Yirmi Birinci Yüzyılda Nasıl Bir Akıl!?

Hakkı Yücel

Dünya, özellikle yirminci yüzyılın son çeyreğinden itibaren, etkisi ve hızı giderek artan, oldukça çalkantılı siyasal-ekonomik-toplumsal-kültürel-ekolojik-teknolojik çok boyutlu küresel bir değişim süreci yaşadı; halen de yaşamaya devam ediyor. Henüz aşılamayan kaotik bir tablo söz konusu ve bunun açık anlamı verili durumun artık sürdürülemez olduğu. 2020 yılına damgasını vuran Covid-19 kâbusu ise bu sürece eklemlenen son halka. Başlangıcı miladi takvim üzerinden sembolik anlamda ‘yeni milenyum’ olarak ilân edilen ‘yeni dönem’in ise, -o milenyumda ilk çeyrek tamamlanmak üzereyken-, ne ve nasıl olacağı hâlâ belirsiz. Bu belirsizlik hâlinin dünyaya çok pahalıya mal olduğu da aşikâr. Özetle, dünya sona eren bir dönemle (anlaşılır olması bakımından buna modern dönem diyelim), ne ve nasıl olacağı henüz belirsiz ‘yeni dönem’ (bu da modern sonrası dönem olsun) arasında sıkışmış durumda. Değişiminin zorunlu olduğu konusunda hemen herkesin hemfikir olduğu modern dönemin, en az beş yüz yıllık bir maziye ve bu bağlamda kökleşmiş kurumsal/kültürel/zihinsel yapıya sahip olması, yaşanan kaosun aşılmasında ciddi bir engel teşkil ederken (bilvesile J.Le Goff’un “Zihniyet en yavaş değişen şeydir. Zihniyetler tarihi, tarihte yavaşlığın tarihidir” veciz cümlesini de anarak), bir yandan da buradan çıkış adına sergilenecek performansın çok zahmetli olacağı gerçeğini hatırlatıyor. Nitekim sosyalist sistemin yıkılmasıyla şişirilen ve ebedi kalıcılığı ilân edilen neoliberalizm balonunun kısa süre içinde patlaması, eskinin yerine ikame edilecek olanın, o eskinin kenarından köşesinden yamalanması kolaycılığıyla aşılamayacağını açıkça ortaya koydu.  Şüphesiz ‘yeni dönem’ derken kastedilen zamanın sıfırlanması, her şeye sil baştan başlanması değildir. (Şıpın işi her derde deva olarak dillendirilen ‘yeni’ fetişizmi ise, şimdilerde geçerli ama içi boş bir jargon) Ne var ki böyle olmaması, geride kalan tarihsel deneyimin/birikimin ciddi biçimde gözden geçirilmesi ve aşılması gerçeğini de ortadan kaldırmıyor. Bu da öncelikle her anlamda ve her alanda,  sorgulamayı, yeniden düşünmeyi, tartışmayı, dönemin gerçekleriyle örtüşecek yaratıcı/yapıcı yeni açılımlarda ve somut önermelerde bulunmayı gerektiren zahmetli/sancılı bir süreç demek. Buradan bakınca, kurucu unsurlar olarak, modern dönemi kuşanmış, o döneme ait sabitelerle (başta modern ideolojilerle) hareket eden siyasal/entelektüel aklın da, yeni dönemin inşasına yönelik olarak kendiyle hesaplaşması, kendini dönüşüme/değişime tabi tutması bir zorunluluk olarak öne çıkıyor.

