Stella Aciman
· Annemle her Perşembe günü Beyoğlu’na giderdik. İlk durağımız Balık Pazarı olurdu. Çiçek Pasajı’nın yanından içeri girer ve biraz ileride, sol tarafta kalan Avramaçi’nin dükkânına girerdik. Avramaçi, uzun boylu, zayıf, gözünde bardak dibi kadar kalın gözlükleriyle annemi kapıda karşılardı….1973 yılına kadar da hep vazgeçilmezimiz oldu Avramaçi. Sonrası… Zamana yenildi tabii ki! Bugün onun dükkânının yerinde Şampiyon kokoreççi var.
Ben, çok küçük yaşlarda tanıştım Pera’yla, çünkü orada doğdum. Anneannemin 1922 yılında Rusya’dan, Bolşeviklerin pogromundan kaçarak geldiği ve yerleştiği ilk ve son yerdi Pera… Galatasaray Lisesi’nin yanındaki Yeniçarşı Yokuşu’nda, Bukis Apartmanı’nın giriş katına yerleşmişti annesiyle. Servetleri Odessa’da kalmış, yanlarına alabildikleri üç-beş parça giyim eşyası ile canlarını zor kurtarmışlardı ama anneannem Yoanna’nın altın bileziği ellerindeydi. Çocukluğundan itibaren çaldığı ve eğitimini aldığı piyano öğrenimi şimdi onun altın bileziği olacaktı. O yıllarda Pera’da oturan yabancı konsoloslukların personeli, elçileri arasında ismi çabuk duyulacak ve o insanların çocuklarına piyano dersleri vermeye başlayacaktı. Zaman içinde bir Sefarad Yahudi’siyle evlenecek ve dört çocuk sahibi olacaktı. Yoanna ne yazık ki genç yaşta kanser hastalığına yenik düşecekti. O öldüğünde en küçük çocuğu olan Brana, yani annem henüz on sekiz yaşındaydı ve İtalyan Lisesi’nde okuyordu. Yıllar yılları kovaladı, Brana evlendi ve iki çocuk sahibi oldu. Tüm bu yıllar acısıyla, tatlısıyla Pera’da yaşandı. Annem “Ben Pera’nın en görkemli yıllarını yaşadım” derdi her Beyoğlu’na gittiğimizde. O, Markiz Pastanesi’ndeki akşamüstü çaylarını, Tokatlıyan Oteli’ndeki baloları, her Pazar en şık giysileriyle Pera’da arkadaşlarıyla yaptıkları gezintileri, babamla ilk danslarını yaptıkları Park Oteli’ni anlattıkça, Pera’ya olan bağlılığım giderek artardı. Ben de Pera’nın güzel günlerini yaşadım diyebilirim ama benim yaşadığım Beyoğlu’ydu… Yani Pera’nın kırıntılarıydı! İşte bugün sizlerle, belleğime mıh gibi çakılmış yitik Pera kırıntılarını paylaşmak istedim.
Pera’nın, Beyoğlu’na dönüşmeye başladığı yıllarda biz artık kışları Nişantaşı’nda, yaz aylarında ise Yeşilköy’de yaşamaya başlamıştık. Her ne kadar Beyoğlu’ndan uzaklaşsak da yine de bir ayağımız oradaydı. Annemle her Perşembe günü Beyoğlu’na giderdik. İlk durağımız Balık Pazarı olurdu. Çiçek Pasajı’nın yanından içeri girer ve biraz ileride, sol tarafta kalan Avramaçi’nin dükkânına girerdik. Avramaçi, uzun boylu, zayıf, gözünde bardak dibi kadar kalın gözlükleriyle annemi kapıda karşılardı. Yahudi’ydi ama annemle hep Rumca konuşurlardı nedense. Zaten o yıllarda azınlıklar Fransızca, Rumca ve ladino konuşmayı tercih ederlerdi çünkü Türkçeleri çok bozuktu. Avramaçi İstanbul’un en güzel köy tavuklarını satardı ve müşterileri genellikle azınlıklardı. Ondan alınan tavuklardan yapılan çorbaların tadını hala unutamam. Önce anneannem sonra annem ve ben… 1973 yılına kadar da hep vazgeçilmezimiz oldu Avramaçi. Sonrası… Zamana yenildi tabii ki! Bugün onun dükkânının yerinde Şampiyon kokoreççi var.
SEBZESİ, MEYVESİ, BALIĞI, LAKERDASI…
Balık Pazarı’nın manavlarındaki sebze ve meyvelerin görkemli görünüşlerini, tazeliklerini, çeşitlerini İstanbul’un hiçbir yerinde görmediğimi söylesem yalan olmaz. Henüz hormon yok, salatalıklar minik, mis gibi kokuyor, domatesler ateş kırmızısı, kestiğinizde suları akıyor. Tezgâhtan aldığınız her meyve ve sebzenin, kendine has kokusunu algıladığım yıllardı. Hele o sıra sıra balıkçı tezgâhlarına ne demeli. Uskumrunun çiroz yapılmak üzere iplere asıldığı, torik balığından lakerda yapıldığı yıllar…
Balık Pazarı’nın bir başka vazgeçilmezi… Şütte Şarküteri! 1918 yılında bir Alman tarafından Balık Pazarı’nda açılıyor. Salam, sucuk, mortadella, jambon, sosis ve diğerleri… En tazesi ve kalitelisi.
