylerinde çeşitli maceralarla geçecektir.
Bazı geceler dedemle birlikte köy kahvehanesine gittiğimizi ve köy kahvehanesinin lüks dediğimiz aydınlatıcı lambayla aydınlandığını anımsamaktayım. Bir de köy kahvehanelerinde koskoca aküyle çalışan radyolar aklımda. Daha o yıllarda bile köydeki tarım, öküz, katır ve atların çektiği ziraat aletleri varken, kuyulardan ise eşeklerin gücüyle çekilen suları çok iyi anımsamaktayım. Traktör gibi birçok alet ve yeni makineler daha yeni yeni seri üretim yapan kapitalist üretimle beraber Kıbrıs’a gelmeye başlamıştır.
İkinci Dünya savaşı’nda da bu makineler olmasına rağmen tüm Kıbrıs’ta daha tek tük oldukları bilinmektedir. Bazen ben de dedemle birlikte katırlara veya eşeklere binerek bir yerden bir yere gitmekteydim. Mesela bir köyde taşıt olarak hala daha hep eşeklerin kullanıldığını anımsamaktayım ve hanımlar da bu hayvanı bayağı kullanmaktadırlar.
Ninemim bizim için sabah ve geceleri hazırladığı yemek ve kahvaltıları ise nasıl unuturum. Hele hele Kıbrısrum köylerinde ninemim Kıbrıslırum kadınlarıyla birlikte yaptığı sıcak hellimleri, pilavunaları ki hatırladığım kadarıyla gaşinobitta denilen tatlılar da vardı,bunların arasında, yine sıcak sıcak hellimler fırından çıkarken, Rum kadınların benim sıcak hellimimin üzerine şeker koyup bana yedirmelerini ise tadı damağımda olarak anımsamakta ve inanın şimdi bile ağzımın suları akmaktadır. Sıcacık hellimin şekerle bezenerek ağzımda yarattığı o damak tadını aradan elli yıldan fazla zaman geçmesine rağmen hiç unutamadım.
Dedem ve ninemle birlikte Kıbrısrum köylerine gidişim herhalde ellili yılların sonlarıyla altmışlı yılların başlarındadır. Çünkü bu iş benim anaokuluna başlamamla 1962 yılında sona erecekti. Daha sonra dedem ve ninemle köylere gitmeye başlayacak olan benden küçük kardeşim Hamzadır. Zaten adı da Hamza olduğu için ninem ve dedem Hamza’yı çok sevmekteydiler. Ama tabi ki bu gezme işi de Hamza için, dedemin 1962 yılında Kukla köyünde görevliyken emekliye ayrılmasıyla sona erecektir. Zaten dedem çok genç yaşta (35) şeker hastası olmuş ve 1980 yılında ölene kadar bu hastalıkla boğuşmuştur. Dedemin ona sıkı bir perhiz uygulayarak sağlıklı kalmasına çalışan ninemi de atlatarak, geceleri canı çektiğinde şekerli tatlıları veya reçelleri yemesi için yatağından kalkarak yiyecek atıştırması, tabi ki sağlığının da bozulmasına sebep olacaktı.
Dedem Hamza Erdoğan 1910, Mağusa Kazası’nın Kaleburnu Köyü doğumluydu ki bu durumda emekliye ayrılması sırasında 52 yaşındadır. Dedem köyü Kaleburnu’nu Kuzey’e geçmesine ve en son Girne’de kalmasına rağmen hiç unutamadı. Köylülerini ve oradaki akrabalarını da unutmadı. Amcalarını,halalarını hep ölene kadar sayıkladı. Kaleburnu Köyü’nün “Beppei Sülalesi”nden geldiğini biz torunlarına devamlı olarak anımsattı. Köyüne çok az gitmeme rağmen oradaki akrabaları yakından tanıyormuş gibi biliyordum çünkü bilhassa bana bu bilgileri yanındayken devamlı olarak verdi.
