Siyasetin meyhane köşelerinde icra edilen bir faaliyet olarak kabul edildiği bu ülkede, “Kıbrıslı Türklerin Hâlleri”ne kafayı takmış biri için meyhane muhabbetini sevmek, hem şans hem de büyük bir şanssızlıktır. İşin iyi tarafı, bu sayede, alan araştırması yapmak için özel bir çaba göstermeye gerek duymaksızın, olan bitenden, seçmen davranışlarından (özellikle de seçmenin bir siyasi partiye neden oy verip, neden vermediğinden), memlekette “siyaset” denilince ne anlaşıldığından haberdar olmanızdır.
Kendi meyhane tecrübemden hareketle, tanığı olduğum iki olayı paylaşmak ve okuyucuyu bu olaylar üzerinde düşünmeye davet etmek niyetindeyim bu yazıda. Birincisi, meşhur UBP Kurultayı öncesinde yaşandı. Masaya gelen ve kuruluşundan beri UBP içerisinde yer aldığının altını çizen kişi, Kurultay’da İrsen Küçük’e oy vermeyeceğini, seçimin de sanıldığının aksine başa baş sonuçlanacağını söyledi. Söylediklerinin beni iki noktada şaşırttığını itiraf etmeliyim. Birincisi, protest tavrıydı. Hâlinin vaktinin yerinde olduğunu bildiğim bu adam acaba neden memnun değildi memleketin genel gidişatından? Şaşırdığım ikinci nokta ise seçim sonucuna ilişkin tahminiydi. Bu tahmin benimkinden tamamen farklıydı. Ben, yaşananlardan yalnızca basın aracılığıyla haberdar olabilen bir kişi olarak, Küçük’ün seçim yarışını açık ara kazanacağını sanıyordum. Oysa, kuruluşundan beri UBP içerisinde yer aldığını söyleyen bu kişinin Parti’yi benden daha iyi tanıdığına kuşku yoktu.
Doğal olarak, beni şaşırtan bu iki noktayı biraz daha açmasını rica ettim. Kendini mağdur hissettiğini hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak biçimde gösteren bir ifadeyle, “Bak Hoca” dedi. “Ben bu Parti’ye yıllarca her seçim döneminde hizmet ettim ama onlar benim kızımı bile işe almadılar”. Kendi değer yargılarına göre son derece haklıydı. Partisine her seçim döneminde (çünkü memlekette “siyaset”, sadece seçim dönemlerinde icra edilen ve oy toplamaktan ibaret olduğu düşünülen bir faaliyettir) hizmet ettiğine göre, bunun karşılığını almak elbette hakkıydı. Belli ki Küçük’ün Kurultay’da sanıldığının aksine başarılı olamayacağını tahmin etmesinin sebebi de, kendisi gibi birçok “mağdur”un bulunduğunu bilmesiydi.
İkinci olay daha yakın tarihli. Bu kez UBP’liler değil, CTP’liler vardı sahnede. Çok uzun yıllardan beri Parti’ye hizmet vermiş bir “mağdur”un karşısında, Parti’ye hizmet vermeye devam edenler oturmaktaydı. Merhaba demek için masalarına gittiğimde, “mağdur”, artık CTP’li olmadığını söyledi. Sebebini merak ettim, sordum. Sorarken de, itiraf etmeliyim ki, bugünkü CTP’nin eski CTP olmadığını, ideolojik bir savrulma yaşadığını, bu nedenle kendini artık CTP’li olarak görmediğini söyleyeceğini sanıyordum. Yanıtladı sorumu. Parti’nin eski başkanı ona bir söz vermiş ve sözünde durmamıştı. “Neydi söz” diye ısrarla sordum. Söylemeye pek niyeti yoktu ama masadakilerin de yardımıyla, hâlinin vaktinin gayet iyi olduğunu, buna karşın çocuklarının kendisiyle birlikte çalışmaktansa kamu görevlisi olmayı tercih ettiğini, eski Parti başkanının da kendisine bu konuda söz verdiğini ancak iktidara geldikten sonra bu sözünü tutmadığını öğrendim. “Mağdur”du elbette ve çevresindekiler onun bu mağduriyetini anladıklarını belirterek, onu, “her şeye rağmen” Parti’ye dönmesi gerektiği konusunda ikna etmeye çalışıyorlardı.
İnsan (en azından benim gibi insanlar) ne için gider meyhaneye? Biraz kafayı dağıtmak, rahatlamak, günlük yaşamın hayhuyundan, memleket meselelerinden az da olsa arınmak için mi? Amaç buysa, Kıbrıs Türk meyhanelerinin bu amacı gerçekleştirmeye pek de müsait olmadığını belirtmek isterim. Bu ülkede meyhaneler ve meyhane muhabbetleri de çekilmez oldu artık. Her defasında asaplarım daha da bozularak, “ya sabır” çekerek dönüyorum evime.
Uykuya yatınca, rüyamda, “memleketimin insanı iyidir, güzeldir. Gelin görün ki siyasetçiler her nasılsa bozulmuştur, hatta belki de genetik olarak bozuktur. Onlar değişirse, memleket güllük gülistanlık olur” diye düşünenleri görüyorum böyle gecelerin ardından. Sonra bir ak sakallı ihtiyar zuhur ediyor bir yerlerden ve “edep yâ hû” diyor. Bir de gaflete ve dalalete gark olup, iki dize okuyor Yunus’tan:
“İlim meclislerinde aradım, kıldım talep
İlim geride kaldı, illa edep, illa edep”
diyor. Daha son dize bitmeden, o mağdur, mazlum, iyi, güzel insanlar, ak sakallının üzerine atlıyorlar. Saçını, başını, sakalını yolup, zuhur ettiğine de, konuşacağına da bin pişman ediyorlar zavallı ihtiyarı.
Ter içinde uykumdan uyanıyorum. Kıbrıs’ın kuzeyinde meyhane muhabbetini seven bir kişinin şansı bu yazının birinci paragrafında anlatılanlarsa, şanssızlığı da son paragraflarda anlatılanlarmış demek!
Anlıyorum!!!