Tufan Erhürman ve ‘Yazışma’: Kıbrıs Türk Romanında Bir Zirve

İlksoy Aslım: Roman yazmayı daha önce hiç düşünmedim veya aklıma getirmedim değil. Ancak Tufan (Erhürman) hocanın Yazışma’sını okuduktan sonra, hiç ama hiç hevesim kalmadı

 

                                                                                       İlksoy Aslım

ailksoy@yahoo.com

 

 

Roman yazmayı daha önce hiç düşünmedim veya aklıma getirmedim değil. Ancak Tufan (Erhürman) hocanın Yazışma’sını okuduktan sonra, hiç ama hiç hevesim kalmadı. Tufan hoca bu son romanını yazmakla iyi mi yaptı yoksa kötü mü onu tarih yazacak ama, şundan kesinlikle eminim ki Yüzleşme, Yozlaşma ve hele hele Yazışma’yı yazdıktan sonra Kıbrıs’ta roman yazmaya cesaret edebilmek çok zor, çünkü çıtayı çok ama çok yükseltti.

Romancı Olabilmek

Zaman zaman roman yazabilmenin ne tür donanımlar gerektirdiğini düşünürüm. Roman yazmayı genellikle tiyatro oyunu sahnelemeye benzetirim; onun kolektif bir çalışma olduğunu unutmadan, oyun sahnelemenin acemilerin işi olmadığını bilerek. ‘Oyuncu’ olma heveslisi bir grup beğendikleri bir oyun teksini alıp sahneleyebilirler. Ancak yapılan bu eylem onların oyun oynadıklarını veya onların oyuncu olduklarını mı gösterir? Hayır. Bu, heveslerini tatmin etmeye çalışan bir grubun eylemi olabilir ancak.

Kendini yetiştirmeye çalışmış olan amatör oyuncuları saygıyla selamlayarak (ve amatör olmanın acemilik olmadığını yeniden saptayarak) devam edelim yazımıza. Geçmişte yıllarca amatör oyunculuk yapmış biri olarak ne kadar emek harcandığını, kişinin kendinden ne denli çok şey vermiş olduğunu biliyorum.[1] Evliyseniz eşiniz yalnız yaşamaya mahkûmdur. Bebeğiniz varsa onun ilk sözcüğünü duymamış, ilk dişinin çıkışını görmemişsinizdir. İlk adımını sizsiz atmıştır. Özetle çocuğunuzun ‘en önemli’ yaşanmışlıkları hep sizsiz olmuştur. Eşiniz sizi kırmamaya çalışarak sitemlerini iletmiştir. İçiniz burulmuştur ama, yapmanız gerekenleri yaptığınızı düşündüğünüz için sitemleri o zaman çok da önemli görünmemiştir.

