İçinde doğduğumuz dili anlamaya ve konuşmaya başlamamızdan itibaren, ebeveynlerimiz, okul ve devlet tarafından, sürekli bir ‘unutma!’ uyarısıyla karşı karşıya kalırız. ‘Onu unutma, bunu unutma, şunu unutma, ötekinin yaptıklarını unutma,’ v.s, v.s, v.s. Zaman içinde ilişkiye girdiğimiz kimseler de, kafamıza ve kalbimize unutma-beni çiçekleri ekmek isterler ki unutulmasınlar, hep hatırlansınlar...
Yazarlar, şairler neden yaşadıkları veya yaşamadıkları her şeyi kendi dünya görüşleri ve estetik anlayışlarına göre kaydetme meraklısıdırlar?
Yazmak bir hastalık mıdır?
Her şeyi hatırlamaya çalışmak sağlıklı mıdır?
Yaşadıklarımızın ne kadarını hatırlayabiliriz?
Veya, eklemeden ya da çıkarmadan hatırlamak mümkün mü?
Nedir bu unutmak, unutulmak korkusu?
Kafka’nın, Dostoyevski’nin, Pavese’nin günlüklerini okuyunca satır aralarında buluyoruz insanoğlunun uykularını kaçıran bütün bu soruların cevaplarını.
John Fowles ‘Zaman Tüneli (Wormholes) - Denemeler ve Notlar’ adlı kitabında şöyle açıklıyor günlük tutma sebebini: “İnsanların tanıdığı yalancı kişiliği, yani sahte John Fowles’u değil de gerçek ‘ben’i bulmak gibi, belki de aptalca bir hayalle, zaman zaman çok dengesiz ve düzensiz olsa da, tüm yaşamım boyunca günlük tuttum...”
Günlüğün/güncenin en gerçekçi yazın türü olduğunu iddia edemeyiz, ama kuşkusuz yazarının karanlık bölgelerine güçlü bir ışık düşürebilir.
9 yaşımdan beri kesintili olsa da günlük tutuyorum. Yıllar sonra dönüp okuyunca naifliklerinden veya bozuk dillerinden utanç duyup da yok etmedim onları.
Zaman zaman ‘neden?’ veya ‘kimin için?’ doldurdum bütün o sayfaları (Tam olarak 17 defter) diye sordum, soruyorum kendime.
En dürüst cevabım şu:
Aklımı yitirmekten korktuğum için – başkalarının beni değil, kendi kendimi unutmaktan korktuğum için... (Yok, ölümsüzlük gibi bir iddiam yok, sadece yaşarken unutmamak için.)
Türkçe’ye ‘Akıl Defteri’ olarak çevrilen Memento filminden çok etkilemiştim... Karısıyla birlikte bir hırsızın saldırısına uğrayan adam o saldırıda hem karısını kaybediyordu hem de saldırı anından sonra uzun-vadeli hafıza oluşturma becerisini yitiriyordu... Karısının katilini bulmak için gittiği yerleri, karşılaştığı insanları unutmamak için sürekli not alıyor, fotoğraflarını çekiyor, önemli bilgileri vücuduna dövme yaptırıyordu...
İlk günlüklerim İngilizce’ydi, sonrakiler Türkçe. Şimdi ise iki dil arasında gidip geliyor yazdıklarım.
İlkokul yıllarında tuttuğum günlüklerimi karıştırıyorum bazen; “Cahit’le kavga ederik”, “Kıbrıs’a gelirik”, “Yağmur’a giderim” gibi şeyler yazmışım koca bir gün için ayrılan boşluğa... Demek ki günün en önemli olayı bunlardı benim için.
Olaylar, özel günler, doğum günleri, okulun tatil olduğu günler yazılmış...
Elyazım, ‘geniş zaman’a takıntım o yıllardaki hallerimi hatırlatıyor bana...
Daha sonraki günlüklerimde “Cahit’le kavga ettik”, “Mahalledeki çocuk teklif eder”, “Aybaşım gelir”, “Tanımadığım biri teklif eder”, “Bugün hiçbir şey olmadı” gibi ‘konu’ ve ‘zaman’ değişiklikleri farkediliyor...
Bazı şeyler aynı kalmış ama onları geniş zamana yaymaktan vazgeçip ‘geçmiş zaman’a alabilmeyi öğrenmişim geçen yıllar içerisinde... Bu olumlu bir gelişme olsa gerek...
Çok masum bir ilgimi günlüğümü okuyup da öğrenen bir yakınımız anneme, babama söylemişti... Yaşımı, kapasitemi ve o zamanlardaki tecrübemi aşan yakıştırmalar yapmıştı... Uzun süre üzülmüş, çok öfkelenmiştim ona... Şimdi düşününce affediyorum onu, bilmeden hatta tam tersini amaçlarken ne büyük bir iyilik etmiş bana! Sayesinde daha neler neler yapabileceğimi, bu ‘ilgi’mi nasıl geliştirebileceğimi, besleyebileceğimi öğrenmiştim...
