VEBA!..

Dilek Karaaziz Şener

 


Çağdaş siyasi toplum, insanları mutsuzluğa düşürme makinesidir. A. Camus


Felaket yazgıya nasıl dönüşür? Bu defa çok fazla uzak cümleler kurmadan soruya sebebiyet veren cevaptan kısa yollu bir anlatıma gideceğim. Felaket kaçınılmaz hale geldiyse, yazgı da karar kılmak da halkın kendi iradesinin ne kadar zayıfladığına bağlıdır. Bilinmeyen bir yerlerde bir salgın hastalık düşünelim. Beklenmedik bir boyuta ulaşarak korku imparatorluğuna dönüşen şehrin gri bulutlu renklerinde, insanlar yaşama dair “umut” senfonilerinin yeni söz dizimlerini aramaya çalışırlar. Yazgının kaçınılmaz sonunda, “ölüm”le burun buruna bir yaşamın içinden kısık çığlıklar “gelecek” adına duyulmaktadır. Düşünüyorum, bu tablo karşısında ve soruyorum: Ada geleceğini kaybetti mi? Yazının kaleme gelme sebeplerini yaratan anahtar sözcüklerim çok da iç açıcı değil! Bağımlılık, suçluluk, ötekileştirme ve çaresizlik… İçlerinden seçeceğim kelime “bağımlılık” ve T. Dursun K.’nın da deyimiyle “Bağımlılık bir süre mutlu eder, sonra alışkanlık olur, sonra baskıya dönüşür.” Sonuç ortada!

Siyasal iktidarların salgıladığı “dönüşüm” ve buna bağlı olarak “değişim” karşılığında,  denizin dalgalarına tutunmak için nafile çabayla, bir kaya parçası aranıyor. Mitosun adası, kendi dalgalarının sesini duymamak adına şahsi, bireysel ve garip bir “umursamazlık” sessizliğinde köpüklerinin arasında boğularak, bilinmeyen hercümerç bulanıklıklarında altüst durumlarını biraz daha pekiştirerek dibe doğru sürüklenmekte… Böylesi umutsuz cümle öbeklerinde kaybolmak derin bir sancıyla başlayan kronik bir sızıya dönüşüyor insan yüreğinde… Arkada kalanlarla paylaşılan konuşmalarda, günlük yaşamın getirdikleri ve götürdükleriyle bir avuntu çemberine giriyorsunuz. Hal böyleyken de aslında çemberin çapı her gün biraz daha daralmakta…

Hâlbuki denizin üzerinde yürümek gerek!

Denizin üstünde yürüne bilir mi? Bu soruyu Yekta Kopan’ın Kediler Güzel Uyanır adlı kitabında okuduğumda aklıma çocukluk hayallerim gelmişti. Akdeniz’e bakıp denizin mavisine bıraktığım düşlerin içinden çıkamadığım, belki de, düş ve gerçeği karıştırdığım garip akıl sanrılarında kaybolduğum zamanlara gitmiştim. Bugün de dışarıda yağmur pencereyi çalarken, aynı düş avuntularında gezinmekteyim. Her şeyin insan hayatında gelip geçici olduğuna inanan bir ruh halini kahve kokusuna katıyorum. Sonra yeniden çocukluk düşlerim geliyor aklıma ve klavyeye parmaklarım dokunduğu anda, siren seslerine uyanıyorum. 

Yeniden;
Denizin üstünde yürünebilir mi?
Denizin üstünde yürümenin muhtemelliğini ancak mitoslarda okuyabiliyoruz. Ama sözü, masal veya anlatı ırmağından çıkarırsak, burada lafın geldiği noktada gerçek adımlardır, aklın güncel görüntülerle kesiştiği nokta… Çocuk düşlerinde denizin üstünde yürümeye başladı mı insan, bir daha karaya ayak basmak istemez. Galiba bu biraz da Ada’nın sınırlarından çıkıp uzak bir ülkede yaşamaya dair,istek merakından kaynaklanıyor. Böylesi hayal durumlarında odaklanılan düşünce ise “dünya ahvalinden haberdar olmak” gibi bir açıklamaya bağlanabilir, realitede… Çoğunlukla da düşlerden çalınan bir meşale ile gerçeği yakmaktayız. “Neden yalnızlığımızı kelimelerle büyütebilmek için bu kadar hastalıklı bir hayat yaşıyoruz?” diye sorar Kopan, kitabında… Neden bu kadar çok soru var ki yaşamlarımızda?! Ve niçin bu kadar çok soru sormak zorunluluğunda hissediyorum kendimi klavye tuşlarıyla baş başayken? İşte her şey burada, bu soruda ve cevabı oldukça basit: Denizin üstünde yürümeli!

