“Yaşamın kıyısında”

Çağıl Günalp

Toplumlar, tıpkı bireyler gibi yaşayan yani canlı bir organizmadırlar. Bireyler gibi toplumların da kendi bilinçleri vardır; dolayısı ile değerler silsilesi oluştururlar, kendi serüvenlerini belirleme olanağına çoğu zaman haiz olurlar, aydınlanabilirler veya tam tersi dogmatik öğretiler ile zincirlenip yıllarca bir karanlığın içerisinde hapsolabilirler. Kimi toplumlar, yaşadıkları karanlık dönemden ders çıkarıp daha güvenli, adil, özgürlükçü bir gelecek örerler, kimi toplumlar ise hapsoldukları Ortaçağ karanlığının yarattığı yıkım ile daha da bilinçsiz olup, mental kölelik içerisinde özne olamazlar.

Yukarıda bahsettiğim şekilde, yaşadığı yıkımın ardından yeniden doğuşun simgesi olan, özgür ve insanı merkeze alan bir yaşamın tasarlanmasına örnek verecek olursak; akla ilk olarak Avrupa’nın son 600 yılda yaşadıkları gelecektir. Bu noktada, Avrupa toplumlarının, kadınların “cadı” olduğu iddiası ile yakıldığı, zihinsel ve bedensel engelli bireylerin insan sayılmadığı, dinin insanları duygusal ve manevi anlamda sömürdüğü, para karşılığında cennetten yer satın alındığı, türlü bulaşıcı hastalıkların insanları kırıp geçtiği bir dönemden bugüne gelinmesinde yaşadığı dinsel, politik, toplumsal devinimlerden kısaca bahsetmek gerekiyor...

Bugünkü batı demokrasinin temellerinin her ne kadar da 17. Yüzyıl’da gelişen Aydınlanma Çağı ile atıldığı belirtilse de Aydınlanma’nın temelleri Rönesans’a kadar uzanır. En genel tabir ile otorite ve meşruiyettin birincil kaynağını usun yani aklın merkeze alındığı fikirlerin oluşturduğu Aydınlanma, bugün özgürlükçü demokrasinin en temel yapı taşları olan hürriyet, birlik, ortak iyi, toleransın (dinsel ve düşünsel) esasen ortaya çıktığı çağdır... Yine bu dönemde Fransız düşünür Montesquieu, 1748 yılında yayımladığı Kanunların Ruhu Üzerine isimli eserinde, kuvvetler ayrılığı ilkesi ile devlet organları olan yasama, yürütme ve yargıyı birbirinden ayırarak her birine ayrı bir etki ve sorumluluk alanı biçmiştir. Tabii ki bahse konu fikirlerin ışığında Aydınlanma ile birlikte monarşilerin ve kilisenin yani teokratik gücün etkisi azalmış; sadece 18. Yüzyıl’daki değil, ilerleyen yüzyıllardaki politik devrimlerin tohumları atılmıştır. Aydınlanma Çağı ile oluşan entelektüel mirasın izlerinin ilerleyen dönemlerde nasıl takip edildiğini sanırım bu noktada biraz daha açmak gerek...

Çok fazla detaya girmeden belirtecek olursak, Aydınlanma ile yaşamı, insanı, aklı öne çıkaran düşünceler ve idealler ilerleyen çağlarda geleneksel doktrin ve dogmalara topyekün karşı çıkılmasını beraberinde getirmiştir. Birçok kaynakta altı çizildiği üzere, bu dönemde özellikle Paris merkezli filozoflar ve düşünürler ile toplumu temel alan, aklı dogmatik inançların üzerinde tutan, gözlem ve deneyin öne çıkarıldığı yaklaşımlar ile pozitif bilimlerde, formel ve beşeri disiplinlerde büyük ilerlemeler yaşanmıştır. Tabii ki bu dönem, Avrupa’da yıkımı topyekün sona erdirmez lakin Aydınlanma ile ortaya çıkan değerler yaşanan her yıkımın ardından rehber kabul edilip, koşulsuz bir özgürlük şiarı üzerinden toplumlar kendi değerler silsilesini yeniden yaratıp bunu bugüne kadar taşırlar... Tüm bunları yazıyor olmam pek tabii ki ne Avrupa’nın sömürgeci tarihinde kolonileştirdiği coğrafyalardaki toplumsal, çevresel yıkımı göz ardı ettiğim, ne de bugünkü batı demokrasisi ile refahın ilişkisini inkar ettiğim anlamına gelir... Lakin bu iki konu başlı başına ayrı makale konuları olduğu için yazımda bu iki konudan bahsetmeyeceğim.