Sonra şifreli bir dil geliştirmişim kendimce. Bazı olayları bu şifreli dil ile yazmış, kişi isimlerini değiştirmişim... O kadar şifreli yazmışım ki, bugün okuyunca kim kiminle, nerede, ne zaman, ne yapıyordu, içinden çıkamıyorum...
Üniversite yıllarındaki günlüklerim bir süre iç-konuşmalar şeklinde seyrediyor... O dönemde nerede olduğum, ne yaptığım, etrafımdaki kişiler, ilişkiler bir anda bulanıklaşıyor... Tüm bunlar karşısında ne hissettiğim yüzeye çıkıyor... Öfke, şaşkınlık, hayalkırıklığı. Bu dönemde kendimle kavga ediyorum en çok.
Sonra ise yazdıklarım bambaşka bir hal alıyor. Dünya olayları, doğa olayları, hava durumları, insanlık halleri, ilişkilendirmeler, teoriler, sınıflandırmalar, anlamlandırmalar, mantık yürütmeleri...
Bazen o kadar yabancı geliyor ki yıllar sonra okunan bir şey... Elyazısı sizin olmasa, başkasının yazdığına yemin edebilirsiniz gözünüzü kırpmadan...
Günlük tutma huyumu babamdan aldım...
O da gençliğinden itibaren günlük tutarmış. ‘74 olaylarında Türk askerleri Lefkoşa’daki evlerini yağmalarken babamın günlüklerini de karıştırıp işlerine yaramayan diğer her şey gibi sokaklara saçmışlar, kaybolmuş gitmiş babamın güzelim anıları...
Sonra, kaybettikleri günlükler gibi günlükler tutmamış bir daha... Şimdi ise daha fazla ‘gezi notları’ tadında günlükler tutuyor...
9 yaş öncesini pek hatırlamıyorum... Eniştem gibi, nerdeyse ‘rahimde yaptıklarını’ bile hatırlayabilen insanlara hep özenmişimdir... Belli başlı birtakım olaylar var belleğimde, onları da gerçekten ben mi hatırlıyorum yoksa o kadar çok anlatıldı ki, hatırladığımı mı zannediyorum? Emin olamıyorum... Özellikle anne olduktan sonra kendi bebekliğimi daha fazla merak ediyor oldum ama ne yazık ki bunu ne ben hatırlıyorum ne de aile büyükleri...
İlk hamileliğimden itibaren önce ‘çilek’ adını koyduğumuz ama 3 aylıkta kaybettiğimiz fetusumuz için, daha sonra sırasıyla Düşlem’imiz ve Edim’imiz için günlük tutuyorum. Düşlem 5.5, Edim 3.5 yaşında ve şimdiden 12 tane bitmiş defterleri var...
İlerde, ilk kez ne zaman yuvarlandılar, ellerini farkettiler, incir yediler, emeklediler... nelerden korktular, ne rüya gördüler, biz büyüklerin dünyasına ne gibi yorumlar getirdiler, nereye gidip ne yaptılar, öğrenebilecekler...
Annemin ya da babamın 30 yaşına geldiğimde bana bebekliğimi anlatan bir günlük vermelerini çok isterdim mesela... Hem kendimi hem de onları daha iyi tanıyabilmek adına, bu paha biçilmez bir armağan olurdu. ‘Annem’ ve ‘babam’ olarak değil de, daha çok ‘Şenay’ ve ‘Hasan’ olarak tanıyabilmek onları...
Kimisi hatırladığı kadar mutludur, kimisi ise unuttuğu kadar.
Bence, benliğimizi değilse bile kimliğimizi belirleyen hatırladıklarımızdan çok unuttuklarımızdır. Kasten unuttuklarımız veya farkında olmadan unuttuklarımız.
Zaten bazı şeyler biz istesek de istemesek de itiliyor bilinçaltının abisine. Özellikle çocukluğumuzda başımıza gelen veya tanık olduğumuz kötü şeyler.
Hala büyük bir bilinmeyen olarak duran ve belleği de içeren beynin, bize oynadığı oyunlar da var tabii ki!
Neleri hatırlamalı, neleri unutmalı insan?
Unuttuğumuz, attığımız, affettiğimiz, kurtulduğumuz kadar mutluyuz... Hafifiz, yangından kaçan bir kuş kadar.
Ya da ağırız. O kadar ağırız, ağırlaşırız ki affetmedikçe, dibe çökeriz, korkunç dip balıklarıyla yaşarız.