Size gerçeği söylemeliyim, belki de, bir itiraf bu: Yukarıda sıralanan tüm cümlelerde aslında bir kafa karışıklığı söz konusu… Benim kafam iyice karışmış durumda insanlık halleri ve dünya ahvalinin film şeritleri içinde… “Umut” dile gelse de umutsuzluk yalayıp yutuyor tüm düşleri… Sonra da görünen gerçeğin üstünde yürümek, bir denizin üstünde yürümekle eşleşerek garip bir hastalık salgınına yenik düşüyor her düşünce… Bu sefer de kelimelere olan bağımlılık tatlı tatlı okşar “umut”u, ve sonra da sanki bir esarete yenik düşmüş gibi ağırlaşır düşünce dehlizleri… Hâlbuki gecenin yolculuğunda göz gözü görmezken bile ışığın bulunduğu bir yerlerde mercan adaları, hafif hafif kendilerini kuşatan suyun meltemlerinde, salınarak seyretmektedir durumlarımızı… 
***
Albert Camus’nün Veba adlı romanı, XX. yüzyılın değil, bütün bir insanlık tarihinin ortak bir sorununa değinir: felaketin yazgıya dönüşmesi.  Romanda altı çizilmesi gereken kavram bulaşıcı bir hastalığın tehdit ettiği yaşamlardan öteye geçer. Esas olan “esaret”in cilveli kollarına hapsolmuş insanların dramıdır.  Görünen ve görünmeyen esaret şekilleri vardır. Nitekim romana başlarken Daniel Defoe’nin sözü okuyucuyu karşılar: Bir hapsedilmişliği başka bir hapsedilmişlikle göstermek, gerçekte var olan herhangi bir şeyler göstermek kadar mantığa uygundur.

Ve bir güncenin konusunu oluşturan olaylar bilinmeyen bir zaman diliminde (194…) yine herhangi bir şehir olarak tanımlayabileceğimiz Oran’da başlar.  Esaretle birlikte “direniş”in adım adım güncesi, Doktor Rieux, Tarron ve Grand’ın gösterdikleri “dayanışma” üzerinden okunur. Ölüme karşı “direniş” bir semboldür. Esası yaşamı saran “esaret bulutlarına” karşılık “umut dayanışması gökkuşağını” bulmaktır. Geleceğe kuşkuyla bakan nesiller, gökkuşağının renklerini göremezler. Bağımlı yaşam insanların altında yaşadığı gökkuşağının renklerini grileştirir. Karartır. Gri tonlamalarda renkleri tanımlayabilsek bile “karanlık” denilen ışıksız ortamda renk mümkün müdür? Grilerde gökkuşağının dibine teressüp eden “çöp yığınlarını” ayrıştırılarak atmanın zamanı gelmiştir. Safra atıldıkça (çöp) hafifleyerek gökkuşağının altından geçmek mümkün olacaktır. 

Uzun sözün kısası: sorun “çöp/lerin toplanması/toplanmaması” değildir. Benim sorunum da Veba romanının edebi örgüsünü açmak değil! Savaştan bıkmış, yenilgileri acıya bulamış, yok oluşu yazgıya dönüştürmüş ve kuşkuyla geleceğine dönük yaşayan/yaşayamayan (hastalanmış) bir neslin anlatımı, romanın ereğidir. Umutları yok yarına dair!

Son söz olarak, temel meseleleri gözden kaçırmadan geleceğe odaklanmak zaruridir! Düşüncem şu ki: çöpe yoğunlaşıp algıda rota kayması, gerçeğin uzaklaşmasıdır.

Yumurtanın kapıya dayanması gibidir, Veba’nın her an bir ısırıkla bulaşması…

Denizin üstünde yürümeye hazır mısınız?

(Arşivimden…)