Bugün, yakın coğrafyamızda yaşananlar bana Avrupa kıtasının yaşadığı Ortaçağ Karanlığı’nı anımsatıyor. Belki kadınlar cadı olduğu iddiası ile yakılmıyor, para karşılığında Papa cennetin en güzel yerini ayırmıyor lakin toplumun bireyleri arasında akla zarar bir kutuplaşma yaratılıyor, kendini sadece belli etnik, mezhepsel, kültürel sınıfın temsilcisi gören, kendi değer yargılarını yaşamın değiştirilmez kuralı sayan ve herkesin bilincine hükmetmeye çalışan otokratik bir anlayış baskısını daha da artırıyor. Gazeteciler tutuklanıyor, kadınları aşağılayan beyanlarda bulunuluyor, türlü demagoji ve manipülasyon ideolojik bir aygıt olarak kullanılıyor... Hedefe ulaşmak için tüm insani değerler ayaklar altına alınıp, Niccolò Machiavelli’yi bile mezarında ters döndürecek türlü yöntem mübah görülüyor.

Nasıl ki batı demokrasilerinin bugüne gelişini dünya savaşlarından, geçmiş yüzyıllardaki aydınlanma hareketlerinden bağımsız düşünemeyiz, yakın coğrafyamızda yaşananlar sadece İslam’ın siyasallaşması ile ilgili değildir pek tabii ki. Olayın askeri vesayet boyutu, yıllar yılı yaratılan sosyal adaletsizlik, cehalet, boyutu vardır. Konuyu sadece dine indirgemek hem basite kaçmaktır hem de olayı İslamafobi’ye kadar götürecek yanlış bir yoldur. Yaşananlar aslında bir muhafazakarlık sorunsalıdır, iktidarın denetimsizliğinin yozlaştırmasıdır, kontrolsüz gücün yıkımıdır, korkunun yaşamın önüne geçmesidir.

Avrupa'da 600 yıl önce yaşananların bugün, 2016'da yaşanıyor olması bu girdabın sona ermeyeceği anlamı taşımıyor elbette... Sancılı olsa da sona erecektir... Bunun için sonunda özgürlükçü bir demokrasiye varılacak olan bir yürüyüş en salih yoldur. Bu yürüyüş için ise öncelikle geçmiş ile yüzleşilmelidir. Bu yüzleşme ille de Avrupa’nın yüzyıllar önce yaşadığı yüzleşmenin birebir aynısı olması gerekmez, kaldı ki bu mümkün de değildir çünkü her konjonktürün dayattığı tavır farklıdır. Mayıs ayında “Bir bebekten katil yaratan karanlık ile yüzleşmek” isimli makalemde alıntısını yaptığım, düşünce yazılarının önemli isimlerinden Tanıl Bora’nın ‘Geçmişle Hesaplaşma: Niçin ve Nasıl?’ isimli makalesinde altını çizdiği gibi unutmak yerine hatırlamak ve geçmişle hesaplaşmak her şeyden önce ‘bir daha asla’ diyebilmeyi mümkün kılmak içindir. “Geçmişle hesaplaşmak bir lüks değil, bir fantezi değil, bir yarayı kaşımak değil; yarayı gerçekten sağaltmak açısından zorunludur” diyen Bora, geçmişte yaşanan travmatik olayların unutularak, halı altına süpürülüp geçiştirilerek, geleceğin sağlıklı bir şekilde kurulamayacağının altını çizer. Belki böylece bugünü dün üzerinden anlayabilir, yarını ise bugün üzerinden kurgulayıp ‘korkuya rağmen yaşasın hayat’ şiarı üzerinden özgür, adil, çok kültürlü, rengârenk bir dünyayı ütopya olmaktan çıkarabiliriz...