Tufan Erhürman’ın yazarken yaşamış olabileceklerini düşünüyorum. Onun ‘gecenin sessizliğinden ilham alıp romanlarını yazdığını’ söylesem bana inanır mısınız? İnanmazsınız eminim. Roman yazmanın ciddi bir iş olduğunu düşünürsünüz. “Sahne heveslisi ‘oyuncular’ın yaptığına benzemez roman yazmak” dersiniz, değil mi? Yeni bir şey yaratmanın lisansüstü tez yazmaya benzediğini düşünürüm. Bu iş, başka yazarlardan ‘ilham almak’ için internette yapacağınız kısa bir gezintiyle olabilecek kadar kolay değil. Böyle yapanlar yok mu? Evet var. Var ama,  bunlar kendilerini ‘akademisyen’ zanneden kişilerin yazdıkları ‘eserler’ benzeri romanlar üretebilirler ancak. Roman yazmak zor iş. Sizden önce kim, ne yazmış okuyup anlamanız lâzım. Bu diyar yetmez, onun ötesi de var. Rusya’da, Fransa’da, Britanya’da, İran’da, Mısır’da, Güney ve Kuzey Amerika’da, (muhtemelen Türkçe yazacağınız için) Türkiye’de neler yazılmış okuyup öğreneceksiniz. Destoyevski’yi, Yaşar Kemal’i okumadan nasıl tasvir yapabilirsiniz ki. Tanpınar’ı okumadan zaman ve mekân mevhumlarıyla oynayabilmeniz mümkün mü? Oğuz Atay’ı okumadan kelime oyunlarını nasıl yapabilirsiniz? Dahası, Ahmet Haşim’i, Nazım Hikmet’i, Halikarnas Balıkçısı’nı, Edip Cansever’i ve Aziz Nesin’i bilmeden Türkçede ne yazılabilir, bilemiyorum. Adorno’yu, Bachmann’ı, Benjamin’i, Berberova’yı, Böll’ü, Camus’u, Castillo’yu, Coetzee’yi, Eco’yu, Flaubert’i, Gorki’yi, Kafka’yı, Kundera’yı, Mahfuz’u, Marquez’i, Saramago’yu, Turgenyev’i, Wilde’ı ve daha birçoklarını okumadan, onları bilmeden iyi bir mektup (!) yazılabileceğinden bile emin değilim. Bu da yetmez; roman nasıl yazılır onu bileceksiniz. Kitapçıya gidip ‘roman nasıl yazılır?’ isimli eseri almak size yeterli gelmeyecektir. Çözümlemeyi, analiz yapmayı öğreneceksiniz daha önce okuduğunuz romanlardan. Kurgu denen bir şeyden bîhaberseniz eğer, siz umutsuz bir vakasınız, yalnızca roman yazmaya hevesli birisi olabilirsiniz ancak.

Yalnız roman okumak yetmez; şiir, tarih, felsefe, politika, hukuk gibi alanlarda da okuma yapmanız lâzım. Roman dışındaki diğer sanat dallarını da anlamanız gerek. Bir resme bakarken, bir filmi, bir oyunu izlerken onları anlayacaksınız. Kısaca çok yönlü olacaksınız.

Roman Üretimindeki Anahtar: Emek

Yazmak özveri ister. Sevgilinizle-eşinizle geçireceğiniz zamandan feragat edeceksiniz. Dostlarınızla geçireceğiniz zaman azalacaktır. Kısaca zaman hırsızı olmayı bileceksiniz! Bilgisayarın başında yalnızsınız. Yazacaksınız, beğenmeyip sileceksiniz. Bu iş eski yazarlarınki kadar eğlenceli de değildir hani! Filmlerde yazar gerek elde, gerekse daktiloda yazdıklarını beğenmez ve yazdıklarını yuvarlayarak top haline getirir de çöpe ‘basketbol’ niyetine atar ya... Yeni nesil yazar o zevkten de mahrumdur. Bilgisayarın ‘delete’ düğmesine basmanın eğlenceli olduğunu kimse iddia edemez, değil mi?

Roman elbette ‘bir bebeğin doğumu’ gibi ‘yazarın sancısının’ gittikçe arttığı bir süreç sonunda gerçekleşir. Yazar çok emek harcamıştır. Liberal düşünür John Locke’un saptadığı gibi, yazarın enerjisi yarattığı üründedir artık. Karl Marx, düşüncelerini Locke’dan yola çıkarak temellendiren Adam Smith, David Richardo ve James Mill’i 1844 yazında inanılmaz bir özveriyle çözümler. Onların ‘bir nesnenin değeri içindeki emeğin miktarı kadardır’ değerlendirmelerini emeği temel alan kendi devrimci teorisini oluşturmak için kullanır.  Emek! Her şeyin başı olan emek. İyi bir yazar olmak da emek ister. Çalışmadan emek harcamadan hiçbir şey olunamayacağı gibi, kişi romancı da olamaz. İyi bir romancı emek harcamadan hiç bir halt olamayacağını bilendir ve bütün iyi ‘üretenler’ gibi alçak gönüllüdür. En fazla ‘yaptığım/yazdığım içime sindi’ der. Asla ‘ben oldum, en iyisini yaptım’ diyerek böbürlenmez.