Öldüğü zaman oradaki halalarından Nazife Hala, yaşı yaşı yüzü çoktan geçmesine rağmen yaşamaktaydı. Köyü’nün tarihini, isminin nereden geldiğini, “Galliborni”nin anlamlarını bana ezberletti. Esasında dedemin emekliye ayrılması yukarıda da yazdığım gibi diyabetten dolayıdır ve her zaman ninem yanında bir hastabakıcı gibi çalışmıştır. Ona bakmıştır. Onun yemeklerini hazırlamıştır ve her zaman için onun yoldaşlığını yapmıştır.Hatta ve hatta tıp ilerlediğinde Baf’tayken her gün için onun bazı tahlillerini evde ninem yapmaktaydı.
Dedem emekliye ayrılıp artık iş hayatına veda etmesine rağmen hala daha etraflarına yol inşa ettiği köylü tanıdıkları tarafından aranıp sorulması, köylerde ne kadar sevilip saygı duyulan bir insan olmasını da göstermekteydi. Kontrolünde binlerce işçi çalışmakta, yolları bu işçilerle inşa etmekteydi. Bu arada devlete yani Kıbrıs Cumhuriyeti’ne ait binlerce iş aleti de dedemin sorumluluğunda bir depoda veya bazen de evinin avlusunda bulunmakta ve yol inşaatları bittiği zaman bunları dedem, Devlet Planlama Dairesi’ne tekrar sayarak geri vermekteydi.
Dedem işe giderken muhakkak takım elbise, ayağında İkinci Dünya savaşı Kazablanka modeli ayakkabıları ve koltuğunda da kitaplarıyla yola koyulurdu. İş aralarında fırsat buldu mu hemen bir ağaç altında kitap okumaya koyulur ve muhakkak boş vakit geçirmezdi.
Okuduğu kitaplar aileden olacak,çünkü babası Kırklar Şeyhiydi, Hz. Ali üzerinde kitaplar, eski Yunan mitolojileri, “Herodot Tarihi” ve eski Osmanlı edebiyatı üzerindeydi. Günlük ve iş sırasındaki tüm işlerini yapan muhakkak hizmetinde olan bir yaşlı Türk veya Rum hizmetkarı da bulunurdu ve ihtiyacı oldu mu bu adamlar uzakta olan köye giderler , bakkaliyelerden veya esas ambarlardan onun ihtiyaçlarını giderirlerdi. Mesela dedemin bütün gün kullanacağı su ihtiyacını da büyük bir sıcak-soğuk tertibatlı su kabından giderdiğini , bu termosifonlu su kabını da bu adamların muhakkak yiyecekleri ile taşıdıklarını anımsamaktayım.
Dedeme hizmet veren bu ihtiyar adamlardan birinin adını çok iyi anımsıyorum. Adı Fuyi idi. Baf’ın Salaminyo Köyü’nden Kıbrıslı bir Rumdu. Fuyi, dedeme o kadar sadıktı ki dedemlerin kiraladıkları evlere kadar gelir ve bahçe işlerini de yapardı. Bırakın onu Bazen Baf’a kadar gelerek, yanımızda kalır ve bizim de bahçemizi düzenlerdi.
1974 olaylarından sonra şöför olan oğlu (Bu sırada Baf düşmüş ve esirdik) ninemi ve dedemi ziyaret etmiş ve bu duruma eski günleri de anımsayarak hüngür hüngür ağlamıştı. Fuyi, aslında 1974 olaylarından çok önce ölmüştü. Bu insanlarla dedemler adeta akraba gibiydiler. Dedem Türk köyleri yanında gittiği Rum köyleri yanında da epey saygı görürdü. Köylerdeki papazlar olsun , öğretmenler olsun ona büyük bir saygı duyarlardı çünkü hem Türkçesi hem de Yunancası çok iyiydi, bırakın onu bu dillerin edebiyatlarına ve dinlerine de vakıftı.
Eski Türkçe, Yeni Türkçe ve Yunanca yazması da bayağı ilerdeydi. Örneğin İncili ezbere bilirken Kuran-ı Kerim üzerine de uzmandı. Her iki din kitabını hem Türkçe ve hem de Yunanca yorumlama yeteneği de vardı. Dedem esasında Aleviydi ve yukarıda da yazdığım gibi yanında Herodot Tarihi yanında Hz. Ali’ye ait bir kitabı muhakkak bulunurdu.
