Yeniden İnsan Hakları

Mertkan Hamit: 10 Aralık 1948 yılında Elena Roosevelt’in dünyaya duyurduğu ‘Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nin ertesinde bu tarih Evrensel İnsan Hakları günü olarak kutlanmaya başlandı

Mertkan Hamit
mhamit@gmail.com

 

 

10 Aralık 1948 yılında Elena Roosevelt’in dünyaya duyurduğu ‘Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nin ertesinde bu tarih Evrensel İnsan Hakları günü olarak kutlanmaya başlandı. Bundan bir yıl önce yine Gaile Dergisi’nde insan hakları üzerine bir tartışmayı ele alırken, insan haklarının kendi öznesini kaybetmiş bir talep olarak gördüğümü anlatmaya çalışmış ve sözlerimi “Kıbrıs’ta her şeyde olduğu gibi insan hakları söyleminde de alternatif bir dile ihtiyacı vardır” diyerek sonlandırmıştım.[i]

Aradan geçen bir yıl içerisinde ne Kıbrıs’ın kuzeyinde ne de dünyanın geriye kalanında insan hakları ile ilgili koşulların iyileştiğini iddia etmek pek de mümkün değil. Hatta, benzeri bir biçimde Kıbrıs’ın kuzeyinde toplumun geneline baktığımızda insan hakları konusunda yeterli farkındalığın da yaratılamamış olduğu da bir gerçek.[ii] Küreselboyutta ise son bir yıl içinde Orta Doğu’da yaşananların ve Afrika’daki kronikleşmiş sefaletin yanında kimi zaman insan hakları üzerine konuşmak beyhude bir çaba olarak da algılanabilnir. Tüm bunlara rağmen, yüzyıllardır hak mücadelelerinin, politikanın zemini olduğunu hatırladığımızda şartlar ne olursa olsun insan hakları için verilecek olan kavganın sağlayabileceği özgürlüğün azımsanmaması gerektiğini belirtmek elzemdir.

Buna rağmen, konuşma özgürlüğünden yaşama hakkına, barınma hakkından sosyal güvence hakkına kadar bir çok konuda temel bazı ihtiyaçları vurgulayan insan hakları görüşü hangi sebepten dolayı temel bir evrensel değer olarak kurgulanamamaktadır? Bu düşüncenin söylemsel olarak siyasetin merkezini işgal ederken, uygulamalarda hangi sebeplerden dolayı sorunlar yaşanmaktadır?

Kendi iddiam şu yönde olacak: tabandaki insan haklarını talep eden ile tepede insan haklarını bahş edenlerin algısındaki derin bir farklılaşma vardır. Bu yüzden de tepedekiler ile tabandakiler aynı kelimeleri kullansa bile farklı anlamlarda hareket etmekte, bu da insan hakları ile ilgili paradoksal bir durumun ortaya çıkmasını tetiklemektedir.

Tepedekiler derken ortaya koymak istediğim sadece seçilmiş siyasi liderler değildir. Ayrıca mevcut iktidar ilişkileri içinde siyasi veya ekonomik olarak üst tabakadakileri, yönetenleri ya da günlük kamuoyuna etki etme kapasitesi olanların tümünü ortak bir biçimde kapsamakta fayda görüyorum. Bu noktada, insan haklarına, mevcut düzeni ve bu düzenin devamını talep eden bir çok kişi veya kurum tarihin sonunun geldiği tezine benzer bir bakış açısıyla yaklaşmaktadırlar.[iii]

Bu teze göre, yaşanılası bir dünya için artık ideolojik bir kavga vermenin yersiz olduğuna dair bir ön kabul vardır. Bu anlayış, bir çok toplumsal problemin sistematik boyutunu görmezden gelerek salt bir yönetim problemi olarak algılamaktadır. Üstelik bölgesel ve küresel olarak yaşanılan tüm sosyal problemlerin çözümünü insan hakları, demokrasi, hukuğun üstünlüğü gibi yuvarlak söylemlerle tesis etmeye çalışan bu zihniyet, ideolojisizleştirilen siyasetin verimlilikle ölçülmesi gerektiğine dair de bir kabulü ortaya çıkarmakta ve verimliliğin çapasını da ekonomik göstergelere dayandırmaktadır.

