Tabanın itkisiyle federal çözüm

Direnç Berksel

 Eylem, güç gerektirir; bir şeyleri yapabiliyor olmayı gerektirir. Aynı zamanda siyasete yani ne yapılması gerektiğine karar verme becerisine de ihtiyacımız var. Ama artık güç ve siyaset, ulus devletlerin elinde bir araya gelmiyor. Güç küreselleşti, ama siyaset, daha önceki gibi yerel olmaya devam ediyor.”

                      Zygmunt Bauman

 

 Cenevre’de 27-29 Nisan tarihleri arasında BM ev sahipliğinde gerçekleşen beşli konferansla birlikte sayısız başarız görüşmelere bir yenisi daha eklenmiş oldu. Kıbrıs Rum liderliğinin siyasi eşitliği açık açık reddetmeye devam ettiği, Ersin Tatar ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ise açık açık BM parametrelerinin dışında olan bir tezi ortaya attığı bir dönemde başka bir sonuç beklemek zaten saflık olurdu. Açık konuşmak gerekirse iki toplumda da federal çözüm bekleyen kesimler için tarihin en kötü ve zorlu sürecinden geçmekteyiz. Ancak sanılanın aksine bunun nedeni ne Anastasiadis ne de Ersin Tatar. İki lider, zemininde hiçbir ideolojiyi barındırmayan teknik ve bürokratik “bütünlüklü federal çözüm” statükosunun çöküşünün birer sonucudur. Yanlış anlaşılmasın çöken federalizm değildir. Aksine denenmeyen bilfiil politik anlamda federalizmdir.

***

İçinden geçmekte olduğumuz bu safhada artık şapkamızı önümüze koyup gerçeklerle yüzleşme zamanıdır. Bunun için haliyle bazı sorular sormak ve bazı tespitleri yapmak lazım.

Sahi Kıbrıs Türk toplumunda federalist kesimleri Annan planı sürecinde başarıya ulaştıran siyasetin özelliği neydi?

 -Annan planı sürecine dönüp baktığımız zaman siyasi partilerden meslek odalarına, sendikalardan gençlik ve kadın hareketlerine kadar herkes sahadaydı. En önemlisi, her örgüt kendi kitlesine kendi ilkelerinin ekseninde federal çözümün gerekliliğini anlatıyordu. Evet tüm kesimler aynı platform altında, aynı hedefe koşuyorlardı belki ama, sahada kendi ideolojik kimlikleriyle ayrı ayrı çalışma yapabilmeleri kitlenin kendi hassasiyetleri üzerinden ve kendilerince doğru olan şekilde mobilize olmasını sağlamıştır. Özünde örgütlenen tabandan, halktan gelen heterojen hareketlerdi. Buna ilaveten o günün koşullarında Türkiye’de yüzü AB’ye dönük olan, haliyle federal çözüm destekçisi kesimlerle kurulan başarılı bir ilişkinin olduğunu da unutmamak lazım. Bu kesimlerin hükümet eden konumda oluşu da sürece son derece olumlu yansımıştı.

 Referandum sürecinin ardından ise federalist kesimlerimiz maalesef bunun tam aksini yaptı. Her kesim kendi muadiliyle etkileşime girerek aynı itkiyi güneyde de yaratma hedefi güdülmedi. Siyasetimiz kendisini kuzeye kapattı ve siyasalın kurucu unsuru olan ideolojik zeminler birden terk edildi ve dünyadaki bilindik anlamları ile sağ ve sol siyaset yerini sadece federal çözüm üzerinde ortaklaşmayı içeren bir stratejiye bıraktı. Haliyle dünyaya çok farklı yerlerden bakan, hatta federal çözümün gerekliliğini bile farklı değerler üzerinden anlamlandıran güçleri aynı çatı(lar) altında birleştirince, hem iç siyasette hem de federal çözüm yolunda üretilen ve üretilecek olan siyasetin itkisi ortadan yok oldu. Tanıl Bora’dan mülhem, salt bir araya gelmeye, salt birleşmeye, adeta politikayı ikame eden bir anlam yüklenmesiydi yapılan. Programın, stratejinin, hedefin, sözün ve örgütlenme emeğinin, “federal çözüm için birleşmeye” atfedilen anlam ve önemde tüketilmesiydi. Daha beteri ise geriye sadece “Kıbrıs'ta barış engellenemez” sloganı ve BM parametreleri üzerinden teknik, bürokratik ve hukuka indirgenmiş, halkı içine alan siyasi hareketlerden kopuk, masa odaklı bir federal çözüm çağrısı kalmasıydı. Adanın en zorlu ve en politik sorununu tüm politik etken ve zeminleri dışlayarak, soğuk savaş döneminin her şeyi devrimden sonraya erteleyen mantığa benzer şekilde çözülebileceğine inanmak olur şey değil. Buna rağmen özellikle Talat - Hristofyas ve Akıncı - Anastasiadis dönemlerinde masadan bütünlüklü çözüme yönelik bir plan çıkarma şansını yakaladığımız artık bilinen bir gerçek. Her iki dönemde de masadan sonuç alınamayışının özüne baktığımızda özellikle Kıbrıs Rum toplumunun federal çözüme hazır olmayışının ve motive edici bir unsurun bulunmayışının yattığı ortada. Bu durum hali hazırda federal çözümün gerekliliğini içselleştirememiş olan liderlik üzerinde ilaveten bir cesaret eksikliği daha yarattığını söyleyebiliriz.