Edebiyat ve Yunan Mitolojisi üzerindeki kitapları da yanından eksilmezdi. Köy papazları bile gerekirse herhangi bir sorunları veya soruları varsa ona gelip danışmakta ve ondan fikir almaktaydılar (Eski Kıbrıslırum Başpikoposu Hrisostomos da bir zamanlar dedemle arkadaşlık yapmış ve dedemi yakından tanımaktaydı). Bazı geceler dedemle Kıbrıslırum din adamlarının sohbetleri ve tartışmaları arasında onları anlamasam da uyuya kaldığımı ve bu sohbetlerden benim de anlamasam bile çok zevk aldığımı hatırlamaktayım.
Dedem ve ninemle bulunduğum bu köylerde bayağı çok maceralarım da oldu. Hele hele bir köyde haylaz arkadaşlarla azgın bir derenin köpürdüğü bir sırada birlikte o dereyi geçmeye çalışmamız en büyük hatamdı ki bereket çocuklar o sırada o azgın dereden geçmekten vazgeçmişlerdi, çünkü boğulmak da an meselesiydi. Daha sonra beni işçileriyle birlikte aramaya çıkan dedem, köy ortasında yakalayarak pek alışkın olmadığım halde, bir dayaktan sonra nineme, eve, götürmüştü ki o oldu bu olaydan sonra artık arkadaşlarla bile olsa onları pek terketmeyecektim.
Bir de dedemin bir sabah civar bir köydeki yol inşaatı için beni de katırla götürme planı varken bundan sabahleyin vazgeçmesi ve akşamleyin eve geldiğinde üstü başı kan ve çamur içinde olmasını çok iyi anımsamaktayım. Dedem katırla civar köye giderken yolunun içine bir zehirli yılan çıkmış, bundan ürken katırı şaha kalkınca dedemi de yere atmıştı. Ben de yanında olsaydım muhakkak başıma bir kaza gelebilirdi diyordu dedem. Bu kaza sonrasında dedemin yaralarının geçmesi de uzun bir dönem almıştı.
Bir de Arminu adlı Rum köyünde başımdan geçen bir öykü olmuştu. Kaldığımız evin karşısında bir kilise vardı. Her Pazar orada yakın olan ilkokulun öğrencileri gelir kilise çanını çalarlardı ki bir koskoca kilise anahtarı bir de çan o küçücük çocukluk çağımın en enteresan ve elde edilme arzusu çekilen oyuncakları olmuştu benim için. Bir gün anahtara sahip olmak isterken çanı da çalmak istedim. Herkes evindeyken ben, gizli bir yere saklanan kilise anahtarını alırken, bu bayağı bir hırsızlıktı, çanı da var gücümle çalmaya başladım. Çan sesini duyan öğretmen ve öğrencilerle dedemin arkadaşı papaz Babadroli peşime düşmüşler, ben de kaçmaya başlayarak bir incir ağacına tırmanmıştım. Suçumu dedeme söylemeyeceğine söz veren Babadroli’ye kilisenin anahtarını vermiştim. Gerçekten Babadroli beni dedeme söylememiş ve dayaktan da kurtulmuştum.
Artık yaşım da hem sünnet olmak hem de anaokula gitmek için gelmişti ve bu işleri yapmak üzere dedem ve ninemi terk edip Baf’ta önce sünnet olmak daha sonra da anaokula gitmek üzere onlara veda ettim. Baf köylerinde köy otobüsleri içinde bilhassa sabah saatlerinde seyehat ettiğimde aklımda kalan tek şey Kıbrısrum köylerinden geçerken domuz çiftlikleri ve domuzların homurdanmalarıdır.
Bu seyehatime ayrı bir güzellik vermekteydi. Bu kadar yoğunluk içinde bu otobüslerin içinde seyehat ederken şimdi bile bana o hayat bir rüya gibi geliyor. Hep Baf köylerini işte bu güzellik içinde hatırlamaktayım.