Özet olarak, insan haklarının herkesin ortaklaştığı bir değer olarak algılanması onu iyi yönetim için gerekli normatif bir araç haline getirmektedir. Burada ise, ideolojik olarak kavga vermenin anlamsız olduğuna yönelik görüşün yanında, ‘yumuşak güç’ olarak araçsallaştırılan insan haklarının ‘neyin aracı’ olarak kullanıldığını sorguladığımızda karşımıza neoliberal piyasa ekonomisi ve kapitalist ilişkilerin devamlılığı ekseninde bir sonucun çıktığını da görebiliriz.

Özellikle hegemonik devletlerin ya da küresel ‘imparatorluğun’ insan haklarını kullanma amacı genellikle kendi iktidar biçimlerini ve kendi iktidarlarının varlığını sürdürebilmeleridir. Öyle ki, resmi söyleme göre yakın geçmişimizde yaşadığımız Yugoslavya’nın bombalanması, Afganistan’a müdahale ve Irak ile yapılan savaş bölgeye insan haklarını tesis etmek için yapılmıştı. Benzeri bir biçimde Libya’da Kaddafi iktidarının yık(tır)ılması veya Suriye’de Esad ile Özgür Suriye Ordusu arasında yaşananlar insan hakları söylemlerinin yoğun bir biçimde dillendirildiği örneklerdir.

Tüm bu örneklerde kural koyucuların veya müdahaleyi gerçekleştirenlerin tek kaygısının insan hakları ekseninde şekillenmediğini iddia edebiliriz. Bu açıdan insan haklarının araçsallaştırıldığı ve hatta bir dış politika aracı haline getirildiği günümüzde ‘hangi insanın hakları’ biçiminde sorulacak bir sorunun cevabında tabandakilerin yer almadığını düşünmek içten bile değildir.

Bu durumla ilgili çarpıcı bir örneği Avrupa Birliği liderler zirvesinde İngiltere Başbakanı David Cameroon’un konuşması sırasında yaşadık. Libya’ya yapılacak insani müdahale öncesi: “Kuzey Afrika’daki demokratik uyanışı gerçek bir tutkuyla benimsemeli ve bu ülkeleri demokrasiye giden yollarında cesaretlendirmeliyiz (...) Bu ülkelere ulaşarak, onlara yeni işbirlikleri önermeli, pazarlarımızı açmalı ve onların daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük ve daha fazla insan haklarına doğru yönelmelerine karşılık vermeliyiz”[iv] şeklinde bir konuşma yaparken hali hazırda ekonomik kaygılar ile insan hakları tutkusu arasındaki ilişkiyi ortaya koymuştu. Buna bir de müdahelenin ertesinde İngiltere’de yayınlanan Independent Gazetesi yer alan ve bağımsız uzman raporlarına dayandırdığı “Libya müdahelesi sırasında, katılan tüm grupların –Kaddafi Güçleri, Kaddafi Karşıtı Güçler ve NATO- insan haklari ihlali yaptıkları veya savaş suçu işlediklerine dair kanıtların bulunduğu“ iddiasıyla düşündüğümüzde insan haklarının tepedekiler ile tabandakiler arasında ciddi bir farklılaşma içinde olduğunu daha net bir biçimde görebiliriz.[v]

Bu noktadan itibaren ise bir başka boyutu vurgulamakta yarar var. Her ne kadar da hegemonyal ilişkiler dahilinde insan hakları araçsallaştırılarak içi boşaltılmış olsa da veya normatif değerlerle iktidarın kitleleri ikna etmek için kullandığı bir slogan haline dönüşmüş olsa da,  insan hakları sadece yönetenlerin tercihlerine bırakılacak bir değer olmamalıdır.