***

 Bugünlerde ise uluslararası konjonktürün özellikle de Türkiye’nin dış politikada yaşadığı sorunların da büyük etkisiyle değişime uğradığı aşikar. Keşfedilen fosil yakıttan kaynaklı birçok ülkenin ve çok uluslu şirketin Kıbrıs üzerinde söz söylemeye başladığını da görüyoruz. Haliyle, Kıbrıs sorunun sadece Kıbrıslıların bir sorunu olmaktan ziyade artık büyük enerji şirketlerinin de müdahil olduğu bir sorun haline geldiğini görmek gerekiyor. Uluslararası güçler Kıbrıs sorununu farklı bir boyutlardan tartışırken, yerelde biz Kıbrıslılar olarak etno-kültürler ve dinsel kimlik siyasetinin hapsinden kurtulamadık. Hatta masada yaşadığımız hayal kırıklıkları ve uluslararası gerginliklerin de etkisiyle her geçen gün bu kimlik siyaseti batağına daha da saplanmaktayız.

Annan planından bugüne olan süreçte vardığımız nokta biz federalistlere artık siyasetimizde bir değişime gitmemiz gerektiğini açık açık söylemektedir. Temellerinde bürokrasi ve hukuk dışında hiçbir şey barındırmayan bütünlüklü çözüm stratejisi bugüne kadar olan süreç içerisine çökmüştür. Şimdi yeni şeyler söylemek vaktidir. Ancak yeni stratejinin kimilerinin söylediği gibi iki toplumu yakınlaştıracak güven yaratıcı önlemlerden ibaret olması da yeterli değildir. Açılan kapılar, iki toplumlu etkinlikler ve bugüne kadar uygulanan güven yaratıcı önlemler federal çözüme katkıdan ziyade, iki kesimliliğin pekiştirilmesine katkı sağlamıştır. Bir nevi Kudret Özersay’ın işbirliği modelinden öteye gidilmemiştir.

***

 Federalizmi diğer çözüm modellerinden ayıran en önemli faktör sadece bir arada yaşam, çok kültürlülük değil, aynı zamanda siyaseti de bilfiil birlikte kurgulayabilme ve birlikte yönetebilme durumudur. Bugün içinde bulunduğumuz şartlarda iki toplumun federalist kesimlerinin çözüm modelindeki ortaklıları dışında hiçbir politik ortaklıkları yoktur. Temel sorun tam da buradadır.  Örneğin, federal çözümün bizi AB’ye taşıyacağı bir ortamda liberal çevrelerin siyaseten hiçbir temasının bulunmayışı, fosil yakıttan tutun da Akkuyu nükleer santraline kadar iki ekolojik felaket tehlikesiyle karşı karşıya iken ekolojik mücadelede birlikte ses çıkaramayışımız. Diğer yandan militarist eğilimlerin, aşırı sağın, emek sömürüsünün hat safhada olduğu bir dönemde sol örgütlerin hiçbir noktada birlikte bir ses ve mücadele vermeyişi ortadadır. Tüm bunlar Kıbrıs sorununda çözüm yolunda gerekli itkiyi sağlayamayışımızın ve halklarımızı siyasete yeterince dahil edemeyişimiz temel nedenleridir.

 Sonuç olarak, yetmiş yıldan fazladır etno-kültürel bir kimlik çatışması olarak halklar arasında süregelen anlaşmazlık halinin ve bugün devam etmekte olan, uluslararası bir sorun halini alan problemlerden de çıkışın formülü siyasetten geçmektedir. Çünkü insana doğduğu gün kendisine bahşedilen kimliğinden farklı kılan ve bizi biz yapan tüm özelliklerimiz siyasi kimliğimizde hayat bulur. Siyasetin dışlandığı, sloganlara ve teknik noktalara indirgendiği hallerde bizlerden geriye sadece etno- kültürel bir kimlik kalır. Haliyle hem kimlik çatışmalarını yıkmak, hem de adada uluslararası sorun haline gelen anlaşmazlıkları aşmanın yolu dünyanın her yerinde bizimle aynı dili konuşan muadillerimizin olduğu ideolojilerimize sarılmak ve bir an önce bu yüksek ve teknik siyasetin tekelindeki sloganlaşmış, kısır federal çözüm siyasetinin yerine, tabandan üretilen politik bir federalist siyaset koymaktır. Bu küresel siyasetlerdir ki; hem bizleri ulus devletin Kıbrıs sorunundaki açmazlarından kurtaracak, hem de halkımızın günlük yaşamındaki tüm sorunlarına çözümler üretecek rekabetçi siyaset anlayışını kendi yönetsel sınırlarımız içerisinde doğru şekilde kurgulamamızı sağlayacak.