Zaman 1963 öncesidir…Anaokula giderken “r” harfini hala daha söyleyemediğimi anımsıyorum. Bu konuda alay konusu olmam da oldukça sıktı. Bir keresinde arkadaşlarımla kum havuzunda oynarken öğretmenlerim yanlarına gitmemi istemişler ve gitmemiştim. Sanırım kardeşim Tema onlara sırrımı söylemişti. Bana “r”larla dolu bir şarkı söyleteceklerdi. Bu arada söylediğim şarkılarda da “r” harfi “y” olarak hep terennüm ediliyordu. Mesela benim anaokulda öğrendiğim şu şarkıyı aynen söylediğim gibi aktarıyorum:
Benim bir kemanım olsa
Gıy gıy gıy gıy gıy
(Gıy gıylar hep gır gır diye okunmalıydı)
Ve maalesef ben hep “r”leri “”y” olarak okuduğum için de ailede elbette alay konusu oluyordum ama galiba dedem benim şarkılarımı hep böyle okumamdan ötürü bana devamlı şarkı okutmakta sonra da her şarkımdan sonra da bana bir kuruş mükafat vermekteydi.
Birgün artık bu işin böyle sürmeyeceğini düşünerek kendi başıma “r” leri seslendirmek için inatla çalıştığımı anımsıyorum.Bir gün inat ve hırsla başladığım çalışmam sonucunda artık “r” harfini seslendirmekteydim.
Anaokulundaki öğretmenim her zaman ismini anımsadığım ve cana yakın sevecen yaklaşımıyla hiç aklımdan gitmeyen Hatice Teralı Hanımdı. Onu hala daha anımsamaktayım. Hatice Hanım şu anda gazetecilik ve televizyon programı yapan Serhat İncirli’nin annesidir.
Bu arada gene okuldayken devamlı siyah giyen Halide Hanımı da unutmuş değilim. Onun da beyi 1955 EOKA savaşı başladıktan sonra Eoka’cılar tarafından pusuya düşürülerek şehit olmuştu (Adını şimdiymiş gibi hatırlıyorum: Polis Müfettişi Güzel Ali). Halide Hanım geçmiş senelerde rahmetli oldu. Aydınlık içinde uyusun diyorum.
Ben anaokuldayken o Baf Gazi Küçükler ilkokulunun müdüresiydi. Onu yaşlandıktan sonra da birkaç defa gördüm. Her zaman güzel bir hanımefendi olarak yaşlandıktan sonra bile gözlerimde saygınlığını hiç yitirmedi.
Herneyse, 1962 yılında sonra 1963 yılının eylül ayı ilkokul bire başlamıştım. Okulumuz sonradan Baf Kurtuluş Lisesi olacak olan Baf Gazi Küçükler ilkokuluydu. Tam Aralık ayında okumaya ve yazmaya geçmiştim ki 21 Aralık günü Lefkoşa’daki olaylar tüm adada, hem Kıbrıslıtürklerin hem de Kıbrıslırumların birbirlerine karşı teyakkuza geçmelerine neden olacaktı.
Makarios Kıbrıslıtürklerin %30 haklarını, %18 oranında azınlık olduklarından fazla olduğunu ileri sürerek haksız buluyordu. Ona göre etkin yönetim kademesinde Kıbrıslıtürkler olmamalıydı. Dolayısıyla nüfuslarına göre bir hak sahibi olmalarını istedi.
Bu zihniyet, Demokratik ulusçuluk ve demokratik cumhuriyet temelinde yanlıştı ve genelde de demokratik bir cumuhuriyette yaşayan tüm yurttaşlar eşittir ilkesine tersti. Yani gerici bir milliyetçiliğin yansımasıydı ki daha sonra Kıbrıs’ta bu konuda çok acılar çekilecekti.
Gerçi bizim liderliğimiz de Kıbrıs Cumhuriyeti’ne ısınmamış ve ayrılmak için fırsat kolluyordu. Bu zihniyet de ayrılma hakkı yerine ayrılma gibi gerici bir milliyetçiliğin bir tezahürüydü.
Her iki kafa yapısı da Kıbrıs halkları için etkisini şimdilerde yaşadığımız durumları yaratacaklardı. İşte o Aralık günlerinde birgün uyandığımızda büyüklerimiz bizi okula göndermeyeceklerdi.
Bu olayları anlatırken 1963-64 olayları üzerinde de bilgiler vermem gerekiyor diye düşünmekteyim.
Ansızın başlamadı pek tabi ki… Belki biz küçüktük daha bilmiyorduk ama huzur diye bildiğimiz yıllarda da geçmiş senelerden sorunlar vardı.Yukarıda da bahsettim ama gene yazayım; gittiğim anaokulunun bağlı olduğu ilkokulun müdüresi Halide Hocanım’ın niye hep siyah giydiğini büyüklerime sorduğumda bana dedikleri bir polis müfettişi olan kocasının veya nişanlısının pusuya düşrülerek EOKA tarafından öldürüldüğüydü.
