Yıkılmadık hala…

Aysu Basri Akter

Bir süredir kız çocuklarının başörtüsü üzerinden yaratılan suni gündem, dün Anayasa Mahkemesi kararı sonrasında farklı bir boyuta taşındı.

Bir sabah aniden başörtüsü ile okula gitmeye karar veren bir kız çocuğu üzerinden organize edilen gerginlik, din ve vicdan özgürlüğünden laiklik tartışmalarına, çocuk haklarından rejim değişikliği korkularına kadar tırmanan bir süreci başlattı.

Bu süreçte bir ülkenin en değerli yatırım alanı olan kamusal eğitim, öğretmene uygulanan baskı, provokasyon ve çocuklara yaşatılan gerginlikle bir kez daha yara aldı.

Yetmedi, Bakanlar Kurulu ani bir kararla kamuoyunda “başörtüsü tüzüğü” olarak geçen bir tüzükle olaya müdahale etti.

Sendikaların başlattığı hukuk mücadelesi ise 5 ayın sonunda dün neticelendi.

3 ayrı konuyla ilgili davacı tarafı haklı bulan Anayasa Mahkemesi, kabaca Bakanlar Kurulu’nun tüzük yaparak yasama yerine geçemeyeceğini, böyle bir tüzüğün Bakanlar Kurulu yetkisinde olmadığını karara bağladı.

Bu karar şüphesiz ki, laiklik konusunda kamuoyunda oluşan tartışmasız sahiplenişin de bir sonucu. Ancak böyle bir ortamda kırılgan bir zafer duygusu yarattığının da altını çizmek gerekiyor.

Zira Anayasa Mahkemesi, tüzüğün içeriğini Anayasa’nın laiklik ilkesine aykırı bulmadı!

15 yaşından sonra kişinin kılık kıyafetinin ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirebileceğini söyleyerek, Bakanlar Kurulu’nun bu konuda tüzük yapamayacağını, böylesi düzenlemelerin ancak yasayla mecliste yapılabileceğinin altını çizdi.

Yani aslında Anayasa Mahkemesi laiklik endişesiyle yola çıkan sendikaları haklı bulmakla birlikte, kararını teknik düzlemde sınırlamayı tercih etti.

Yine de Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “kız çocuklarımızın başörtüsüne karışan karşısında bizi bulur” ifadesine rağmen alınan bu kararın, başörtüsünü özgürlük ve eşitlik temeline havale ederek, Erdoğan’ın karşısına geçmeyen ama kapıyı da kapatmadan aralayıp, içeri sızabilecekleri süzen bir karar olduğunu söyleyebiliriz.

O yüzden teknik olarak şimdi hükümet meclise okullarda başörtüsünü serbest bırakan bir yasal düzenlemeyi getirip geçirebilir. Bunun Anayasa’nın laiklik ilkesine aykırı olduğunu düşünenler de ancak tekrar dava açıp yeni bir değerlendirme bekleyebilir.

Türkiye’nin üst düzey siyasetinin de bizzat rol oynadığı bu provokatif süreç daha da tırmandırılır, hükümet mesela seçimlerde CTP’yi köşeye sıkıştırmak için yeni bir er meydanı kurar, buralardan oy devşirmeye çalışır mı, yoksa toplumun ezici çoğunluğunun temel değerlerini tartışma konusu yapmaya cüret etmez mi, bunu görmek için uzun süre beklemeye gerek kalmayacak.

Ancak yaşanan bu örnek, dinin teşhir edilen gündelik hayatın merkezine yerleştirilme hassasiyetine acı bir göstergedir.

Ve yaşanan aslında hala mücadele alanının, yargının, hukukun, adaletin varlığını koruduğunu ancak hedefin bir yönetim değişikliğine odaklanmasıyla bunun pekala gerçekleştirilmesinin de mümkün olduğunu gösteriyor.

Bu örnek, Kıbrıs Türk toplumunun hassasiyetlerine, ilke ve değerlerine hala sıkı sıkıya sahip çıktığını ve bunun karşılığını her şeye rağmen alabildiğini de gösteriyor bir taraftan.

Bu örnek, her ne kadar yıpratılarak etkisizleştirilmeye çalışılsalar da sendika ve sivil toplum örgütlerinin hala gücü olduğunu da ortaya koyuyor.

Hani “artık her şey bitti, Türkiye ne derse sandıktan da O çıkar, kim gelse bir şey değişmez” diyoruz ya…

Bu örnek belki son bir kez daha ama hala sandıkla demokrasinin yaşam alanı olduğuna da güçlü bir işaret.

Bu seçeneğin kullanılmaması halinde ne olabileceğini göstermesi açısından da önemli bir veri.

Bugün bir seçim ya da dava kazanmak, tek başına yeterli değil. Toplumsal zeminde genel bir irade bütünlüğü sağlayıp, temel ve ortak değerler hala ayaktayken, bunun için mücadeleye devam etmek önemli.

Türkiye ile Kuzey Kıbrıs arasında imzalanan Mali Protokole bu yıl ilk kez öncekilerden farklı olarak daha sıkı bir denetleme mekanizması yerleştirildi. Zaten hedefler doğrultusunda kaynak aktarımı yapılan, hedeften sapılması karşısında kaynağı durduran bir yaptırıma sahip olan Türkiye tarafı, bu protokole ilk kez iki ülke yetkililerinden oluşan ortak izleme komitesinin aylık düzenli toplanması şartı getirdi.

Performans kriterleri daha da somutlaştırıldı, daha ölçülebilir hedefler getirildi.

Hedefler yerine getirilmezse kaynak aktarımının bekletileceği açıkça belirtilerek, kaynağı doğrudan durdurma şartı güçlendirildi.

Bakanlıklar bazında izleme birimlerinin oluşturulması şartı getirildi. Ankara’ya düzenli rapor sunmakla görevlendirilen bu birimler üzerinden her bakanlığın gölge bir bakanlığı var artık.

Zaten oldukça etkin çalışan Türkiye’den gelen bürokratlar ve TC Kalkınma ve Ekonomik İşbirliği Ofisi, 2025 protokolüyle birlikte daha da etkinleştirildi. O yüzden şimdi Bakanlıklarda ofisi bulunan TC bürokratlarından bahsediyoruz.

Bu aslında son protokole göre, yasal bir şart olarak koşuluyor ve hem hangi projelerin hayata geçeceği hem de kaynak aktarımı konusunda daha etkin bir söz hakkına sahip oluyor.

Bu yapı kemikleşirken bunu dönüştürmek, yetki alanlarını devralmak çok kolay değil. Zira birçok bakanlık ve dairede zaten işi yönetebilecek bir yönlendiriciye gerçekten ihtiyaç var. Kamuyu o kadar uzun zamandır liyakatten uzaklaştırdık ki, yaratılan yönetim boşlukları kendi doğallığında dolduruluyor.

Ama tıpkı bugünkü mahkeme kararının dayandığı hukuk zemininin varlığı gibi hala ümit var.

Ve hala ümit varken, mücadeleye her alanda devam edip, gelecek kuşakların özgürce, refah ve barış içinde yaşayabileceği bir ortam yaratmak için çabalamak temel sorumluluğumuzdur.