Yeni müzakere sürecinin düşündürdükleri

Yücel Vural

Yeni müzakere sürecine dönük olumlu beklenti içinde olan herkesin şimdi en çok bu konuya odaklanması gerekiyor.

‘Herşey üzerinde uzlaşmadan, hiçbir şey üzerinde uzlaşmış olmama’ ilkesine bağlı kalarak çökmesi halinde sonu gelmez bir müzakere sürecine yeniden başlamak mı, yoksa uzlaşılan konuları derhal uygulamaya sokmayı, KıbrıslıRum tarafını federal devlette güç paylaşımına adım adım hazırlamayı, KıbrıslıTürk tarafına da uluslararası hukuk sınırları içinde bir statü sağlayarak mevcut durumdan adım adım federasyona yönelmek mi?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın toplumlararası müzakerelerin yeniden başlamasına dair aylarca önce desteğini açıklamasına rağmen, Türkiye’nin müzakere sürecinde ne öçlüde kararlı olduğu konusu hala müphem bir olgu olmaya devam etmektedir. Son dört yıl içinde ‘uluslararası tanınma’ ve ‘egemen eşitlik’ talebine sarılarak, Kıbrıs’ta çözümün zeminini oluşturan BM parametrelerini reddeden Türkiye ve KıbrıslıTürk liderliğinin hangi manevrayı yaparak masaya yaklaşacağından daha da önemli olan konu, masada takınılacak  tutumdur.

Erdoğan’ın bir işaretiyle başlayacağı anlaşılan müzakerelerin çoktandır Türkiye-Batı ilişkilerine endekslenmiş olduğu söylenebilir. Yani Kıbrıs’ta bir şekilde başlaması artık kaçınılmaz olan müzakere sürecinin istikrar kazanması ve bir sonuç üretebilmesi için Türkiye-Batı ilişkilerinin onarılması gerekmektedir.

Türkiye, son zamanlarda ABD yönetimi başta olmak üzere, Batı’yla bozulan ilişkilerini yeniden rayına koymak için, oldukça yavaş ilerleyen bir çaba içerisinde olmuştur. İsveç’in NATO üyeliğinin, tüm olumsuz söylemlere rağmen TBMM tarafından onaylanması ve Türkiye’ye F16 savaş uçaklarının satılmasında ABD tarafından konulan engellerin kaldırılması, bu bağlamda umut vaat eden gelişmelerdir.

Bununla birlikte Türkiye-ABD ilişkilerinde sorunların kaynağı  sadece bu iki konuyla sınırlı değildir. Bilindiği gibi, Rusya ve Iran’ın Ortadoğu’daki etkinliğini artırarak İsrail’in güvenliği başta olmak üzere ABD çıkarlarına daha büyük bir tehdit olmasına engel olmak amacıyla, Süriye’nin kuzeyindeki silahlı Kürt hareketi ABD himayesine alınmıştır.

Süriye Kürt hareketine, Irak örneğinde olduğu gibi, muhtemelen özerklikle sonuçlanacak bir desteğin verilmesi, Türkiye tarafından anlaşılıp kabullenilmesi oldukça zor görünmektedir. Buna karşılık, Rusya’yla yakınlaşma başta olmak üzere, Türk dış politikasında NATO müttefikliğiyle bağdaşmayan yeni yönelimlerin de ABD tarafından hazmedilmesi neredeyse imkansızdır.

Ayni şekilde, Türkiye’nin, AB perspektifini raftan indirerek yeniden piyasaya sürmesi ve Yunanistan’la başlayan yumuşama süreci de Batı’yla bozulan ilişkilerini onarma çabasının bir parçası olarak görülebilir. TC hükümet yetkililerinin ‘AB üyeliğinin stratejik hedef olmaya devam ettiğini’ açıklamaları, Erdoğan’ın Yunanistan ziyaretinde estirilen olumlu hava ve Yunan başbakanının, ayni atmosfer içinde Mayıs 2024’te yapılacağı duyurulan Türkiye ziyareti, haklı olarak Türkiye-Batı ilişkilerinin geleceği açısından heyecan uyandırmaktadır.  Bununla birlikte Türkiye’nin AB perspektifinin canlandırılmasına en çok katkıda bulunacak olan demokratikleşme adımlarından ısrarla kaçınıldığından apaçık görülebilen bir gerçekliktir. Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde yaşanan yumuşama ise bir erken uyarı sistemi oluşturma ve olumlu niyet açıklama  dışında söylem düzeyinin ötesine henüz geçememiştir.

Türk-Yunan ilişkilerinde yaşanan olumlu havanın, şimdilik oldukça sınırlı olduğu ve bunun Kıbrıs sorununa yansımasının ise henüz karanlıkta kaldığı anlaşılıyor.

Türkiye’nin Batı’yla ilişkilerinde yaşanan bazı olumlu gelişmelerin ve halen devam eden belirsizliklerin Kıbrıs’a dönük bazı önemli yansımaları da olmaktadır. Annan planı örneğinde olduğu gibi, içeride demokratikleşme rüzgarını arkasına alarak Batı’yla ilişkileri AB üyeliği perspektifini elde etmeye doğru genişleten Türkiye, önceki dönemlerden farklı olarak Kıbrıs sorununda yapıcı bir tutum takınmıştı. Bu tutum nedeniyle, KıbrıslıTürk sağ-milliyetçi siyaset önemli bir dayanağını yitirerek, Kıbrıs sorununda bölünmenin payandası durumunda olan tabuların yıkılmasını şaşkınlıkla izlemekten başka bir etkide bulunamamıştı.