 

İki tür akıl

Tam yeridir, yaşanan kaotik sürecin bu alanda yoğun çalışmaları teşvik ettiğini de hatırlatarak, konuya dair bir giriş olmak bakımından, Alman felsefeci, sosyolog, siyaset bilimci, eleştirel kuram geleneğine bağlı J.Habermas’a kulak verelim: Habermas, söz konusu süreç üzerine dair, geniş kapsamlı çözümlemelerde bulunurken, iki tür akıldan söz eder. Bunlardan bir tanesi, ağırlıklı olarak siyasal düzlemde/alanda geçerli olan “Araçsal ve Stratejik Akılcılık”tır ki burada, tarihi kendince/kendine göre sahiplenen, kendi belirlediği hedeflere ulaşmak adına uygun araçların kullanımını geçerli ve haklı gösteren, yaşanmış ve yaşanmakta olan olayları ve olguları buradan anlamlandıran, kendiyle sınırlı, yararcı bir anlayış söz konusudur. Temel karakteristiğinden -ve yaşanan evrensel pratikten- de anlaşılacağı üzere (salt kendi merkezli) bu akıl biçiminin hâkim olduğu ortamlarda, uzlaşmadan çok çatışma potansiyeli taşıyan, bu potansiyeli besleyen bir işlerlik/işlevsellik söz konusudur. Modern döneme damgasını vuran, genel anlamda siyaset dünyasının mahiyetini belirleyen ‘reel politik’ tanımlaması (güç ve çıkar çatışmasının politiği) işte tam da böylesi bir siyasal aklın tezahürüdür ve bunun evrensel ölçekte sonuçlarının ne kadar ağır olduğu da ayan beyan ortadadır.

Habermas’ın, daha çok günümüz dünyasının ortaya çıkardığı yeni koşullar/imkânlar/ fırsatlar bağlamında önem kazandığını işaret ettiği diğer akılcılık biçimi ise “İletişimsel Akılcılık”tır. Bu akılcılık türünde, ‘Araçsal ve Stratejik Akılcılık’ın tersine, tarafların ortak bir hedefe yönelik olarak birlikte hareket etme ve aralarında “uzlaşma ve rızaya dayanan” iletişimler kurma çabaları esastır. Bir başka deyişle ‘İletişimsel Akılcılık’ karşılıklı diyalog zemininde gelişen, tarihi ve tarihsel olayları/olguları buradan anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan, bilgiyi tek başına ve kendince sahiplenmekten öte onu karşılıklı olarak paylaşmayı ve yeniden sorgulamayı öngören ve nihayet karşısındakine kendini ‘dayatmak’tan çok ‘ikna etmek’ çerçevesinde gelişen ve olgunlaşan bir akılcılık anlayışıdır.

Keza, ‘İletişimsel akılcılık’ ın bir başka olumlu yanı da, şimdilerde çok fazla ihtiyaç duyulan ve de sıklıkla ulu orta dillendirilen, -o kadar ki kimi zaman kavramda anlam kaymasına neden olan- ‘empatik’ yaklaşım ve anlayışın yerleşmesi için uygun bir zemin teşkil etmesidir. Şöyle ki, eğer ‘empati’ “başka birini anlamak, onun gerçeğini görme ve hissetme tarzıyla birlikte bakış açısını da kavramak için kendimizden çıkma kapasitemiz” ise, birbirini  ‘anlamak’ ve ‘ikna etmek’ esası üzerinden kurulan iletişim/diyaloglar da kaçınılmaz olarak beraberinde bireysel/toplumsal düzeyde ‘empatik’ duruşu getirecektir. Tam da bu noktada, ‘empatik duruş’u ve de “iletişimsel aklın” muhtevasını daha da güçlendirmesi bakımından Michel Bourse’nin sözünü ettiği iki boyutu hatırlamakta ayrıca yarar vardır. O boyutlar,  öteki’nin sahip olduğu bilgiyi öğrenmemizi, yani bir an için “kendi kanaatlerimizi, değer ve fikirlerimizi paranteze alarak” ötekinin sahip olduğu bilgiyi anlamamızı sağlayacak olan ‘bilişsel boyut’ ile; yine öteki’nin duygu dünyasını ve yaşadıklarını anlamamıza yarayacak olan ‘duygusal boyut’tur.