Kuşkucu ve eleştirel olmanın doğru adımlar atmaya katkı sağlayacağından eminim. Velakin bunun insan hakları mücadelesinin reddedilmesi anlamına gelmediğinin altı çizilmelidir. Bana göre insan haklarının temel ve reddedilmesi mümkün olmayan değerlerini dikkate aldığımız zaman tabandakileri kapsayabilme potansiyeli olan sistematik ekonomik veya politik baskı ve dayatmalara karşı bir direniş hareketi olarak insan haklarının potansiyeli yadsınmamalıdır.

Toplumun görünür olan kesimleri sıklıkla kendileri gibi tabandakilerin de hak taleplerinin halihazırda sağlanmış olduğunu kabul eder. Halbuki tabanda olmak görünür olamamak ile ilgilidir. Yani, illa ki yapının marjinalleştirdiği göçmen, mülteci, kadın, LGBTQ ve diğer azınlık gruplara dahil olmadan tabandakiler olarak tanımlanmak mümkündür.

Merkeziyetçi ulus devlet anlayışı milliyetçilikle beraber homojen bir ulus hedefiyle iktidarın topluma kabullendirmesi devletlerin öznelerine sağlayacağı özgürlük alanını merkezden uzaklaştıkça azalması gibi bir paradoksu içerir. Ulus devletin kendini insan merkezli değil, egemenlik ve sınır merkezli kurgulamış olması insan hakları konusunda yaşadığımız en büyük çıkmazların sebebidir. Ulus devletin insan haklarını bahşederken, aynı zamanda insan hakları ihlallerinin sorumlusu da olması belirtilmeden geçilmemelidir.

Baskın ekonomik ve siyasi talepler devletin çeşitli hakları sağlama kapasitesini azaltırken, eş zamanlı olarak devletlerin yönetimleri altında yaşayanların temel ihtiyaçlarına cevap verebilme kapasitesinin de altını oymaktadır. Mevcut haliyle ulus devletin hak taleplerine karşılık verme konusundaki yetersizliği ve tabanda olan insanların seslerini iktidara duyuramaması  iktidara karşı insan haklarını meşru bir mücadele zemini olarak yeniden önümüze koymaktadır. Üstelik bu sadece iktidar olan kişi ve gruba karşı değil, 17. Yüzyıldan gelen ulus devleti, neoliberalizm ekseninde dönüşen küreselleşmenin getirdiği problemleri çözümek için de oluşturulacak bir alternatifin temeli olabilir.

İnsan hakları tabanın alternatif mücadelesi olarak kurgulanması için dilini insanların acısını hafifletmeyi hedefleyen bir hareket ekseninde yenilemelidir. Ancak bu biçimde kurgulanacak bir söylem Lefkoşa’da, Tripoli’de veya Şam’da gerçek anlamda evrensel olan ve baskılara karşı direnişin sembolü olacak özgürleştirici bir talep halini alabilir. İnsan hakları iktidarın kendini meşru kılması için kullanacağı bir araç değildir. Tam tersine kitlelerin iktidara sebebi farketmeksizin insanların acıların azaltılması sorumluluğunu hatırlatacak olan bir değerdir.



[i]  Hamit, M. "Öznesini Kaybetmiş Bir Talep: İnsan Hakları." Gaile Dergisi, 18 Aralık  2012.

(http://alternatifim.org/2012/01/02/oznesini-kaybetmis-bir-talep-insan-haklari/)

[ii] "İnsan Haklarında Vasat Seviyedeyiz." Kıbrıs Postasi. 10 Dec. 2012.

(http://www.kibrispostasi.com/index.php/cat/35/news/94303/PageName/KIBRIS_HABERLERI)

[iii] Fukuyama, Francis. The End of History and the Last Man. New York: Free, 1992.

[iv] Watt, Nicholas. "Nicolas Sarkozy Calls for Air Strikes on Libya If Gaddafi Attacks Civilians." The Guardian. Guardian News and Media, 11 Mar. 2011. (http://www.guardian.co.uk/world/2011/mar/11/nicolas-sarkozy-libya-air-strikes)

[v] "Nato Accused of War Crimes in Libya." The Independent. Independent Digital News and Media, n.d. 10 Dec. 2012. (http://www.independent.co.uk/news/world/africa/nato-accused-of-war-crimes-in-libya-6291566.html)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri