Umut ile, sevda ile, düş ile…

Cenk Mutluyakalı

Beyaz perdede kucaklaşan insanların görüntüsü var.
Yanaklarını avuçluyor birbirinin iki adam, göz göze geliyor.
O gözlerden paraşütler iniyor, kurşunlar geçiyor, bir bebeğin çığlığı yükseliyor.
Buğulanıyor görüntü…
Gözlerim nemli…
Bir ışık, perdenin tam yanında, yanıyor, sönüyor, yanıyor, tüm gece…
Bir ışık!

***
Bir kız çoğu “süt baba”sını arıyor.
O nasıl olur?
Anne değil de baba!
Çünkü içmek zorunda olduğu toz sütü bulunamayınca, bir genç adam koşuyor yardıma, ateş çemberini umursamadan…
Bir baba cephede nöbet tutarken, yurt sevgisiyle büyüyor bir evlat…
Ninniler karışıyor birbirine, Türkçe, Rumca…

***

Evladının sütü biten asker babanın imdadına “karşı” nöbetçi kulübesinden bir başka asker yetişiyor.
Sene 74, Temmuz.
Savaş var.
O “karşı” kulübedeki asker kardeşini yitiriyor aynı savaşın karanlığında…
İnsanlık onuru yine de filizleniyor, nefret değil sevdanın koyağından…

 

***

Andreas ve Mehmet, böyle tanışıyor, savaşın orta yerinde!
Savaş bitiyor, barikatlarla bölünüyor ada…
İki insan yıllar yılı bilmiyor birbirini, görüşmüyor.
Kırk yedi sene…

“Karşı” nöbetçi kulübesinden gelen sütle hayata tutunan evlat da büyüyor tabii…
O evladın ismi Birgül!
Büyüyor ve “Süt Baba”sını aramaya başlıyor!
Ne mutlu ki, şimdi bu satırları okuduğunuz gazete de katılıyor bu çabaya, sevgili Sevgül (Uludağ) yine insanlığını, yine takipçiliğini, yine barışa adanmış yüreğini koyuyor ortaya…

***

Mehmet Kılıç, ciddi bir beyin operasyonu geçiriyor, güneyde…
Yeniden öğreniyor, yeniden tanıyor hayata dair ne varsa…
Yeniden keşfederken eski bir anıya tutunuyor.
Andreas Efstatiu, çocuklar yetiştiriyor nefretten uzak, kayıp kardeşine rağmen…
-ki o kardeşin kemiklerine ulaşılıyor sonrasında, kırmızı bir gül, ‘Süt Babam’ diyen notuyla Birgül tarafından bırakılıyor mezarına.-


***

Bir sahne var, gözyaşım tutamıyor kendini artık…
Derenin iki yanında nöbet tutan, kurşun sıkan ama dereye silahsız inen, birbirleriyle konuşan Kıbrıslı askerler…
Dedik ya savaş yılları…
Mehmet, elinde süt kutusu iniyor dereye…
Andreas, güneyden gidip o sütü buluyor.
Bir gün, Mehmet’e üç kutu süt getiriyor ancak kutulardan biri açık…
“Kalmadı” diyor, “Eczanedeki numuneyi de aldım.”
O açık sütü verirken, içinden bir tutam alıyor, kendi ağzına götürüyor.
“Bak, ben de içtim, korkma, git, bunu da çocuğuna ver” diyor.

***

Birgül Kılıç Yıldırım’ın kendi öyküsünden senaryosunu yazdığı, Cemal Yıldırım’ın yönettiği “Süt Babam”ı izlerken, ağlıyoruz bir avuç insan…
Işıyor içimizdeki iyilik…
Panicos Hrisantu’nun dostluğuyla gururlanıyorum yeniden…
Sami be!

Al bu belgeseli, yirmi dört saat yayınla ne olur, durmaksızın…
Başlasın, bitsin, yeniden başlasın, yeniden, hiç durmadan, tüm gün, tüm gece!
İnsan olmayı keşfetsin kimileri…
İnsan!

***

Birgül için bir şarkı çalıyor Kıbrıslı Rum dostları…
Yurdunu sevmeliymiş insan…
Yurdunu sevmeliymiş…
Umuda kuşanıyoruz, onca çürümüşlük arasında, nefreti, hıncı, düşmanlaştırmayı çoğaltmak istedikleri yerde…
Tam da şimdi gizlendiği kuytulardan çıkartmalıyız birer birer dostluk öykülerini…
Yeniden yollara düşmeliyiz “karşı” dedikleri kim varsa, kucaklayarak, tanıyarak, keşfederek, yeni müşterekler yaratarak daha çok… Kıbrıs’ı ortak yurt belleyerek, tümünü, sınırsız…


***

“Umut ile, sevda ile, düş ile…”
Bir ışık yanıyor…
Bir ışık…