Toplumlararası Müzakereler: Nerede Kalmıştık?

Yücel Vural

Kıbrıslı Rum lider Nikos Hristodulidis’in basına yansıyan son açıklamalarının birinde söyledikleri, Kıbrıs’ta gayri resmi düzeyde bir müzakere girişiminin var olabileceği anlamına gelmektedir.

Hristodulidis’in, müzakerelerin Guterres Çerçevesi temel alınarak başlatılması konusunda bir çekincesi olmadığı, ama bunun yanında çerçevede yer alan bazı önermeleri müzakere etmek istediği zaten bilinmekteydi.

Hristodulidis, Guterres Çerçevesi’nde yer alan, kuzeyde kalan KıbrıslıRum mallarının mevcut kullanıcısına öncelik tanıyan mülkiyete ilişkin ilkeyi kabul etmediğini, bu konuyu müzakere etmek istediğini, doğru olanın esas mal sahibine öncelik tanımak olduğunu açıkladı. 

Aslında her iki taraf da, mülkiyet konusuna şimdiye kadar, ezbere, yani herhangi gerçekçi bir veriye dayanmadan, çizdikleri kırmızı çizgilerin arkasına saklanarak ve esneklikten uzak bir tutum takınarak yaklaşmışlardır.

Adanın kuzeyindeki taşınmaz mallarını terk eden KıbrıslıRumlar’ın veya onların mirasçılarının hangi oranda mallarına geri dönme veya mallarının mülkiyetine tekrar sahip olma arzusunda olduğunu bilen var mıdır? Ayni soruyu, Kıbrıs’ın güneyinde taşınmaz mal bırakan KıbrıslıTürkler veya onların mirasçıları için de sorabiliriz.

Ayrıca, malını talep eden kişi veya şimdiki kullanıcısının kim olduğuna bakmadan mülkiyet konusuna yaklaşmak, insani olarak eksik, siyasal olarak sakat bir yaklaşım olacaktır.

Mesela, şimdiki kullanıcı, güneydeki malını terketmiş bir eşdeğer mal sahibi veya onun mirascısı mıdır? Yoksa, köşe dönme arzusuyla kendi ülkesinde elde ettiği kara parayı aklamak üzere Kıbrıs’ın kuzeyine bağdaş kurmuş birisi midir?

Elbette her kategorik duruma özgü farklı yaklaşımlar geliştirilmesi gerekmektedir.

Ama Hristodulidis’in Guterres Çerçevesi’ne ilişkin göndermesini ilginç kılan unsur, mülkiyete ilişkin söyledikleri değil, KıbrıslıTürk tarafı ve Türkiye’nin ‘egemen eşitlik’ olmadan ya da ‘KKTC tanınmadan’ müzakere masasına dönmeyeceğini açıklamış olmasının bilinmesine rağmen, bir müzakere konumununa girilmiş olmasıdır.

Kıbrıs’ta ikinci bir devletin tanınmayacağı (bölünmenin kalıcı olmasının kabul edilemeyeceği), en etkili uluslararası aktörler tarafından defalarca vurgulanmıştır.

Kıbrıslılar zaten bölünmeyi talep etmiyor!

Kıbrıs’ın AB üyeliği de, hem bölünmenin önünde yeni ve güçlü bir duvar örmüş, hem de çözüm modeli olarak iki bölgeli iki toplumlu, siyasi eşitliğe dayalı federasyon dışındaki beklentileri boşa çıkarmıştır.

Bazılarının bu gerçeği anlamadığı ya da anlamak istemediği açıktır.

Bununla birlikte, Türkiye’de dışişleri ve güvenlik bürokrasisinin ‘KKTC’nin tanınması’ talebi ile ‘egemen eşitlik’ söylemi arasında ince bir çizgi çizmesi ve müzakereleri olanaklı kılacak bir açılımda bulunması pekala mümkündür. Atatürk önderliğinde ivme kazanan Türk modernleşmesinin başlıca yönelimlerinden birisi, Batı medeniyeti içinde yer almaktı.

Bu yönelim sayesinde Türkiye, doğusundaki tüm komşularından farklı olarak, ciddi bir demokrasi denemesine girişmiş, insan haklarını ve temel özgürlükleri tanıma yoluna girmiştir.

Şimdi ise uluslararası sistemin yeniden şekillenmekte olduğu koşullarda, Türkiye’nin Batılı yönelimini hatırlaması için ciddi nedenler ortaya çıkmaktadır.

Türkiye’nin KıbrıslıTürk liderliğinin eşliğinde mümkün ve adil olmayanı talep ederek veya KıbrıslıTürk toplumunu yalnızlığa mahküm edecek politikaları dayatarak, Kıbrıs üzerinde elde edebileceği bir avantaj bulunmamaktadır.

İşte bu nedenle, KıbrıslıTürk liderliğinin, ‘egemen eşitlik’ talebine açıklık getirmesi, bunun ‘tek yanlı ayrılma’ talebi olarak değil, KıbrıslıTürk toplumunun Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla elde ettiği eşitliğe dayalı ortaklık statüsüyle ilişkili olduğunu ilan etmesi, toplumlararası müzakerelerin yolunu açmaya yeterli olacaktır.

Bilindiği gibi KıbrıslıTürk tarafının Ankara’nın desteğiyle müzakerelerden çekilmesine dayanak yapılan başka bir söylem de zaman içinde geliştirilmişti.

Bu söyleme göre, KıbrıslıRum tarafı müzakereleri sonsuza kadar sürdürerek, devlet otoritesini tek başına kullanmak istemekte veya yetkileri KıbrıslıTürk temsilcilerle paylaşmak istememektedir!

Bu söylemin gerçek olduğunu kabul etsek bile, KıbrıslıTürk tarafının toplumlararası müzakerelerden çekilerek, aslında, KıbrıslıRum liderliğine, devlete tek başına sahip olma olanağını altın tepsi içinde sunduğunu da görmemiz gerekecektir.

Müzakerelerin sonsuza kadar sürdürülemeyeceğinin ileri sürülmesi ve sonuç alıcı müzakere talep edilmesi doğru bir yaklaşımdır. Bununla birlikte, müzakerelerin tıkanması durumunda ‘ayrılığın’ veya ‘sıfır noktası’na dönülmesinin dayatılması makul ve adil bir tutum olamaz.

Müzakere sürecinde zorluklarla karşılaşılması, tıkanma ve kopukluklar yaşanması, Kıbrıs sorununun doğasından ve adanın çevresinde mevcut koşullardan kaynaklanan bir durumdur.

Bu durum fark edildiği için, BM Genel Sekreteri, kapsamlı bir çözüme zemin hazırlamak üzere, öncelikle bir Stratejik Anlaşma öngörerek, her iki tarafı, müzakereleri yokuşa süren veya müzakerelerden tek yanlı yararlar elde etmeyi öne çıkaran tutumlarından caydırmaya yönelmiştir.

Gördüğümüz kadarıyla, Guterres Çerçevesi, bir stratejik anlaşmanın temel unsurlarını büyük oranda içermektedir.

Bu nedenle, üzerinde uzlaşılmış parametreler temelinde bir çözüme adım adım ulaşmayı öngörecek şekilde, KıbrıslıTürk tarafını, Kıbrıs anayasal sisteminin bir parçası haline getirecek ve bu yolla KıbrıslıTürk toplumunu uluslararası topluma dahil edecek yeni bir sürecin başlatılmasını niçin talep etmiyoruz?

Eğer çıkmazdan kurtulmak istiyorsak, Guterres’in Stratejik Anlaşma hedefine bu gözle bakabilmeyi denememiz gerekir.