Yarışın Ortasında Çocuklarımız

Tuğba Özer

Okulların açılmasıyla birlikte sokaklar, caddeler, servis araçları yeniden hareketlendi. Çocuklar ellerinde çantalarıyla sınıflarına koşarken, velilerin aklında aynı sorular dolaşıyor: “Acaba bu yıl nasıl geçecek? Çocuğum başarılı olabilecek mi? Sınavlarda kaçıncı olacak?” Daha okulun ilk günlerinde bile çocuklarımızı, adını biz koymasak da, görünmez bir yarışın içine bırakıyoruz.

Aslında bu yarış çok eski. Çocuğun ilk adımlarından itibaren başlıyor.

“Seninki yürüdü mü?”, “Benimki konuşmaya başladı bile.” derken yıllar geçiyor ve sahne büyüyor. Kolej sınavları, lise maratonları, üniversiteye giriş yarışı, iş hayatındaki rekabet…

Ve tabii ki en acımasızı: “Senin çocuğun şunu yaptı, benim çocuğum bunu başardı.” Bu karşılaştırmaların gölgesinde büyüyor yeni nesiller.

Halbuki Mevlânâ’nın dediği gibi:

“Herkes birbiriyle yarışır, kimse kendisiyle yarışmaz.”

Biz ise kendi çocuklarımızı başkalarıyla yarıştırıyor, onların en doğal yolculuğunu bir rekabet pistine çeviriyoruz.

Bunları mesela hiç soruyor muyuz kendimize?

Bu hayatı gerçekten ne zaman yaşadık? Ve çocuklarımıza ne kadar yaşatabildik? Çocuğun bahçede düşe kalka oynadığı, denize korkusuzca daldığı, defterinin kenarına hayallerini karaladığı zamanları mı hatırlıyoruz, yoksa onların hangi sınavda kaç puan aldığıyla mı anıyoruz?

Karne günleri, sınav sonuçları ya da sosyal medyada paylaşılan başarı hikâyeleri…

Herkes kendi çocuğunun ışığını parlatmaya çalışırken, o gün istediğini yapamayan, belki de sadece biraz rahatsız olduğu için sınavda başarısız olan çocukların omuzları düşüyor. Bir kâğıt parçası, yılların emeğini, çocuğun iç dünyasını, çabasını ölçebilir mi gerçekten?

Montaigne der ki:

“Çocuklara bilgiden çok, doğru düşünmeyi öğretmek gerekir.”

Ama biz çoğu zaman bilgiyi yarışın silahı haline getiriyor, düşünmeyi, hayal etmeyi, sorgulamayı arka planda bırakıyoruz.

Okullar yalnızca bilgi aktarılan yerler değildir; aynı zamanda karakterin, vicdanın, insanlığın yoğrulduğu mekânlardır. Eğitim, sadece akademik başarıya indirgenemez. Gerçek başarı; merhametli, saygılı, doğaya ve topluma duyarlı bir birey olabilmektir.

Albert Einstein’ın sözünü unutmamak gerek:

“Başarılı olmaya çalışmayın, değerli olmaya çalışın.”

Çocuğumuzun gözlerindeki ışık, sosyal medyada paylaşılan başarı belgelerinden çok daha kıymetlidir. Onları yarışın ortasında, kıyasların baskısı altında büyütmek yerine; hatalarıyla, doğrularıyla, yanlışlarıyla insan olabilme yolculuğunda desteklemek…

İşte asıl görevimiz budur.

Geçtiğimiz hafta yazımda da belirttiğim gibi, toplum olarak görevlerimiz var: İyi bir anne olabilmek, iyi bir baba olabilmek ve en önemlisi iyi bir insan olmaya çalışmak.

Çocuklarımız hata yapsa da onlara sahip çıkabilmek, o hatalardan ders çıkarabilmeleri için yol gösterebilmek, düşseler de elinden tutabilmek, ötekileştirmeden, incitmeden kabullenebilmek… İşte en büyük erdemlerden biri budur bence!

Çünkü her hata, doğruya giden yolda bir işarettir. Yeter ki görebilelim ve yeter ki gösterebilelim.

Konfüçyüs’ün dediği gibi:

“En büyük zafer, hiç düşmemek değil; her düştüğünde yeniden ayağa kalkmaktır.”

Güzel çocuk, yakışıklı çocuk, çirkin çocuk diye bir şey yoktur; kendi evladımız vardır. Aslında toplum olarak baktığımızda çocuklar hepimizin, o “biz” duygusunda. Yani geleceğimiz gençlerimiz. Geleceğimizi emanet edeceğimiz bu çocukları, yanlışlarıyla ve doğrularıyla kabullenebilmek; onları kendi doğrularımıza en yakın bir şekilde kucaklayabilmek…

Ve belki de yeri geldiğinde onların doğrularına da saygı duyabilmek. İşte yarınlara bırakabileceğimiz en değerli miraslardan biri de  budur.

John Dewey’in dediği gibi:

“Eğitim hayata hazırlık değildir; eğitim hayatın ta kendisidir.”

“Tabii ki eğitimde başarılı olalım, tabii ki kariyerimizde hedefler koyalım. “

Ama hayatımız sadece bu başarıların peşinde koşmaktan ibaret olmasın. Hayat, bir merdivenin basamaklarını hızla çıkmak değildir; bazen o basamaklarda soluklanmak, etrafımıza bakmak, o anın tadını çıkarabilmektir.

Çünkü hayat dediğimiz şey aslında anlardan oluşur. O anları fark edebilmek, onları doyasıya yaşayabilmek de en az başarı kadar değerlidir.

Başarı, eğer bizi kendimize ve çevremize yabancılaştırıyorsa, aslında kaybedilen bir şeydir. Oysa gerçek başarı; insanın hem kendi ruhunu hem de başkalarının yaşamını güzelleştirebilmesidir.

Marcus Aurelius’un dediği gibi:

“Hayat ne geçmişte ne gelecekte; sadece şu andadır. Onu kaybetmeden yaşa.”

Epiktetos’da benzer şekilde hatırlatır:

“Bizi asıl mutsuz eden olaylar değil, onlara yüklediğimiz anlamdır.”

Yani başarıya ulaşalım ama başarısızlıktan da korkmayalım. Her ikisinin de hayat yolculuğunun doğal parçaları olduğunu bilelim.                     Çocuklarımıza da bu bakışı kazandırabilirsek, sadece başarılı bireyler değil, mutlu ve huzurlu bireyler yetiştirmiş oluruz.

Çünkü hayat ne bir karne gününden, ne bir sınav sonucundan, ne de bir güzellik yarışından ibarettir.

Okulların açıldığı şu günlerde kendimize bir kez daha sormalıyız: Biz çocuklarımızı gerçekten geleceğe mi hazırlıyoruz, yoksa bitmeyen bir yarış pistine mi sürüklüyoruz?

Satırların yarenliğinde yeniden görüşmek üzere. Hoşça kalın.