UZUN BİR YOLCULUK…

Sinan Dirlik

Zor yıllardı 70’ler, özellikle de 80’ler…

Yoksulluğa yoksunluğun eklendiği zor zamanlarda insanlar kendilerine benzeyenlerle bir arada durmayı, dayanışmayı, nerede bir haksızlık varsa birlikte itiraz etmeyi, birlikte direnmeyi ve zorlukların üstesinden birlikte gelmeyi öğrendiler. Yoksul evlerde güçlükle kaynayan tencereler konu-komşuyla birlikte oturulan büyük sofraları yarattı. Olanın olmayanla paylaştığı, eksiğin eksik tamamlayanla kapatıldığı, azın çok olanın cömertliğiyle çoğaltıldığı, çocukların “mahalle kültürü” korunağında büyütüldüğü yıllardı…

Aynı yoksulluğa göğüs gerilmeye çalışılan yıllar, hayatı daha da zorlaştıran ayrı mahalleler, ayrı sokaklar yarattı…

Kimi “okumuş”, ağzı iyi laf yapan, o güne dek duyulmamış kavramlardan, eşitlikten, adaletten, devrimden, sosyalizmden söz eden çocukların etrafında kümelendi.

Kimi muhafazakâr değerlere sıkı sıkıya bağlı, mütedeyyin, namazında niyazında, İslam’ın adaletinden, vicdanından söz eden “temiz yüzlü” çocukların etrafında…

Bazıları “ya devlet başa ya kuzgun leşe” diyen, devlet için ölmeye ve öldürmeye hazır çocukların…

Şehri çevreleyen gecekondu semtlerinden kadim İstanbul mahallelerine kan gibi sızıp yayılan yoksulluk ve yoksunluğa kendi meşrebince itiraz eden çocuklar birbirleriyle amansız bir mücadeleye giriştiler.

Artık kavga, itiraz ettikleri yoksulluk ve yoksunluktan çok, birbirlerinin itiraz ediş biçimlerine karşı veriliyordu. Aynı yoksulluğu, aynı yoksunluğu paylaşan çocuklar birbirlerini vurmaya, birbirlerine hayat hakkı tanımamaya başladılar. Kan yayıldıkça kan davası büyüdü, kan davası büyüdükçe kan yayıldı…

O günlerin tozu dumanı içerisinde söylenmesi zordu fakat… Korktukça birbirine yaklaşan, ezildikçe birbirlerine daha sıkı sarılarak kümelenen, öfkelendikçe birbirlerine daha çok sahip çıkan insanlar yan mahallede aynı yoksulluğu, aynı yoksunluğu paylaşan insanlardan nefret etmeyi öğrendiler… Aynı sınıfın çocukları birbirlerinin kanını içerken eşitsizliği, adaletsizliği, yoksulluğu derinleştirenler servetlerine servet katmaya devam ettiler…

“Yeterince kan aktığına ve şartların olgunlaştığına” karar verildiğinde ağır bir karabasan gibi çöktü toplumun üzerine 12 Eylül. Birbirlerinin itirazlarına itiraz eden çocuklar devletçe derdest edildi, kimi darağacında, kimi işkence tezgahında, kimi sokakta katledildi. Yıllar süren hapisliklerde gençlikleri çürüdü kiminin. Kimi sürgün oldu. Kalanlar ise artık müdahil olma, değiştirme umudu tümüyle ortadan kaldırılmış bir geleceğin şekillendirilmesine tanıklık etme müebbet cezasına çarptırıldılar…

70’lere damgasını vuran “dayanışmayla üstesinden gelinmeye çalışılan yoksunluk”, 80’lerde “acilen kurtulunması gereken yoksulluk anlayışına” evrildi… Devlet “yoksunluğu” ortadan kaldırıp vitrinlerin “erişilmesi hayli mümkün ve erişilmesi mutlaka gereken” ürünlerle doldurulmasının önünü açtı. Önce evlerin kapıları pencereleri kapanmaya, bir biçimde “erişilen” ürünler “deneyimlenmeye” ve sayısı arttıkça “hoşlaşılan” bu pahalı deneyimler tekilleşmeye başladı. Yoksunluk aşılabilmişse, yoksulluk neden aşılamasındı ki? Fark şuydu ki yoksunluk dayanışmayla, yoksulluk ise ancak bireyselleşmekle aşılabilir görünüyordu… En azından devletin dümenindekiler böyle söylüyordu artık…

Sınıf atlamak, “yırtmak” üzere her yolun mübah sayılması, “bir biçimde ele geçirilenin” sahip olamayanlarla paylaşımı yerine görgüsüzce sergilenmesi, “nasıl sahip olunduğu” sorusunun artık sorulmaz olması yeni dönemin vak’a-i adiyyesinden sayılmaya başlandı. 70’lerin ayıpları, 80’lerin yükselen değeri haline geldi…