O günden beri de Halide Hocanım hep siyah giymekteydi. O küçücük kafamda demek ki ben doğmadan önce de sorunlar vardı şeklinde açıklamalar ve yeni tasvirler belirmişti.
1963-64 olayları sonunda Baf Kurtuluş Lisesi Rum tarafında kalacak, Baf’ın yarısı Kıbrıslıtürklerin elinde olmasına rağmen oralarını artık kaybedecek ve Baflı Türkler Ülkü Yurdu ile Mutallo denilen semtlere gelip sıkışacaklardı.
Çarşı Bölgesi, Kanlı Mescit, Musalla ve Konya Bölgeleri artık Kıbrısrum Bölgesi’nde kalacaktı. Bunun dışında olaylar başladığında Kıbrısrum yönetimi elektrik ve suyu da bize kesecekti. Olaylar başladıktan sonra bir aralık ev sahipleri kira isteyince sınır bölgesinde Babagoççino diye bilinen Sağır’ın evine gidip yerleştik ama hem EOKA ve Kıbrıslırum askerler hem de TMT babamı tehdit edince mecburen tekrar iki odalı, banyo ve lavabosu olmayan eski bir eve gelip yerleşecek ve maalesef babamın kitapları da çeşitli akrabaların yanında emanet olarak verilecekti.
Babam niye tehdit yemişti? Çünkü gittiğimiz ev 1963-64 yıllarında mevziydi, dolayısıyla biz eve yerleşince mevzileri de temizlemiştik. Ama TMT buna oldukça hiddetlenecekti. Babagoççino’daki Yunan veya EOKA mevzisinden de bize devamlı tehdit geliyor, babamı vuracaklarını söylüyorlardı. Annem ise o zamanlar genç bir kadın olduğu için ona da EOKA çapulcuları devamlı laf atıyorlardı. O günlerde komşumuz Polis Komutanı Fuat Bey’in vurulması da anne ve babamı oldukça korkutacaktı.
Bu arada olaylardan sonra Türk tarafında kalan küçükler ilkokuluna gelip yerleşen göçmenlere Baf’ın Kasaphane Bölgesi’nde ev yapmak için hepimizin de çalıştığı kerpiç evler inşa edecek ve Küçükler ilkokulu Baf Kurtuluş Lisesi olarak ortaya çıkacaktı.
Tabi lise olduğu zaman barakadan başka sınıflar da eklenecekti binaya. O yıllarda sorumlu öğretmen olarak veya müdür sayılmalı, rahmetli halamla evli ( Halam Sultan Şifa Arıkan, 1966 yılında genç bir hanım öğretmenken vefat edecekti), yine büyük teyzemin oğlu Zeynel Arıkan’ın okulu oluşturmak için nasıl canla başla çalıştığını ve pek tabi ki küçükler ilkokulunda bulunan Dip Baf ve Lemba (Çıralıköy) insanlarını ikna edip Baf’ın Kasaphanesi’nde bulunan bölgeye taşınmaları için onlara nasıl ikna edici konuştuğunu da anımsamaktayım.
Herhalde yıllardan 1965’tir. Çünkü Vikla veya Çamlıca’da da İlkokul sınıfları (Önce Cengiz Topel Sineması önünde) şimdiki veya 1974’teki sitenin yerinde barakadan yapılmışlardı. 1968 yılında ise yine baraka ve selotekslerden yapılan Vikla’daki okula taşınılmıştır. Ben her iki okulda da 1969 yılına kadar eğitimimi ve öğretimimi tamamladım. Mesela 1965 veya 1966 yılında eğitime geçtiğimizi çok iyi anımsamaktayım, üçüncü sınıfa kadar hızlandırılmış bir eğitimle üçer ay okuyarak üçüncü sınıfa gelmiştik. Derslere adapte olmada zorlandığımı, bu konuda matematik dersini hiç anlayamadığımı anımsıyorum. O dönemin etkisinden olacak, lise bir sınıfına kadar matematik dersini sevmedim dersem bana inanın…
-DEVAM EDECEK-