 KıbrıslıTürk toplumundaki sağ kanat siyaset, çözümsüzlük ortamında Türkiye’nin geleneksel tezi olan ‘bölünme’ ve ‘iki devletli çözüm’e yaslanma eğiliminde olmuştur. Bazı durumlarda bu duruş, Türkiye’nin revize edilen dış politikasıyla çatışmayı dahi öngörmüştür. Türkiye’nin bölünme siyasetinin sürdürülmesini mümkün görmeyerek çözümden bahsettiği durumlarda, KıbrıslıTürk sağ kanat siyaseti, Denktaş örneğinde görüldüğü gibi, pasif bir direnişe yönelmektedir.

KıbrıslıTürk sol kanat siyasetçilerin etkili olduğu dönemlerde ise, beklenen düzeyde olmasa bile toplumlararası ilişkilerde, arabayı uçuruma yuvarlayacak maceracı girişimlerden uzak durulmuştur. KıbrıslıTürk sol kanat parti ve siyasetçilerin, hiçbir dönemde bölünme siyasetine bilinçli destek vermemesi ve Kıbrıs’ın tümüne dönük geliştirdiği bağlılık duygusu bu anlamda önem taşıyor. Türkiye ve KıbrıslıTürk sağ kanat siyaseti, işte bu nedenle  Kıbrıs sorununda ray değişikliğini gerçekleştirmek için üç yıl beklemek zorunda kalmıştı.

KıbrıslıTürk sağ kanat siyasetin yol açtığı bir dizi yolsuzluk, rüşvet, sahtecilik, beceriksizlik ve öngörüsüzlük KıbrıslıTürk yönetimini bir enkaz yığınına çevirmiştir.

Bu yıkıntıya yol açan çöküşün, Kıbrıs sorununun çözümüne dönük bir hareketlenmenin beklendiği bir ortamla örtüşmesi ilginç bir durum ve ciddi bir soru işareti yaratmaktadır: Yeni süreçte KıbrıslıTürk toplumunu kim temsil edecektir? Toplumlararası müzakerelerde hangi zihniyet masada olacaktır?

 Ama bunun ötesinde, müzakerelerin kaderini etkileyecek en önemli olgu, müzakerelerde uygulanan metedolojiyle alakalıdır.

Acaba taraflar, geçmişte  benimsedikleri ‘her şey üzerinde uzlaşmadan, hiçbirşey üzerinde uzlaşmış sayılmama’, yani ‘ya hep ya hiç’  ilkesini devam ettirecek midir?

Bu ilkeyi aslında her iki tarafın, ama en çok zarara uğrayan taraf olduğu için, özellikle KıbrıslıTürk tarafının artık reddetmesi gerekmektedir. Yani taraflar uygulanmak üzere uzlaşma arayışını öne çıkarmaları gerekir.

Eğer KıbrıslıRum tarafının amacı Kıbrıs Cumhuriyeti’nin  uluslararası statüsünü kullanarak KıbrıslıTürk tarafının ekonomik kalkınmasını engellemek değilse, bu ‘ya hep ya hiç’ ilkesi üzerinde başka hangi gerekçelerle ısrar etmektedir? Bu soruya ‘Kıbrıs Türk tarafının statüsünün yükseltilmesine ve dolayısıyla Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenlik erozyonuna uğramasına engel olmak’  şeklinde bir yanıt almak oldukça mümkündür.

Eğer KıbrıslıTürk tarafının gerçek niyeti çözümsüzlüğün kalıcı bölünmeye doğru evrilmesi yönünde baskı yaratmak değilse, niçin ‘ya hep ya hiç’ ilkesine sarılmaktadır? Muhtemel yanıtların en güçlüsünü tahmin edebiliriz: ‘Tam uzlaşma olmadan KKTC’den niçin taviz verelim’!

Her iki yaklaşımın da mevcut durumun sürdürülmesinden başka bir sonuç üretmediği apacık ortadadır.

Halbuki tarafların liderler düzeyinde vardıkları uzlaşmalarda ve BM GK kararlarıyla sabit hale getirilmiş çözüm parametrelerinde, hedefin ne olduğu bellidir. Ama bunları tekrarlamanın ötesinde tarafların bu hedefe ulaşmak için adım atmaları gerekiyor.

BM Genel Sekreteri Guterres’in yıllar önce önerdiği ‘Stratejik Anlaşma’, bu  ‘ya hap ya hiç’ ideolojisinin terkedilmesini, yani tarafların geriye dönüşü olmayacak şekilde, çözüme dönük ciddi adım atmalarını öngörüyordu.

Yeni müzakere sürecine dönük olumlu beklenti içinde olan herkesin şimdi en çok bu konuya odaklanması gerekiyor.

‘Herşey üzerinde uzlaşmadan, hiçbir şey üzerinde uzlaşmış olmama’ ilkesine bağlı kalarak çökmesi halinde sonu gelmez bir müzakere sürecine yeniden başlamak mı, yoksa uzlaşılan konuları derhal uygulamaya sokmayı, KıbrıslıRum tarafını federal devlette güç paylaşımına adım adım hazırlamayı, KıbrıslıTürk tarafına da uluslararası hukuk sınırları içinde bir statü sağlayarak mevcut durumdan adım adım federasyona yönelmek mi?

KıbrıslıTürk tarafı’nın Erdoğan’ın işaretiyle masaya oturmasının beklendiği bir ortamda en önemli konunun bu olduğunu düşünüyorum.