Yolculuk duyguları

Neşe Yaşın

Çocukluğumuzun Fransızca “Martine” den uyarlama Ayşegül serisi çocuk kitapları modern yaşamı anlatırdı. Parlak ciltli baskılar, renkli resimler, Ayşagül’ün kıyafetleri ve aksesuarları, hayattan memnun, huzurlu hali cezbediciydi. Türk filmlerinde de pırıl pırıl zengin evleri, köşkler vardı. Aşklar çok romantikti, anne babalar çocuklar için canını vermeye hazırdı. Kötüler de vardı ama onlar filmin sonunda cezasını çekerdi genelde. Hayat o filmlerdeki gibi değildi ama. Ergenlikte Orhan Kemal, Panait İstrati okuduğumda, Yılmaz Güney filmleri izlediğimde sarsılmıştım. Bazı sefillikler, kötülükler sadece bize ait değildi. Hayat bir ayrıntılar ve çeşitlilikler deniziydi. Romantize edilmiş zenginler ya da yoksullar gerçeğe tam uymuyordu. Güzellik ölçütleri farklı olabilirdi. Cilalanmış duygular pek de sahici değildi. İnsan ilişkileri çok karmaşıktı.

Ayşegül serisini bana ne hatırlattı diye düşünüyorum. Seyahat hali belki, seyahat eden aileleri, iyi beslenmiş, iyi yıkanmış, parlak tenli, güzel giyimli çocukları izlemek, elit bir ortama tanıklık etmek olabilir.

Bu yazıyı Atina Havaalanı’nda yazıyorum. Karşımdaki adam birisinin ölümü için ağlıyor. Telefon görüşmesine tanık oldum az önce. İçimi ürperten bir görüntü. Yaşlıca bir adam, kim bilir kimi kaybetmiş. Birileri onu teselli etmeye çalışıyor ama kesilmiyor ağlaması. Adam için hemen bir hikâye yazıverdim kafamda. Kalabalıklar içinde olmak pek çok tanıklık getiriyor diyeceğim ama Sosyal Medya her an yapıyor bunu. Bir duygudan ötekine sürüklenmek nasıl da yorucu. Empat olmak büyük bir lanet kimi zaman.

Seyahat ederken pek çok seyahat anım geçti gözümün önünden. Özellikle Atina Havaalanı sayısız çağrışımla dolu. Yaşla birlikte çoğalan çağrışımlar nehri canıma okuyor. Neye baksam bir çağrışımlar dizisi getiriyor beraberinde. Bunu bir sorun olarak inceleyen bir kitap buldum galiba. Henüz okumadım, yanıma aldım seyahatte okurum diye ama arka pak bunun ip ucunu veriyordu.

Pasaport kuyruğunda beklerken önümdeki kızın tişörtündeki yazı dikkatimi çekti. “Sosyal Medya romantizmi öldürüyor” Ölen yalnızca romantizm değil, pek çok ilişki, yaşam pratiği yeniden tanımlanıyor her geçen gün. Çocukluğumun Havaalanlarını, seyahatlerini anımsıyorum. Bazı yoksul ülkeler çocukluğunu anımsatabiliyor insana. En son Afrika’da yaşamıştım bunu. Sömürge ülkesi olmakla ilgili belki de.

Seyahat edebilen, evi, arabası olan, elektronik aletler kullanıp makul bir hayata sahip insanlar dünya nüfusunun yüzde üçü diye okumuştum bir yerde. Bazı ayrıcalıkları düşünürken bu detayı hatırlamak huzursuz ediyor insanı. Gazze’ye hiç bakamıyorum zaten bir süredir. Kalbime saplanmış bir diken adeta. Bakamadığım için suçluluk doluyorum sonra. Onlar içinde yaşıyor, ben bakamıyorum bile. Ne kadar acı.

Bir duygular skalasına tabiyiz. Artık kamusal ve özel alan birbirinden pek ayrı değil. Her an her yerdeyiz dijital teknoloji sayesinde.  Özel alan kamusalın işgali altında. İnsan ruhu buna uyum sağlayabilmek için çareyi duyarsızlaşmakta buluyor sanki. Gazze’yi izlemeye dayanamıyorsan çevir başka tarafa. Kumanda elinde nasılsa. Seni gerçeklerden uzaklaştıracak, uyuşturup başka yerlere taşıyacak sayısız video var elinin altında. Dizi filmler ne güne duruyor.

Sevinç de yas da hayata dair. Sersemletici olan birinden ötekine hızlı geçişler belki de. Bir an yükseklerdeyken birden kör kuyuların dibine inebilmek. Güvenli bir alanın, güvenli bir anın garantisinin olmaması.

Yazımı yazarken beni kuşatan devinimin ayırdına vardım az önce.  Gelip gidenler, yemeğini, içkisini alanlar. Telefonlarına dalmış insanlar kalabalığı. Hizmet etmek için çalışanlar, sayısız hikâyeye ait insanlar, farklı diller, ülkeler, deneyimler, birbirine karışan parfüm kokuları. Neyse ki birkaç saat sonra en sevdiklerimle deniz kenarında olacağım.

Renklere, nesnelere yoğunlaştım az önce… Hayat her şeye rağmen çok güzel. Bazen keder bile bir esinti yaratıyor insanın içinde. Mutluluk arzusunu belirgin hale getiriyor. Uçağı kaçırmadan yazımı noktalamalıyım.

Bu hafta da bu kadar. Okuduğunuz için teşekkürler.