Erdemli kalmak, namuslu, ahlaklı bir hayat kurmaya çalışmak 80’lerden itibaren “out” oldu… Şener Şen’in, rahmetli Adile Naşit’in, Ayşen Gruda’nın müthiş oyunculuk sergiledikleri “Namuslu” filmi bu dönemi merak edenler için adeta belgesel tadındadır…

Toplum hızla çözülüp, geçmişin o zamanlar zaten herkes için olmazsa olmaz kabul edildiğinden erdem bile sayılmayan değerleri; yerini vahşi bir iklime bıraktığında ahlak, namus, dayanışma, paylaşımcılık “erdem” haline geldi…

Sapın samanın birbirine girdiği 80’lerde “bir biçimde yırtamayanlar” hızla ahlaki çöküntüye sürüklendiğini düşündükleri ortamda kendilerini ve çocuklarını koruyacak değerler arayışına girdiler. “Tesadüf o ki” Yeşil Kuşak projesi tutmuş, Sovyetler Birliği dağılmış, bazılarına göre “ideolojilerin sonu gelmiş”, sosyalizm “yenilmişti”.

İslam yeniden ve güçlü biçimde yoksulların sığınağı haline geldi… Grev hakları elinden alınan, sendikaları kapatılan, hızla örgütsüzleşen, aile yapısı parçalanan, çocuklarının ışıltılı hayatlarla gözlerinin kamaşmasıyla nasıl baş edeceklerini bilemeyen yoksullar için din koruyucu bir zırha dönüşürken geçmişin Anadolu tipi “uysal” İslamcılığı yerini İslam coğrafyasının etkileriyle daha haşır neşir, daha talepkâr, daha hırçın, daha radikal bir ideolojiye dönüştü. Solun düşünsel hakimiyetinin zorla çökertildiği yoksul mahalleler adaletsizliğe, eşitsizliğe, dışlanmışlığa direnişi “ahirete havale etmeyen”, güç ve iktidar talep eden yeni İslamcılığın etki alanına girdi.

Dindar yoksullar için adalet, eşitlik, hayatın her alanında dışlanmamanın da ötesinde görünürlük kazanmak, iktidar! Çürümüş, yozlaşmış, ahlaken çökmüş bir sisteme karşı İslami alternatif!...

Zayıf, uzun boylu, çökük yüzlü, öfkeli, yoksul dindarların sözcüsü, parti toplantısında elindeki nikâh yüzüğünü havaya kaldırarak “tek varlığım budur! Bir gün bundan fazlasına sahip olursam bilin ki…” diye başlayan o unutulmaz sözleriyle adalet isteyen kalabalıkları coşturan Erdoğan böyle bir iklimde siyasi aktör olarak güç kazandı…

İstanbul’un Kasımpaşa’sından Ankara’daki görkemli saraya uzanan yolculuğunda “kimsesizlerin kimsesi”, “dışlanmış dindar yoksulların vicdanı ve sesi” olan bir dava adamının sofrasındaki kara zeytin, Siirt peynirinin “ejder meyveli smoothie” ve “starex eşliğinde aloevera” ya terk etme süreci aslında filmlere konu olacak kadar dramatiktir.

Keloğlan’ın Keloğlan olduğu için sevildiği coğrafyada, Keloğlan padişahın kızıyla evlenmekle yetinmeyip padişah olmaya soyunduğunda masalın tadı kaçar… Alyansın havaya tutulduğu günlerden bugüne gelen hikayenin artık kimseyi heyecanlandırmaya yetmediği yeni iklimde sokak sokak, ev ev mücadele ederek aldığı İstanbul’u kaybettiğinde “karınlarını doyurduk ama oy vermediler” serzenişi siyasi rakiplerini bıyık altından gülümsetse de, siyasal tarih yazıcıları için bu sözler gelecekte aynı mahallelerden umut vaadiyle çıkacak liderlerin ders alması umulan uzun bir yolculuğun sonuna tekabül edecektir kuşkusuz…

Artık İstanbul’da kimin kazanacağının hükmü yoktur. Artık İstanbul’da “her ne pahasına olursa olsun kazanabilmek için her yolu mübah sayanların” nasıl kaybedeceğidir önemli olan… Çünkü nasıl kaybedeceği, yıllar sonra tattığı kaybetme duygusuyla nasıl baş edebileceği ve “o yoksul ama namuslu insanlara” karşı “karnınızı doyurduk ama oy vermediniz” den daha az trajik yeni cümleler kurmayı başarıp başaramayacağı artık sadece onun değil, tüm memleketin meselesi haline gelmiştir…

Türküde ne demiş ozan?

“Geçtim dünya üzerinden/ Ömür bir nefes derinden/ Bak feleğin çemberinden/ Yolun sonu görünüyor/ Bu dünyanın direği yok/ Merhameti yüreği yok/ Kılavuzun gereği yok/ Yolun sonu görünüyor…”