 

Niteliksel dönüşüm

Sözün özü şu ki, bugün itibarıyla evrensel ölçekte gelinen aşamada, modern dönemin kavramsal/ideolojik müktesebatının gözden geçirilmesi bir zorunluluk olarak öne çıkmaktadır. Öyledir, çünkü modern döneme maddi zemin teşkil eden ve onu belirleyen ekonomik-siyasal-toplumsal- koşullar günümüzde niteliksel dönüşümlere uğramıştır. Dahası açığa çıkan yeni koşullarla (bunlar arasında doğanın talanına yol açan ekolojik değişiklikler, teknolojik-elektronik alanda ‘dijital çağı’ başlatan gelişmeler, kitlesel göç hareketleri) bu dönüşümün kapsamı ve muhtevası çok daha genişlemiş ve bu da eski dönemin kavramsal/ideolojik müktesebatının ve de aklının, yeni dönemi anlamakta ve açıklamakta yetersiz kalmasına neden olmuştur. O yüzdendir ki, bugünü anlamak ve hikâyesine müdahil olabilmek bakımından kavramsal/ideolojik düzlemde değişim zorunludur. Daha somut olarak ifade etmek gerekirse modern ideolojilerin kendileriyle sınırladıkları, monolitik, kendi hakikatini mutlak kılan siyasal/ideolojik akılları ve buradan beslenen entelektüel aklı, bugünün değişen ve çoklu mahiyet taşıyan koşullarında içine kapandığı sınırlarını aşmak, ufkunu genişletmek, ötekini, onun hakikatini de dikkate almak, iletişim/diyalog kurmakla yükümlüdür. Bu bağlamda Bourse’nin ‘bilişsel boyut’ tespitine ilave altını çizdiği ‘duygusal boyut’  ise, vicdanı (ahlâkı) işaret ediyor ve tam da burada modern aklın ciddi bir eksikliğini gidiyor olması bakımından da ayrı bir önem arz etmektedir.    


Zihniyetler bugünden yarına değişmiyor

Ancak şu da var ki dönüşümü/değişimi zorlayan koşulların varlığı ve bunun hayata geçirilmesinin gerekli olduğuna dair genel kabul,  o değişimin -olması gerektiği, yani mevcut koşullarla örtüşecek biçimde- gerçekleşmesi için yeterli olmuyor. Evet zihniyetler, eski gömleği çıkar yenisini giy kabilinden, bugünden yarına değişmiyor; bir süreci, üstelik zahmetli bir süreci gereksiniyor.  Dahası kaotik ortamın yarattığı belirsizlik, kendisi bizatihi belirsizliği içkin değişim olgusunda, daha da köpürüyor, böyle olunca da burada sergilenmesi gerekli cesaret engellendiği gibi, değişim yönünde atılacak cesur adımların siyasal/toplumsal meşruiyet zemini de oluşamıyor. Hal böyle olunca da değişim adına yapılanlar, hükmü geçmiş modern döneme ait argümanların, biraz cila biraz boya tedavüle sokulmasından ibaret kalıyor. Nitekim, yaşadığı yıkımın altında ezilen solun -buna Kıbrıslı Türk solu da dahil- bir türlü ayağa kalkamamasının, düşünsel/siyasal anlamda kendini yenileyip seçenek olamamasının; ya da sağın -Kıbrıslı Türk sağı da dâhil- tarihi yağmalamaktan ve ezel/ebed düşmanlıklar üretmekten ibaret, bağnaz milliyetçilikten ve popülizmden öteye geçememesi tam da bu yüzden.

2021 yılına girerken, dünya yaşadığı kaostan çıkışını sağlayacak, iletişime ve diyaloga dayalı, evvel emirde bir arada yaşayabilmenin zemini oluşturacak, dönüşüm/değişim esaslı siyasal/entelektüel akla her zamankinden daha çok ihtiyaç duyuyor.