Erhürman’ın Roman(lar)ı

Tufan Erhürman roman üçlemesinde Kıbrıs’ı yazmayı tercih etti. Eminim başka bir yeri de yazabilirdi. Kıbrıs’a olan derin sevgisi belli ki (en azından) ilk romanlarını Kıbrıs üzerine yazmasını sağladı. Yüzleşme’yi ilk kez okuduğumda yazar acaba Kıbrıs’tan başka bir ‘ada’yı mı yazdı diye düşünmüştüm. Ada, içine Kıbrıs’ın kokusunun sindiği yazarın hayalindeki bir yer miydi yoksa! Sonrasında okurlar olarak anladık ki yazar Kıbrıs’ı, ada insanını anlatıyor. Çoğu Kıbrıs’ta yaşamış kişileri, yapıcının bir duvarı ördüğü, zanaatkarın bir motifi işlediği gibi, ve kuyumcu hassasiyetiyle romanlarında ete kemiğe büründürdü ve biz okurlara tüketmek için sundu. Emeğine hiç acımadan, çalakalem yazmadan! Bazen yazar kişileri konuşturdu, bazen üçüncü şahıs olarak onları bize anlattı. ‘Anlatılan senin hikâyendir’ der üstatlar. Tufan Erhürman da bizim geçmiş ve bugünkü hallerimizi bize anlatmaktadır. Elbette yazar için Kıbrıs önemli ama, salt Kıbrıslı olmak önemli değil asla. Önemli olan ‘insan’ olabilmek. Kitaplarında bizim güzelliklerimizi aradım. Heyhat, ne kadar az güzelliğimiz kalmış geriye yozlaşmamızdan sonra. Toplumsal yozlaşmamızın vardığı boyutu onun romanlarında okumak çok ‘rahatsız’ edici. Yazar o kadar çarpıcı bir şekilde anlatıyor ki yozlaşmanın geldiği boyutu, toplum olarak bu yozlaşma ile bu saatten sonra nasıl yüzleşilebilir bilemiyorum. ‘Biz bu değiliz’ diyerek yüzleşmekten kaçınacağız belki de. Ancak yazar yozlaşmaya karşı çözümü de veriyor son eserinde. ‘Yazışma’mız lâzım diyor yazar. Kendi aramızda iletişim kanallarını sonuna kadar açmadan yani ‘yazışma’dan yozlaşmanın üstesinden gelemeyiz diyor. ‘Güzel’ ilişkilerimiz yerini çıkara dayalı, vıcık vıcık olmuş ilişkilere bırakmışsa eğer, bu çirkeften çıkabilmemiz kendi gerçekliğimizle yüzleşmemiz sonucunda aşılabilecektir ancak.

Yazar üç romanında da sanatın gücünü kullanarak Kıbrıs’ın gerçeklerini yüzümüze çarparak bizleri rahatsız etmeye çalışıyor. Tıpkı haftada iki kez köşe yazılarında yaptığı gibi, tıpkı televizyon programlarında yaptığı gibi. Tufan hoca tam bir ‘zaman hırsızı’. Kendine ayıracağı zamandan çalıyor. Sevdiğinden, ailesinden, dostlarından ayrı kalmak pahasına zamanını yazı, anlatı ve diğer iletişim araçlarını kullanarak bizlere mesajlarını vermeye devam ediyor. Zaman zaman sağlığını riske atarak... Uyanın diyor bize; ‘uyanın ey esirler dünyası’, ‘kendinize gelin ve bu kahrolası gidişe bir son vermek için birşeyler yapın’ diyor. Her yazısı, her eseri bir şamar gibi yüzümüzde patlıyor. Eskiden her hafta ‘hocam ne güzel yazdın’ mesajları yollardım kendisine. Artık yolla(ya)mıyorum. Onun hayatının her alanında gösterdiği özveriye karşın ben yeterince ‘ayakta olamadığım’ için daha az iletişim kurmayı tercih ediyorum belki de. 