O alışveriş günlerinin benim için en güzel yanlarından biri annemle Beyoğlu’nda gittiğimiz çeşitli restoranlardı. Bunlardan bir tanesi Galatasaray’da İngiliz Konsolosluğu’nun karşısında yer alan Fisher Restoran’dı. Sahibi bir Alman kadındı ve çok sevimliydi. Müşterileri kapıda karşılar, masalarına oturtur ve sipariş alması için hemen garsonu gönderirdi. Orada yediğim şinitsel ve kartoffelsalat’ın tadını hiç unutmadım ve bir başka yerde de bulamadım. Orası da zamana yenilenlerden. Bir başka mekân… Ağacami’nin sokağında, 1888 yılından beri varlığını sürdüren, zamana yenilmemesini dilediğim Hacı Abdullah Efendi Lokantası. Ahşap masaların üzerine serilmiş bembeyaz örtüler. Çorbasından, sebzesine, tatlısından, kompostosuna kadar tam bir Osmanlı Mutfağı… Oraya gittiğim günlerde, içinde ayva, elma, armut gibi çeşitli meyvelerin bulunduğu, raflara sıra sıra dizilmiş komposto kavanozlarından gözlerimi alamaz, o renk cümbüşü içinde neşelenirdim.
AZINLIKLARIN MEKÂNLARI…
Taksim’den Galatasaray’a doğru giderken, sol köşede yer alırdı Hacı Salih, Aya Triada Kilisesi’nin hemen yanında. Sıcak yaz günlerinde verandasında yine Osmanlı Mutfağından seçtiklerimize, bir bardak kırmızı şarapla tat verirdik annemle. Orası da yakınlarda Araplara satıldı ve yitik Beyoğlu’nun bir parçası olarak belleklerdeki yerini aldı.
Rejans… Çocukluğum, gençliğim ve ileri yaşlarım. Limonlu votkayla ilk tanışıklığımız… Pera tarihinin başköşesinde yer alır Rejans bana göre. Bir efsanedir. Kimler gelmiş, kimler geçmiştir oradan… Eski kitapların sayfalarında sıkışmış, kalmışlar şimdilerde. Mesela; İstanbul Radyosu’nun ilk piyanisti olarak kaydı bulunan, 1922 yılında Bolşevik Rejim’den malını değil, canını kurtararak Türkiye’ye kaçan Barones Taskin, Rejans’ta piyano çalmış geceleri. Atatürk’ün sık gittiği bir mekâna salt onu hissetmek için bile gidilir diye düşünenlerin zamanıydı o yıllar. Hitler’den kaçmayı nasılsa başarmış Alman profesörler, yazarlar, bereli ve Fransız bıyıklı ressamlar, aktörler ve entelektüeller Rejans’ı mesken tuttuğu 1943 yılları… Rejans’ı anlatmaya sayfalar yetmez. Ama benim de sizlere anlatacağım bir Rejans’ım var. Yirmili yaşlarımda Beyoğlu’nda sık sık gittiğim bir mekândı Rejans. Borscht çorbası içerek, boeuf stroganof veya piliç kievsky yiyerek limonlu votka yudumlamak, Noel gecelerimizin vazgeçilmeziydi. O gecelerde Rejans, İstanbul’un azınlıkları, yabancı misyon temsilcileri ile dolardı. Birbirinden şık kadın ve erkekler o atmosferde bir ışıldak gibi parlardı. Saatler on ikiye yaklaşırken masalarda hareket başlardı. Aileler, yanlarında çocukları Galatasaray’daki Saint Antuan Kilisesi’nin yolunu tutardı. O görkemli kilisede, İstanbul Operası sanatçılarından Noel ilahilerini dinlerken ruhumun bedenimden ayrıldığını ve kilisenin içinde dolandığını hissederdim.
İNCİ PASTANESİ VE BEYOĞLU
Sinemalara çok sık gittiğimiz yıllardı; favori sinemam ise Emek Sinemasıydı. Kocaman sahnesini çevreleyen altın varak kartonpiyerlerine ve süzülerek iki yana açılan kalın bordo renkli kadife perdesine bayılırdım. Eskiydi, koltukları yıpranmıştı, duvarlarından az da olsa yağmur suyu sızıyordu ama yine de bizimdi, geçmişimizdi! O da yitik Beyoğlu olarak artık belleklerde…
Ve… İnci Pastanesi! Camekânın üzerinde, tabaklar içinde sıra sıra dizilmiş profiteroller… Tezgâhın karşısında birkaç masa ve sandalyeler. İstanbul’da pastane kültürünün bir simgesiydi. Ayaküstü profiterollerimizi yer ve koşarak sinemaya yetişirdik. Jelâtine sarılmış ayva peltesi ve limonatasıyla bir yeme içme simgesiydi İnci Pastanesi. O da yenilenme düşüncesiyle yıkıldı yakın zamanda. Bu yıkımlar bellek silmeye götürüyor insanı. Yer değiştirerek İnci Pastanesini açsanız, yazık ki eski havasını asla bulamazsınız, aynen diğerleri gibi…
Beyoğlu’nu Beyoğlu yapan yeni binalar değil, yıllar, yüzyıllar öncesinden kalan hanlar, apartmanlardır. Ne yazık ki Beyoğlu son yıllarda kozmopolitliğini süratle kaybediyor… Ve özelliğini de.