Yazar son romanında ‘ölümden ötesi’nin olmadığını anlatıyor. Gerçekten de ölümden ötesi var mı? Bu dünyada yaptıklarımız, bu dünyaya bıraktıklarımız değil mi bizleri hatırlatacak olan gelecek nesillere. ‘Unutmayan Vicdan Hanım’ Yazışma’daki bir kahraman. Yazar bireyler olarak ne kadar kolay unuttuğumuzu hatırlatıyor bizlere. Yazar için hepimiz ‘tahattur odası’na kapatılmayı hak ediyoruz.[2] Tahattur’un hatırlatma olduğunu öğrendim. Ve ‘tahattur odası’na kapatılmadan önce şunları hatırlayabildim: Bu ülkede Kıbrıslı Türklerle Rumların düşman haline getirilmek için özel bir çalışma örgütlendi; 1950’lerden başlayarak insanların iradesi ablukaya alındı; çalışanlar sendikalardan istifaya zorlandı, karşı çıkanlar öldürüldü; ve en korkuncu suçlular bilindiği halde yargılanmadı. 

Yine ‘Yozlaşma’dan öğrendim; Bu güne kadar bizim halkın, hep kendisi istemeye alışması. Halk ‘biliyor’ (!) ki, ‘bu ülkede apolitik olmak, etliye sütlüye dokunmamak, tavşan dışkısı misali ne kokmak ne tütmek olacak siyasette başarıya ulaşmanın birinci koşulu.’ Romandan yine şunu öğrendim: ‘Tavşan dışkısı olmak bir erdem sayılıyorsa bu ülkede, eski solcuların halleri onların döneklikleri ve yalanları geçer akçe ise hâlâ, tahattur odalarına olan ihtiyaç devam ediyordur’, hâlâ!

Devam edelim: Uzun yıllardır ‘kusursuz bir düzen içinde’ sahnelenen bir performansın varlığı biliniyor artık. Yönetmenin şekil verdiği, baş balerinin ne yaparsa diğerlerinin onu takip ettiği bir performans. Soralım! Bu performans hep böyle mi devam edecek? Diğer oyuncuların hiç bir özgürlüğü olmayacak mı? Doğaçlama hiç mi yapılamayacak? Düzenin sürgit hali devam mı edecek? Yönetmen ‘lanet okuyan bakışlar’a sahip olsa da, oyuncular sahneyi terk etme özgürlüğünü hiç kullanılmayacaklar mı? Seyirciler, ‘ağızlarını mümkünün sınırlarını zorlayarak kocaman açıp kahkahalarla’ gülse de düzeni bozanın haline, onları kaale almadan doğru bilinen yolda gidilmeyecek mi? Adada sahnelenen kusursuz oyunda rol almayı reddeden ‘oyunbozan’ları yönetmen kovsa da, oyunda eksilen bir kişi olmayı göze alarak, eksikliklerinin yavaş yavaş hissedileceği o lanet olası ‘muntazam bir düzen’i ve sahneyi reddetmek ‘insanların’ boynunun borcu değil mi?

Yazar diyor ki: ‘Av köpeği’ olmaya devam ediyorsan düzenin devamı için, çalıların arasına dalsan ve tavşanı çıkarsan da ortaya, köpekliğini bilmez ve ‘sırıtır gibi yaparsan’, avcı da senin onunla dalga geçtiğini düşünürse eğer, katlin vaciptir elbet! Düzen yeniden kurulur, diğerleri sırıtır gibi yapmanın bile düzeni bozduğunu düşünerek ‘hizaya gelir’.

Hizaya gelmek istemeyenler kendi hizalarını ve düzenlerini kurmakta özgürdürler. Yeter ki insanlık, iliklerine kadar işleyen korkuyu içinden atmasını bilsin.



[1] Bu yöndeki çalışmalara başarıyla öncülük etmeye devam ettiği için Derman Atik’i hatırlamamak haksızlık olur.  

[2]  Tufan hocanın bilgisine getireyim. Eşim Çiler’le karar verdik ve onu daha iyi anlayabilmek için gittik 2.763 sayfalık bir Türkçe sözlük aldık..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri